Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkez Web sitesinde Hüseyin ASAR imzası ile “Efeler Kent Konseyi’nde ADD Neden Yok?”Başlıklı bir yazı
yayımlanmış.
“http://add.org.tr/efeler-kent-konseyinde-add-neden-yok/”
Yazıda Kent Konseyleri gerçeğinin üzeri ustaca örtülüyor gerçekdışı methiyeler düzülüyor..
ADD WEB de bu yazının yayınlanmış olması bir “akıl tutulması”
ile açıklanamaz. Bu yazı cumhuriyetimize üniter devlet yapısına,
Cumhuriyetimizin temel değerlerine karşı
ustaca ve sinsice yapılmış bir saldırıdır.
Bu karşı devrimci anlayışın dillendirildiği bir yazıyı ADD
WEB sitesine koyan mandacı ve mason anlayışı şiddetle kınıyoruz.
Yazıda “Kent konseyi nedir?” diye soruluyor ve yanıtı veriliyor.. Aynen
alıyorum.. “
Kent konseyleri, kentlerin sağlıklı gelişimi için gerekli unsurların başında
gelmektedir. Konsey içindeki sivil toplum kuruluşları, kentin her türlü
sorununu bire bir yaşayıp gördükleri için yapılması gerekenleri çok iyi
irdeleyebilmektedir. Yerel yönetimler de bu konseyden gelen istekleri
değerlendirip, kentlerini daha yaşanabilir bir yere dönüştürmek için
çalışırlar. Sorunları yerinde ve yerel güçlerle birlikte çözmek en akılcı
yoldur. Böylece sorunları sahiplenen ve çözümüne katkı koymaya çalışan bilinçli
paydaşların oluşumu sağlanmış olacaktır. Toplumda haklara, yetkilere karşı
duyarlılığın yaratılması ve gelişmesi için yerel konuşma ve tartışma merkezine
elbette gereksinim vardır. Konsey içinde belediyelerden sadece sekreterya için
yetkililer bulunur. Diğer üyelerin ne kadar çoğu STK’lardan gelirse o kadar
verimli çalışırlar. Ülkemizde bu işi tam anlamıyla yapan birçok kent konseyi
bulunmaktadır. Bursa Nilüfer gibi, İzmir Ödemiş gibi.
…………..
Hüseyin ASAR”
Onlarca aydın-Kemalist
bilim insanının konu ile ilgili yazılarının ADD Genel Başkanlığına özel görevli
olarak atanmış Mason Tansel Çölaşan’ın onayını alamadığı için ADD web de yer
bulmadığının çok yakın tanığıyız..
Mesleki bilgi ve birikim gerektiren yazıları bile “ben
incelemeden yayınına onay vermem” diyen
Çölaşan’dan , bu yazının onay alıp yayınlanmış olması ADD’nin Kemalist-halkçı-devrimci çizgisinden, özünden
özel görevlilerce uzaklaştırıldığının
tartışmasız kanıtıdır.
Peki; Nedir Kent Konseyleri,
Gerçekte Kent
Konseyleri “Katılımcılık, demokratikleşme,
sürdürülebilir kalkınma, yerinden yönetim gibi geniş halk yığınlarının kolayca benimseyip
savunacağı kavramlarla ortaya atılan “Kent Konseyleri” zaten örgütsüz ve yoksul
olan geniş toplum kesimlerinin kısıtlı da olsa yararlanabildiği demokratik kimi
hak ve özgürlüklerinde sınırlandırılmasının aracı olabileceği gözden uzak
tutulmamalıdır. Bu nedenlerle “katılımcı-yönetişim” adı verilen bu uygulama
demokratik değil, tam tersine anti-demokratiktir. Yani, yönetim, söz ve karar
yalnızca “Sermayenindir.”
Sömürünün ve sermayenin küreselleştiği,
Küresel sermayenin, ulus/üniter devletlere karşı küresel bir saldırıya geçtiği
gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzu yaşayarak görüyor ve biliyoruz.
Bir bütünün parçaları olan “Kalkınma
Ajansları, Kent Konseyleri, Büyükşehir Yasaları” gerçekte, yerel kamu
hizmetlerinin ve halkın gereksinmelerinin küresel sermayenin kar alanına
dönüştürüldüğü, yerel yönetimlerin, ulusaldan kopartılıp, küresel çetenin
kontrol ve denetimine geçtiği, Yerel Yönetimlerin kar amacı gütmeden
gerçekleştirdikleri kamu hizmetlerinin özelleştirilerek piyasalaştırıldığı,
sosyal devlet kavramının tarihe karıştırıldığı bir sürecin öncüleridir.
