10 Ocak 2017 Salı

Zenginler onu sevmeseydi, Hitler bugün Hitler olabilir miydi? – Önder Özdemir




Sizce Türkiye’nin zenginleri Erdoğan’dan korkuyorlar mı? Tüm medya güçleri ile Doğuş, Park ve diğer büyük sermaye grupları korktukları için mi destekliyorlar?
2013 yılı Gezi olaylarında dönemin başbakanı Erdoğan eylemcilere yiyecek yardımının Koç Grubu’nun sahibi olduğu Divan Oteli’nden dağıtıldığını kastederek “30 bin kumanyayı kimin dağıttığını, eylemcileri otellerinde kimlerin barındırdığını biliyoruz” demişti.
Bu konuşmanın üzerinden daha bir yıl bile geçmeden 22 Mayıs 2014’te, Koç’a ait Ford’un açılışına katıldı, “Ben, ülkemin başbakanı olarak, ülkemde yatırım yapacak bir gruba, bir kişiye karşı kin tutacak halim yok” diyordu artık.
Gezi direnişi sırasında Divan Otel’deki çalışanların insani davranışı, bazı kimselerin gözünde bu otellerin sahibi Koç Grubu’nu kahramanlaştırmıştı. Ancak çok geçmeden Mustafa Koç ile Erdoğan’ın 3,5 milyar dolarlık yerli tank ihalesi nedeni ile el sıkışırken fotoğraflarını gördük. Bu fotoğraf bu ikilinin ilişkisinin görünenden farklı olduğunu göstermiş oldu.
Sermaye sahipleri ile faşist diktatörlükler arasında iç içe geçmiş ilişkiler her zaman var olmuştur. Faşizmin aslında kapitalist sistemin yapısal krizleri ile birlikte sermaye sınıfının da tercih ettiği bir kapitalist devlet biçimi olması tartışması bu yazının doğrudan kapsamında değil.
Bu yazı Almanya’daki Hitler Faşizmi’nin iktidara gelmesi sürecinde ve sonrasında Alman büyük sermayesine zoom yaparak bir fotoğraf çekmek amacıyla yazıldı.
Tabii ki bugünkü diktatörlükle Hitler diktatörlüğü aynı şeyler değil. Faşist diktatörlüklerin basitçe bir delinin projesi olmadığını, arkasında sermaye sınıfının çıkarları ve desteğinin olduğunu görmek, bugüne ilişkin bazı ipuçları verebilir.
Yani bu yazı Koç’ların, Doğuş Grubu’nun ve diğer büyük sermaye gruplarının bir diktatörlükle girift ilişkileri üzerine ipuçları yakalamak için yazıldı.
Hitler iktidara yürürken Alman sermayesi
Hitler dünyanın en büyük ekonomik krizinden sonra iktidara geldi. 1929 büyük ekonomik krizinin kasırgası Almanya’yı da dağıtmıştı. 1930 yılından 1931 yılına işsizlik bir önceki yıla göre iki kat artmış, Alman ekonomisinin aktörleri ABD’den büyük borçlar almak zorunda kalmışlardı. Alman sermaye sınıfı zor durumda idi ve çıkış arıyordu.
Almanya’da 14 Eylül 1930 tarihinde genel seçimler yapıldı. Hitler’in partisi bir önceki seçimde aldığı yüzde 2,5 oranındaki oyunu yüzde 18,3’e çıkarak mecliste 107 milletvekili elde etti. Hitler’in başında olduğu Nasyonal Sosyalist Parti mecliste ikinci büyük parti durumuna gelmiş ve Alman sermaye sınıfının dikkatini çekmişti.
20 Şubat 1933 tarihinde Alman endüstrisinin 25 üst düzey yöneticisi ile bir toplantı yapıldı. Toplantı 5 Mart 1933’te yapılacak olan seçimler için destek toplantısı idi.
Hitler’den sonraki en güçlü adam olan, GESTAPO’nun kurucusu Herman Göring bu toplantının ev sahibi idi.
Toplantıya Krupp, IG Farben, Opel, Siemens, Allianz, Telefunken, Osram ve AEG gibi dev şirketlerin üst düzey yöneticileri katıldı.
Toplantıda Hitler ve Göring uzun konuşmalar yaptı ve iş adamlarından destek istedi.
Toplantı sonunda katılımcılar Hitler’in partisine toplam 2 milyon 71 bin mark maddi destek sözü verdi ve bu miktar toplantıya katılan firmalar tarafından çok kısa süre içinde parti hesabına yatırıldı.
“Hitler’e ödedim”
Alman Thyssen firmasından Fritz Thyssen 1941 yılında basılan “I Paid Hitler” (“Hitler’e ödedim”) kitabında Hitler’e sadece kendisinin 1 milyon Mark para aktardığını yazmıştı.
Hitler’in ekonomi danışmanı Wilhelm Keppler tarafından 1932 yılında kurulan “Keppler’in Yakın Dostları” kulübünün amacı da Nazilerin bu partisine ekonomik katkı sunmaktı. Sermayenin Nasyonal Sosyalist Parti ile dayanışma kulübü 1935 yılında “Himmler’in Yakın Çevresi” ve “Ekonominin Yakın Dostları” adlarını alarak daha da büyüdü. Alman sermayesinin en büyüklerinin yöneticilerinin üye olduğu 32 kişilik yeni kulüp, 1935-1944 yılları arasında her yıl Himmler’e 1 milyon Mark ödüyordu.
Savaşın arkasındaki şirket: IG Farben
II. Dünya Savaşı öncesi dünyanın en büyük kimya devi IG Farben idi. “Devlet içinde devlet” diyebileceğimiz IG Farben, Hitler ve Nasyonel Sosyalist Parti üzerinde çok etkili idi. Hatta bazı tarihçilere göre IG Farben’in açık desteği olmasaydı Hitler II. Dünya Savaşı’na giremezdi.
Hermann Schmitz, Wall Street’in de yönlendirmesi ile 1925 yılında Almanya’nın en büyük 6 kimya şirketini Inter-nationale Gesellschaft Farbenindustrie A.G. (IG Farben) adıyla tek çatı altında birleştirdi.
IG Farben 1939 yılında 28 adedi askeri kuvvetlerinde kullanılan 43 önemli ürünün Almanya’daki tek üreticisi idi.
1943 yılı verileri ile aşağıdaki tablo IG Farben’in Almanya’daki gücünü gösteriyordu.

Yahudi soykırımında kullanılan zehirli gaz Zyklon B de dahil olmak üzere ülkedeki zehirli gazların yüzde 95’ini IG Farben üretiyordu.
Hitler’i destekleyen ABD sermayesi
Henry Ford, 1920’lerden itibaren Hitler’in destekçilerindendi. Ford, Hitler’e para desteğinde bulunmuş ve savaş ekonomisinden çok fazla kâr etmiştir. Ford’un Almanya’daki fabrikalarının savaş zamanında kritik savaş ekipmanları tedariğinde bulunduğu belgelenmiş.
Amerikan dev şirketleri Standard Oil of New Jersey, General Electric, General Motors, Ford Motor Company ve International Telephone and Telegraph (I.T.T.) Nazi faaliyetlerinin planlanmasında ve uygulanmasında finansal ve teknik katkıda bulunmuşlardır. Rockefeller halkla ilişkiler uzmanı Ivy Lee’yi Hitler’e yardımcı olması için görevlendirilmiştir.
Opel, Amerikan General Motors firmasının Almanya birimi olarak Hitler’in en büyük tank üreticisiydi.
Aşağıdaki tablodan da görüleceği gibi Himmler’in yönettiği “Ekonominin Yakın Dostları” grubunda birçok büyük Amerikan şirketinin temsilcileri de bulunuyordu.

Örneğin International Telephone and Telegraph’ı (ITT) Kurt von Schröder temsil etti.
Amerikan devi General Electric’in Almanya birimi AEG üzerinden Hitler’e çok açık destek verdi.
Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere 1939 yılı itibarı ile Almanya’daki birçok büyük kuruluşla Amerikan firmaları iç içe geçmişti.

II. Dünya Savaşı’nda ABD uçakları birçok Alman fabrikasını bombalarken Amerikan şirketleri AEG ve I.T.T. fabrikalarının hiç bombalanmaması oldukça dikkat çekicidir.
Bazı tarihçilerin yorumlarına göre, sermaye temsilcilerine para yardımı yaptıran şey Hitler’in tehdidi idi. Ancak 1917 yılında devrimini yapmış Sovyetler Birliği’nden gelecek sosyalizm, kapitalist sistem için yakın bir tehditti. Hitler ise kapitalist sistem için tam bir güvenceydi. Alman sermayesinin içine düştüğü açmaz, savaşa cesaretlendiren aksiyonları ve özellikle savaşla birlikte elde ettikleri kazanç ve avantajlar düşünüldüğünde Hitler’den korktukları yorumu hiç de inandırıcı görünmüyor.
Nazi Almanyası’ndaki köle işçiler unutuldu mu?
II. Dünya Savaşı boyunca Almanya’da 12 milyon civarında işçinin zorla çalıştırıldığını biliyor muydunuz? Literatüre “zorla çalıştırma” kavramıyla geçen köle işçiler, 1939-1945 arasında ya hiç ücret almadılar ya da yok denecek ücretlerle Alman firmalarında zorla çalıştırıldılar.
1944 Ocak ayı verilerine göre 10 milyon zorunlu çalıştırılan işçinin dağılımı şu şekilde idi: 6,5 milyon Almanya sınırındaki fabrikalarda, 2,2 milyon savaş tutsağı ve 1,3 milyon sivil de Almanya sınırı dışındaki işçi kamplarında zorunlu olarak çalıştırılıyordu.

Tablo: Almanya’daki Yabancı Köle işçi sayıları, Ocak 1944.
Yukarıdaki tablo 1944 yılı ocak ayı itibarı ile köle işçilerin hangi ülkelerden getirildiğini ve ülkelere göre sayılarını gösteriyor.