Önümüzdeki yıllarda Yerel Yönetimler ulus ötesi işletmecilerinin kar alanları
haline gelecektir.”
http://www.yadigardundar.com/makaledetay-10109/mahmut-ozyurek-yazdi-kent-konseyleri-ya-da-ulus-devletin-imhasi-18-aralik-2012.html
K
Konu ile ilgili olarak 18 Aralık 2012 de kaleme aldığım KENT
KONSEYLERİ YA DA ULUS DEVLETİN İMHASI” başlıklı yazı “Efeler
Kent Konseyi’nde ADD Neden Yok?” yazısına yanıt niteliğindedir..
http://www.yadigardundar.com/makaledetay-10109/mahmut-ozyurek-yazdi-kent-konseyleri-ya-da-ulus-devletin-imhasi-18-aralik-2012.html
Parlamento içi
muhalefetin “istemem, yan cebime koy” anlayışı ile karşı çıktığı, parlamento
dışı toplumsal muhalefetin, Atatürkçülerin neredeyse büyük bir çoğunluğunun
“yetmez ama evet” çiler örneği destekledikleri “KENTKONSEYLERİ”, özünde
“devletsizleştirme” projesinin tabana yayılmasının önemli bir ayağını
oluşturmaktadır.
Bu yazıyı kaleme alırken, kendini “Atatürkçü” olarak tanımlayan, Atatürkçülük iddiasında bulunan, ancak Atatürkçülükten “sistemin öngördüğü kadar” nasiplenmiş kimilerinin sert-acımasız eleştiri ile karşılaşacağımı da biliyorum.
Bu yazıyı kaleme alırken, kendini “Atatürkçü” olarak tanımlayan, Atatürkçülük iddiasında bulunan, ancak Atatürkçülükten “sistemin öngördüğü kadar” nasiplenmiş kimilerinin sert-acımasız eleştiri ile karşılaşacağımı da biliyorum.
Mustafa
Kemal Atatürk’ün; “İnsanlar, gerçekliğine inandıkları şeyleri söylemekten
çekinmemelidirler. Gerçekleri söylemek, insanın başına büyük işler de açabilir.
Yine de doğru bildiğimiz yoldan şaşmamalıyız. İnsanlık, gerçekleri söylediği
için cezalandırılan, acı çeken, ama doğrulardan ödün vermeyen insanların
çabalarıyla bugünkü düzeyine ulaşmıştır.” , “Yolunda yürüyen bir yolcunun
yalnız ufku görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi
lâzımdır” sözlerinden hareketle, yurtseverliğimin bir gereği olarak
gördüğüm doğruları bu güne değin olduğu gibi, bundan böylede söylemekten geri
durmayacağım.
Konu ile
ilgili olarak Türkiye’nin altına imza koyduğu kimi uluslararası sözleşmeleri
anımsamakta yarar var.
• Avrupa
Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, 15 Ekim 1985 tarihinde imzaya açıldı. Türkiye
anlaşmayı 21 Kasım 1988′de imzaladı.
• 1999
Helsinki Zirvesi… Türkiye’ye “üye adayı” unvanı verildi.
• 4 Haziran
2003: “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi” TBMM’nden
alelacele, yangından mal kaçırır gibi AKP ve CHP’nin oylarıyla, geçirildi.
Türkiye, AB istiyor diye, “Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi”
ile “Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi”ne (bundan
böyle her iki sözleşmeyi ifade etmek için “ikiz sözleşmeler” ifadesi
kullanılacaktır.) katılım işlemlerini tamamlayarak bu sözleşmelere de taraf
olmuştur.
• 3.7.2005
tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanununun 76.maddesine dayanılarak hazırlanan
“Kent Konseyi Yönetmeliği” 08/10/ 2006 tarihli 26313 sayılı RG de yayımlanarak
yürürlüğe girmiştir.
• 5449
sayılı “Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu, Koordinasyonu Ve Görevleri Hakkında
Kanun” 25 Ocak 2006 da kabul edildi.
• 19 Ekim
2007 de yapılan “Lizbon Antlaşması”, 1 Aralık 2007 de yürürlüğe girdi. Lizbon
Antlaşması’na göre, “Avrupa Birliği, üye devletlerin antlaşmalar önündeki
eşitliğine, temel yapılarına ilişkin, siyasal ve anayasal, bölgesel ve yerel
özerk yönetimler dâhil, ulusal kimliklerine saygı gösterir” (m. 3a/2).
• 1996′dan
bu yana çıkarılamayan “Yerel Yönetimler Yasasının son ayağı olan 6360 sayılı
“Büyükşehir Belediyesi Kurulması Ve Sınırlarının Belirlenmesi” hakkındaki kanun
12.11.2012 tarihinde TBMM de kabul edilmiş 06.12.2012 tarihinde ise yürürlüğe
girmiştir.