II. Dünya Savaşı sırasında Alman işgücünün yüzde 20’si zorla çalıştırılan işçilerden oluşuyordu. Hitler’e destek veren şirketlerin ödüllerinden birisi de Nazilerin onlara sunduğu köle işçiler idi.
Örneğin sadece Krupp fabrikalarında 23.000 adedi savaş tutsağı olmak üzere 100.000 köle işçi çalışıyordu.

Köle işçilerin çalışma ve yaşama koşulları o kadar kötüydü ki sadece yüzde 26’sı hayatta kalabildiler. Ve zorla çalıştırma sonucunda ölen 10 milyondan fazla işçi savaştaki sivil kayıplar hanesine yazıldılar.[1] [2]
Suç cezalandırıldı mı? Nürnberg Mahkemeleri’nde kimler yargılandı?
Hitler Faşizmi’nin aktörleri Nürnberg Mahkemeleri’nde bir ana mahkeme ve 12 alt mahkeme olmak üzere 13 büyük mahkemede yargılandılar.
Ana yargılamayı Amerika, Sovyet, İngiliz ve Fransız hakimleri yaparken 12 adet alt mahkeme sadece Amerikan yargıçlarca yürütüldü.
24 adet üst düzey Nazi yöneticisinin yargılandığı ana mahkeme 20 Kasım 1945’te başladı ve 1 Ekim 1946 tarihinde karar okundu. 12 kişi ölüme mahkum edilirken kalan 3 kişi aklandı, kalanlar 10-20 yıl gibi hapis cezalarına çarptırıldılar.
Ana mahkeme dışındaki 12 alt mahkeme 1946-1949 arasında gerçekleşti. Bunlar Doktorlar mahkemesi, Yargıçlar mahkemesi, Bakanlar mahkemesi, Rütbeli komutanlar mahkemesi Pohl, RuSHA, Milch, Flick, Krupp, IG Farben gibi isimleri olan mahkemelerdi.
Tüm yargılamalar boyunca savaşta çok önemli rol oynamış şirketler, iş adamları ile ilgili sadece üç mahkemede yargılama oldu. Bunlar Flick, Krupp, IG Farben isimli mahkemelerdi.
ABD’ye karşı Friedrich Flick ve arkadaşları mahkemesi 5. mahkeme idi.
Friedrich Flick ve 5 üst düzey yöneticisi köle işçi çalıştırmaktan ve Hitler’i finanse etmekten yargılandılar. Flick 7 yıl ceza aldı. Daimler Benz’in en büyük hissedarı olan Flick, 1972 yılında Dünyanın en zengin adamlarından birisi olarak öldü.
12 Nürnberg mahkemesinden 6’ncısı IG Farben mahkemesi idi.
IG Farben’in yüzde 42,5’ine sahip Degesch isimli kimya firması Zyklon B gazını üreten ve Almanya hükümetine satan firmaydı.
IG Farben yöneticileri savaşı finanse etmekten, köle işçi çalıştırmaktan ve soykırım için gazı temin etmekten yargılandılar.
Mahkeme 1948 yılında sonuçlandı. 24 sanıktan suçlu bulunan 13 yönetici 1,5 yıl ile 8 yıl arasında cezalara çarptırıldılar ama cezaevlerinde çok kısa sürelerde kaldılar.[3]
ABD’ye karşı Alfried Krupp ve arkadaşlarına olan mahkeme onuncu mahkeme idi. Alman silahlı kuvvetlerine silah temin etmek ve köle işçi kullanmaktan yargılandılar. Alfried Krupp 12 yıl cezaya çarptırıldı ama cezasının tümünü çekmeden sadece 2,5 yıl sonra hapisten çıktı. Bu davada yargılanıp en uzun cezaevinde kalan Krupp firması yöneticisi Löser ise 1955 yılında serbest bırakıldı.
Krupp ailesinin tüm mal varlığına el konulduysa da bu mallar üç yıl sonra iade edildi. Alfried Krupp 1953 yılında şirketinin başına geçti. 1967 yılında şirketinin başında bir kişi olarak öldü.
Almanya’da Hitler’in yenilgisi sonrası kapitalizmi seçen Batı Almanya’da sermaye sınıfı kaldığı yerden hayatına devam etmiştir. Willy Brandt dışında tüm Alman Başbakanlarının eski Nazi yöneticisi olması bunun basit bir göstergedir.
Sonuç
Sizce Türkiye’nin zenginleri Erdoğan’dan korkuyorlar mı? Tüm medya güçleri ile Doğuş, Park ve diğer büyük sermaye grupları korktukları için mi destekliyorlar?
Evet Türkiye’deki sermaye sınıfı korkuyor. Ama daha fazla kâr edememekten korkuyorlar.
Diktatörün baskısı, muhalefeti susturması onlara daha çok para kazandırıyor. Grevin olmadığı, insanların sesini çıkaramadığı bir ortamda elde ettikleri bu avantajlardan çok da mutlu olduklarından emin olabilirsiniz.
Sermayenin bir ölçüde el değiştirmesine tanık olduk/oluyoruz. Ama Türkiye’nin ekonomisine yön veren A grubu sermaye sınıfının tercihi hâlâ belirleyici.
Ülke için her şey daha kötüye gitse de Türkiye’deki sermaye sınıfı kendi kazanacağı yolları zorlayacaktır. Ve her durumda kâr etmeyi hedefleyecektir.
Onlara göre yeter ki gemi yüzsün!
Ya gemi batacak olursa? O zaman ne olacağını hep beraber göreceğiz. Almanya örneği gösteriyor ki sistem değişmediği sürece sermaye sınıfı kendini kurtarıyor ve olan en alttakilere oluyor.
***
Nazım usta bu yazıda bahsedilen her şeyi aşağıdaki dizeleri ile çok iyi ifade etmemiş mi?
“Diyorlar ki harbi Hitler çıkardı
peki Hitler’i kim çıkarmış
Alaman bankaları ve tröstleri kendilerini
tehlikede görmede idiler
ve desteklenmese idiler solculara karşı kavgalarında
İngiliz, Fransız, Amerikan ortakları tarafından
ve hep beraber Nazileri tutup yükseltmese idiler
ve Alaman sınıfları geçen harbin sonunda darmadağın olmasa idi
ve bir çift çizmeye
bir çift sucuğa katılmaya hazır ümitsiz aç perişan yığınlar ile serseri dolaşmasa idi kaldırımlarda ve ihanet etmese idi sosyal demokratlar
Hitler bugün Hitler olabilir mi idi?”
Dipnotlar:
[1] 1939-1945 arasında 2. Dünya Savaşı’nda Almanya, İtalya ve Japonya’dan toplam 8 milyon asker, 4 milyon sivil toplam 12 milyon ölüm varken; çoğu Sovyetler Birliği yurttaşı olmak üzere ABD, İngiltere ve Çin’den oluşan İttifak güçlerinden 16 milyon asker, 45 milyon sivil toplam 61 milyon ölüm gerçekleşmiş. 1941-1945 arasında Yahudi soykırımında ise 6 ile 11 milyon arasında insan sistematik olarak  katledildi.
[2] Benzer bir zorunlu çalıştırma öyküsü Türkiye Cumhuriyeti’nde Nazi hayranı  hükümet üyelerinin olduğu zamanda yaşandı. 27 Şubat 1940 yılında başlatılan İş Mükellefiyeti uygulaması ile Zonguldak’taki maden ocaklarına yakın köylerinden 16 yaşından büyük erkek çocuklar zorla çalıştırıldı. 1 Eylül 1947 yılında sona eren uygulama ile toplam 60 bin kişi zorunlu olarak köle koşullarında çalıştı.
[3] Savaştan sonra IG Farben‘i oluşturan Agfa, Bayer, BASF ayrı firmalar olarak varlıklarını sürdürdüler. Diğer firmalardan Sanofi-Aventis ve Sandoz gibi ilaç firmaları doğdu ve bugün bu firmalar ilaç endüstrisinin önemli aktörleridir.
Kaynaklar:
1.              WALL STREET AND THE RISE OF HITLER ,Antony C. Sutton http://www.reformed-theology.org/html/books/wall_street/index.html
2.              Forced Labor under the Third Reich – Nathan Associates
3.              The making and breaking of Nazi Economy:The Wages of destruction, Adam Tooze
4.              Zonguldak ve Türkiye Toplumsal Tarihinin Acı Bir Deneyimi Olarak ‘İş Mükellefiyeti’”, Prof Dr Ahmet Makal, Zonguldak Kent Tarihi Bienali, 11 Kasım 2005, Zonguldak.
 http://sendika14.org/2017/01/zenginler-onu-sevmeseydi-hitler-bugun-hitler-olabilir-miydi-onder-ozdemir/

9 Ocak 2017 Pazartesi

Dediğiniz gibi: Türkiye’yi parçalamak istiyorlar, ama bu işin taşeronu sizsiniz



Dediğiniz gibi: Türkiye’yi parçalamak istiyorlar, ama bu işin taşeronu sizsiniz
Yandaş basında bir patırtı. Sebep kaos. Sanki kendileri yaratmadılar.
Bunun emperyalist bir oyun olduğunu, dünya liderliğine yürüyen AKP’nin önünü kesmeyi amaçladığını, PKK’nin, IŞİD’in, FETÖ’nün bu iş için kullanıldığını iddia ediyorlar. Birden “antiemperyalist” kesildiler.
Yetmiyor: Solu da bu planın parçası olmakla suçluyorlar. Sanırsınız yıllardır ABD ile fingirdeşen kendileri değil.
Evet: Emperyalizm Türkiye’yi parçalamak istiyor. Yalnızca Türkiye’yi değil, içinde bulunduğumuz geniş coğrafyayı yeniden düzenlemeyi amaçlayan plan en azından 1980’lerden beri gündemde.
AKP şürekası, şimdi başları derde girince, paçaları tutuştuğu için, kabul etmek zorunda kaldı.
Amaçları Türkiye sağının, mücahitlerin, cihatçıların, bilumum muhafazakarın bu plandaki rolünü saklamak.
Aklınız neredeydi. Siz bu senaryonun asli bileşenisiniz. Bir tümen askeri, Kore’de NATO üyeliğinin (1952) diyeti olarak ABD komutasına sunan Demokrat Partinizdi.  Mehmetçiğin 1 centlik asker diye anılması oradan. O zamandan beri dünyadaki bütün emperyalist kıyımlarda sizin parmağınız var.
Cezayir kurtuluş savaşına karşı işgalci Fransa’ya destek veren, karşılığı olarak omzuna Legion d’Honneur Nişanı takılıp, Grand Cordon rütbesi ile taltif edilen (1953) sizin Menderes’inizdi.
Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı kamulaştırılması (1956) nedeniyle Kahire İngiliz-Fransız-Amerikan uçaklarınca bombalanırken, emperyalistlerin yanında saf tutan yine Demokrat Partinizdi.
Komünizmle Mücadele Derneklerinizi, Milli Türk Talebe Birliklerinizi destekleyen CIA idi.
12 Eylül darbesi, solun önünü kesmek ve Sovyet sosyalizmini Yeşil Kuşak ile boğmak içindi. Sizin referanslarınız arasında yer alan Özal, darbe öncesinde Demirel’in, sonrasında Evren’in bürokratıydı. Demirel’in memuruyken, 1980 yazında, kuvvet komutanlarına demokrasinin ekonomik kalkınmaya nasıl engel teşkil ettiğini anlatmak üzere mesai yapıyordu. Danışmanları, 12 Eylül darbesini Clinton’ın kulağına “bizim çocuklar işi bitirdi” diye fısıldıyordu.
Brzezisnki’nin deyişiyle, Taliban, Sovyetler Birliği’ni Afganistan “bataklığı”nda olabildiğince uzun süre tutmak üzere yaratılırken, sizin Mücahitleriniz Onların yanındaydı. Afganistan Büyük Orta Doğu projesinin miladıydı. Sonradan, Erdoğan, 2003’den itibaren defalarca BOP eş başkanı olarak atandığını açıklayacaktı. BOP Ortadoğu’da Amerikan işgaliydi.
NATO uçakları Libya’yı bombalarken, cihatçı teröristlere bir çanta dolusu Doları teslim etmek üzere bir acele yollara düşen dışişleri bakanınızdı.
IŞİD sizin İncirlik’inizde ABD tarafından yaratıldı. Kökeni El Kaide idi. Şimdi bir koluna Nusra diyorlar ve daha düne kadar Nusra’nın terör örgütü olarak nitelenmesine karşı çıkan Erdoğan’dı.
Esad’ı kendi halkını katleden bir terörist olarak niteleyen, ABD ile birlikte Suriye’yi bölmek üzere yapmadığını bırakmayan, ABD’yi kara harekatına provoke etmek için Rus uçağını düşüren sizin iktidarınızdı.
Evet: 15 Temmuz ABD’nin FETÖ üzerinden planladığı bir darbeydi. Ama O’na yıllar boyunca her istediğini veren AKP’nizdi. Ve hala FETÖ’nün siyasetteki izini sürmüş değilsiniz.
Velhasıl, emperyalizmin bütün planlarının içinde siz vardınız. O planların uygulanması için en ateşli aktör siz oldunuz.
Moskova’daki durumunuz ise sefil bir dönüş, her şeyi elinize yüzünüze bulaştırdığınızın kanıtıdır. Dünya liderliği dediğiniz bu perişanlıktır.
En başından beri ABD emperyalizmi sizi Ortadoğu’daki planları doğrultusunda kullandı. Siz ABD açısından İslam dünyasını içeriden ele geçirmek için elverişli bir araçtınız.
BOP’un hedefi Türkiye’yi gevşetmek, üzerinde her tür operasyonun yapılabileceği bir halde takatsiz bırakmaktı. Siz bunun gerçekleştirilmesine vesile oldunuz. Şimdi terörden, Türkiye üzerinde oynanan oyunlardan söz etmeye hakkınız yok.
İş işten geçti. ABD’ye atıp tutmalarınız palavra. Rus uçağını düşürdükten sonraki haftaları hatırlıyor musunuz? Emri biz verdik, yine olsa yine yaparız diye tempo tutuyordunuz. Şimdi ABD karşısındaki esip gürlemeleriniz de aynı türden.
İki gün sonra unutursunuz. Yalayıp yutarsınız. Samimi misiniz? Kapatın İncirlik’i, çıkın NATO’dan, kim tutuyor sizi. Yapamazsınız.
Çünkü işbirlikçisiniz. Ve artık manevra yapabilecek durumda bile değilsiniz.
İlker Belek
09/01/2017 Pazartesi

3 Ocak 2017 Salı

Kaybedeceğimi bile bile “Isparta Şehir Hastanesi”



Akfen Holding tarafından kamu-özel sektör işbirliği (PPP) modeli ile755 yatak kapasiteli Isparta Şehir Hastanesi'nin proje tanıtımı 09 ve 10 Ekim 2014'de yapıldı.
Proje tanıtım toplantısına, Akfen Holding üst düzey yöneticilerinin yanı sıra Isparta Valisi, Kumu kurum ve kuruluşları, özel sektör, Sivil toplum Örgütleri, Meslek Odaları ve Basın Kuruluşlarının temsilcileri katıldı.  
Akfen Holding üst düzey yöneticilerinin verdiği bilgiye göre, özelleştirilerek kapatılan Sümer Halı Fabrikasına ait ve bedelsiz olarak Akfen Holdinge tahsis edilen 198 bin metrekare alana yapılacak olan Isparta Şehir Hastanesinin İnşaat süresinin iki yıl olacak.
Akfen Holding; projenin tasarım, finansman, inşaatı, donanım tedariği de dâhil olmak üzere işletmeye hazır duruma getirilmesi karşılığı olarak 25 yıl süre ile hastaneyi işletecek. Başka bir anlatımla, devlet hem bu binanın (hastanenin) kiracısı hem de hizmet satın alıcısı olacak. Yani kendi binasında kiracı, hizmetinde taşeron Sağlık Bakanlığı'nın "devlet hastanesini"Akfen Holding yönetecek.  
Akfen Holding'e biraz daha yakından bakalım.
Başında Hamdi Akın'ın olduğu Akfen Holding'in özellikle AKP hükümetleri döneminde gösterdiği hızlı gelişme dikkat çekiyor. İhsan Doğramacı'nın sahibi olduğu Bilkent Holding'le ortak kurulan TAV (Tepe-Akfen Ventures) ile çok sayıda havalimanı işletmesini alan Akfen, liman özelleştirmelerinin de değişmez ismi oldu.
Akfen aynı zamanda, Irak işgaliyle semiren ve ABD ordusuna hizmet için yanıp tutuşan şirketlerin başında geliyor. Akfen'e ait tanıtımlarda okuyana, işbirlikçiğin ve onursuzluğun bu kadarı da olmaz, dedirten şu ifadeler kullanılıyor: "Akfen İnşaat Irak'ta Amerikan Askerlerine hizmet vermekte olup, Kellogg, Brown & Root firması ile yapmış olduğu sözleşmeye istinaden; atık arıtma, çelik konstrüksiyon işleri yapmakta, yemekhane, çamaşırhane işletmekte ve yüksek kalite internet teknolojisi kullanımını sağlamaktadır. Firmamız, Amerikan Ordusunun Askeri Kamplarına tam destek vermek ve büyük ölçekli Hükümet Projelerinde yer almak, deneyimlerini daha geniş bir yelpazede sunmak arzusundadır."
İşgal güçleri Irakta sömürü amacıyla yıkım-yağma-ölüm saçacak, yüzbinlerce insanı katledecek, AKFEN HOLDİNG bu katliama "yeşil dolarlar kazanmak" adına sınırsız destek sağlayacak, hizmet sunmak için yanıp tutuşacak… Bizde Isparta "Şehir Hastanesi'nin ölü soyucusu Akfen Holding tarafından inşa edilecek olmasını alkışlayacağız öylemi?
Akfen Holding konusunda bu kısa açıklamadan sonra konumuza dönelim ve soralım.
Peki, nedir bu  Kamu Özel Ortaklığı? Kamu-Özel Ortaklığı, uluslararası alanda bilinen adıyla PPP (Public Private Partnership), bir finansman modelidir. Devletin sunacağı mal ve hizmetlerin, yapım işlerinin bütçe yetersizliği nedeniyle ertelenmesinin veya yapılamamasının önüne geçmek amacıyla kullanılmaktadır.
Kamu Özel Ortaklığı'nın fikir babası emperyalizmin kurnaz mimarlarından biri olan Milton Friedman'dır.  Friedman,  Emperyalist sistemin tıkandığı, geniş halk yığınlarının sömürüye karşı başkaldırdığı 70'li yıllarda, "kitleler uyanmadan" sömürü çarkının yürütebilmesinin "inceliklerini"ortaya koyduğu modelin adıdır  "Kamu Özel Ortaklığı"
Friedman'ın ortaya atıp olgunlaştırdığı bu yok etme projesinin ilk labratuarı ise 11 Eylül 1973'te faşist ve kanlı darbe ile Salvador Allende'yi katleden Şili diktatörlüğü oldu. Friedman,  Askeri Diktatör Pinochet'nin danışmanı olarak ilk elden uygulamayı denetledi.
Şili diktatörlüğünde test edilen "Kamu Özel Ortaklığı"  projesine,  Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) ve Avrupa Birliği(AB)  Uluslararası kaynak desteği sağladılar.  İşte Türkiye'deki Sağlıkta Dönüşüm Programı, "Kamu Özel Ortaklığı"  projesi RTE'nin  "8 yıllık rüyası"  değil, bir IMF, DB ve AB projesidir..
Bu çıkarsamayı doğrulamak için Türkiye'nin AB'ye verdiği taahhütlerden oluşan, adına neden "Ulusal Program" dendiği belli olmayan belgeden okuyalım.  "Sağlık Bakanlığının yeniden yapılandırılması, devlet hastanesi, sigorta hastanesi ve kurum hastanesi ayırımının kaldırılarak tüm hastanelerin tek çatı altında toplanması ve hastanelerin idari ve mali yönden özerk bir yapıya kavuşturulmasına yönelik olarak başlatılan çalışmaların tamamlanması amaçlanmaktadır."(Ulusal Program, 2002)
Şimdi anlaşıldı sanırım bu "Kamu Özel Ortaklığı"nın kimin rüyası olduğu.
Türkiye'de Kamu Özel Ortaklığı;  21.02.2013 tarihinde kabul edilen,08.03.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6428 sayılı "Kamu Özel İş Birliği Modeli ile Tesis Yaptırılması, Yenilenmesi ve Hizmet Alınması" hakkındaki kanuna göre yürütülmektedir.   
Ancak "Kamu Özel Ortaklığı"  projesini yalnızca bu yasa ile ele almak bizi yanılgıya götürür. Yasal dayanakları, kuruluş amaçları bakımından  "Kamu Özel Ortaklığı"  projesi,  AB'nin kurnaz mimarlarınca dayatılan, aynı zamanda "bölgeselleşmiş devlet" projesi olan "Kalkınma Ajanslarının"önemli, ayrılmaz ve vazgeçilmez bir parçasıdır.
AB'nin 15 üye Ülkesinde toplam 65 milyon insan, fakirlik sınırındaAB'nin 25 üye ülkesinde bugün yaklaşık 20 milyon işsiz, AB'nin 15 Üye Ülkesinde toplam 37 milyon yardıma muhtaç fakir bedensel ve zihinsel engelli, AB'nin 15 üye ülkesinde 3 milyon evsiz insan dururken, İspanya'da 20 bin, İtalya'da 78 bin, Almanya'da 7.789, Belçika'da 3.445, Fransa'da ise 1.200 doktor işsizken AB'nin kurnaz mimarları niçin, Türk halkının sağlığına yatırım yapılması için kredi musluklarını sonuna kadar açar?
Türk halkının sağlığı Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) ve Avrupa Birliği(AB)nin hiç umurunda değil. .Türkiye'de sağlık ciddi, bakir bir rant kapısıdır.
Türkiye'de bir yıl içinde özel-kamu tüm sağlık kuruluşlarına 2010'da 539 milyon başvuru gerçekleşirken, 2011'de bu sayı 72 milyon artarak 611 milyona çıkmış.
2013 yılında kamu hastaneleri kurumuna toplamda günlük ayaktan başvuran hasta sayısının 766 bin, acil servise gelen sayısının ise 232 bin.  
Yalnızca 2011 yılında hastanelerde yapılan muayene ve reçetelerden alınan katkı payı 3 milyar 512 milyon TL dolayında.
 Katkı paylarına yapılan %23,6 oranındaki artış sonucunda 2012 yılında vatandaşın cebinden 831 milyon 329 bin TL fazladan para çıkmış. Böylece toplanan katkı payı miktarı 4 milyar 344 milyon TL ye ulaşmış.
2014 Ocak-Haziran döneminde sağlık hizmetlerine ulaşma yüzde 4.26 zamlandı. SGK anlaşmalı özel hastanelerde hastadan alınan fark  %200 artırıldı. 
Türkiye'de sosyal devletin çökertilmesi ile ortaya çıkan bu tablo, dizginsiz bir şekilde azami kar elde etmek hırsıyla dünyanın her yerinde kan döküp, savaş çıkaran emperyalizmin doyumsuz iştahını kabartmaktadır.
Demek ki "Isparta Şehir Hastanesi" Isparta ve bölge halkına sağlık hizmeti sunmak amacı ile değil ;
Birincil olarak; Bölgemizdeki parasız tüm sağlık hizmetinin tasfiyesi, devlete ait sağlık kurumlarının tümüyle özelleştirilerek sağlık alanının yerli ve yabancı büyük sermaye açısından kârlı bir yatırım alanı haline getirilmesi ve böylelikle bütçeden bu kamu hizmetine ayrılan kaynakların da büyük sermayeye farklı biçimler halinde aktarılması amaçlı kurulmaktadır.
İkincil olarak,  sağlık emekçileri(doktor, hemşire ve diğer) iş güvencesinden yoksun, sözleşmeli, esnek çalışmaya uyum sağlamış ucuz işgücü haline getirilecektir.
Konuya biraz daha yakından bakalım.
1.    Akfen Holdinge 198 bin metrekare hazine arazisi (Kapatılan Sümer Halı Fabrikasının arazisi) 25 yıllığına ücretsiz tahsis edildi.
2.     Akfen Holding yapacağı hastaneyi donatacak, ancak cerrahi branşlardan, morg, restoran işletmesi, hastalara dağıtılan yemekler, hastaneye ulaşım, güvenlik, temizlik, kantin, otel, eczane, radyoloji hizmetleri ve gasil hane vb. hizmetler ihaleyi alan Akfen Holding tarafından verilecektir
3.    Akfen Holdinge 25 yıl boyunca hem bina kirası hem de bu "kamu hizmetleri" karşılığında hizmet bedeli ödenecek. (Burada kısa bir açıklama yapalım. Akfen Holding 25 yılda sabit yatırımlarının 5,5 ila 11,5 kat kadarını devletten "kira" adıyla alacak. Yani Akfen Holding 30 ay içinde veya en geç 60 ay içinde sabit yatırımlarını amorti edecek.) Anlayacağınız devlet 2,5-5 senelik "kira" ücretiyle aslında bu binaları ve donanımları kendisi yapabilirdi.
4.    Akfen Holding hastanenin etrafında yapacağı taksi durağından kreşe kadar tüm ticari alanları da işleterek gelir elde edecek.
5.    Yetmiyor. Akfen Holding, hizmet ve mal alımları dâhil olmak üzere KDV'den, Damga Vergisinden ve harçlardan muaf tutuluyor.
6.    Yetiyor mu? Yetmiyor, Akfen Holdingin bu binaları yapmak için aldığı/alacağı uluslararası kredilere devlet tam Hazine garantisi sağlıyor.
7.    Yetiyor mu? Yetmiyor. Devlet, "Isparta Şehir Hastanelerinin" yüzde 70 doluluk oranıyla çalışacağını, yani "müşteriyi" garanti ediyor. Eğer doluluk %70 in altına düşerse, boş yatak bedelleri Devlet tarafından ödenecek..
8.    Yetiyor mu? Yetmiyor. Akfen Holding hastanede kullanacağı tıbbi teknoloji, ilaç, vb. hepsini dışarıdan getirecek. Bu işlem Holding için ayrıca bir "rant" sağlayacaktır.
9.    Yetmiyor. Şehir hastanesi hizmet vermeye başladığında,  Rakip olmaması için Isparta Devlet Hastanesi ve Eski SSK hastaneleri kapatılacak, tüm bina ve arazileri Akfen Holdinge bedelsiz tahsis edilecektir. Akfen Holding bu arazileri büyük bir olasılıkla AVM veya 7 yıldızlı otel yapımı için kullanacaktır.
Peki, bu paralar kimin cebinden çıkacak? Bizim ödediğimiz vergilerden sağlanacak. Neden dünyanın en pahalı benzinini kullandığımızı sanıyorsunuz?
Daha bitmedi. Şehir hastanesi hizmet vermeye başladığında, Isparta halkının sağlık giderleri 4-5 kat artacak. Neden diye soracağınızı biliyorum.  Çünkü: Sistemin gereği olarak Hastane ticarethaneye, hasta ise müşteriye dönüştürülmüştür. Bu durumda daha fazla para kazanma hırsıyla hastalara gereğinden fazla tetkik ve ameliyat dâhil tedavi yöntemleri uygulanacak,  hastalar hastanelerde gereğinden fazla yatırılacak.
Artık devlet Koruyucu sağlık hizmetlerine yatırım yapmayacak. Bu nedenle de artık adını unuttuğumuz Salgın hastalıklar( verem, tifo, tifüs, sıtma, çiçek vb.) yeniden hortlayacak.
Diğer taraftan Şehir hastanesi açıldıktan sonra özel hastaneler ile SGK arasındaki anlaşma İptal edilecek. SGK Getirisi fazla olmayan klasik bazı branşlar dışındaki, muayene ve tedavi giderlerini özel hastanelere ödemeyecek. Örneğin  (KVC, onkoloji, organ nakilleri vs. ) Böylece ilimizdeki özel hastanelerin birer birer kapılarına kilit vurulacak. Buralarda çalışan sağlık personeli ya işsiz kalacak, ya da en düşük ücreti kabul ederek şehir hastanesinde (bulabilirse) çalışacak. Büyük bir olasılıkla bu açıklama 2015 seçimi sonrası yapılacaktır.
İşin en acı yanı bütün bu planlar ülkemiz insanlarının geleceğini daha sağlıklı kılmak için değil,  İnsanımızın daha fazla hasta olması, ulus ötesi sermayenin ve Türkiye'deki taşeronlarının daha fazla kazanması için yapılıyor. Hâlbuki çok basit ve ucuz tedbirlerle çok daha sağlıklı bir Türkiye oluşturulabilir.
" Her şey daha iyi ve güya ucuz" diyerek yurttaşlarımız "sağlıkta dönüşüm", şehir hastaneleri" hapı ile uyutuluyor. Kaba yalanlarla, gerçekler alçakça çarpıtılarak, soygun ve sömürünüm kanlı dişlisi çevriliyor.
Kamu Özel Ortaklığı adı altında "torunlarımızın bile ödeyemeyeceği" katrilyonlarca liralık borçların altına imzalar atılarak sağlığımız uluslararası konsorsiyumlara kurban ediliyor.
Daha önce Ispartalıların bir kesimi, hatta kimi sözde Atatürkçüleri tarafından  "Kalkınma Ajanslarına karşı çıktı", "Kent Konseylerine de karşı çıktı" diyerek şiddetle eleştirildiğimi, hatta kınandığımı biliyorum. "Isparta Şehir Hastanesine" bu karşı çıkışım da eleştirilecek. Ancak tüm bunlara Özdemir Asaf'ın özlü bir sözü ile yanıt vereyim. "Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun dedi, öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o an…Bozmadım"  05.01.2015 Isparta
Mahmut ÖZYÜREK