Helsinki
Zirvesi’nde Türkiye “aday üyeler listesi ”ne alındıktan sonra ikinci aşama
“AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması” olacaktı. Ne var ki müzakerelerin
başlatılması, Türkiye’nin, “Kopenhag ölçütlerini tam olarak yerine getirmesi”
ön koşuluna bağlanmıştır.
Buradaki
“tam olarak yerine getirme” koşuluna özellikle dikkat çekmek gerekir. Çünkü,
böyle bir koşul eşyanın doğasına aykırıdır. AB üyelerinin hiç biri “tam olarak
yerine getirme” koşulu ile karşılaşmamıştır. Kaldı ki böyle bir şey de
olanaksızdır. AB, Türkiye’nin “Kopenhag koşullarına tam olarak uyma” sürecini
izlemek amacıyla şöyle bir süreç uygulanmıştır.
• -“Katılım
Ortaklığı Belgesi’yle Türkiye’ye buyruklarını iletiyor.
• -Türkiye
“Ulusal Program” la taahhütte bulunuyor.
• -“Uyum
Yasaları” ile taahhütlerini yerine getiriyor.
21 Kasım
1988′de imzalanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, “yerel makamların,
kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü
kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme
ve yönetme hakkı ve imkânı anlamını” içermektedir
1999
Helsinki Zirvesinde ise “azınlıkları korumanın ve onlara saygı göstermenin
güvenceye ve bu güvencenin de istikrara kavuşturulması“ istenmiştir.
4 Haziran
2003: “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi TBMM’de
kabul edildi. Türkiye’nin 34 yıl katılmaktan kaçındığı İkiz Sözleşmeleri AB
hayali uğruna imzalaması, teslimiyetçi çevrelerce Türkiye’nin, AB yolunda
“önemli bir virajı almış” olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
İç hukukun
üzerinde yer alan sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti olmayan ya da vesayet
altında bulunan halkların kendi geleceğini belirleme hakkını” içeriyordu. Böylece
Türkiye, “tüm halkların kendi kaderini belirleme hakkını” tanımış oldu. Buna
göre Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye
Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı kabul edilmiş oluyor, ayrılmak istemeyenlere
ise, kendi statülerini özgürce belirleme hakkı tanınıyordu. Bunlar
sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılmaktadır: “Tüm halklar
self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve
ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler. Devletler,
halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek sağlamalıdır.”
İkiz
sözleşmeler, Emperyalist – yağmacı emellerin önünde engel olarak duran,
Vladimir İliç Lenin’in bağımsızlığın ön koşulu olarak ortaya attığı
“Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı, AB-D’nin kurnaz mimarları, ulus
devlet yapısı içinde yaşayan “Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”na
dönüştürüvermişlerdi.
“Halkların
Kendi Kaderini Tayin Hakkı’; Thomas Woodrow Wilson tarafından, 1919 yılında
Emperyalist sömürünün, mikro milliyetçiliğin, ulus devletlerin parçalanmasının
ön koşulu olarak ortaya atılmıştır.
Küreselleşmeci
kraliyetçiler bugün 200 civarında olan devlet sayısının önce 1000’e, sonra da
5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedirler.
Bu hedefe ulaşabilmek için araç olarak da öncelikle “İkiz Sözleşmeleri”
kullanmaktadırlar. Çünkü bu sözleşmeleri kabul eden üniter/ulus devletlerin;
halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara bölünmesi ve böylelikle
yıkılmasının yollarına taş döşeme işlemi bu sözleşmelerle sağlanmıştır.
1990’ların
başında Maastricht Anlaşması’yla “yerellik ilkesi” AB’nin temel ilkelerinden
biri haline geldi. Yeni üye olacak devletlere de ön koşul olarak dayatıldı.
Batı emperyalizmi “yerinden yönetim” ve “kendi kaderini tayin hakkı” gibi özü
boşaltılmış, ambalajı parlak kavramları, hedef ülkeleri etnik temelde
parçalayıp sömürgeleştirmek için kullanmaktadır.
Bir diğer
önemli hatırlatmayı daha yapmakta yarar var. “Kent Konseyleri, Kalkınma
Ajansları, Büyükşehir Yasaları”nın ön hazırlıkları, Birleşmiş Milletler
Kalkınma Programı (UNDP) tarafından yapıldı. Belediye başkanlarının yetkilerini
daha aktif bir biçimde kullanmaları amaçlı UNDP’nin çalışmalarını ise Avrupa
Birliği ve Birleşmiş Milletler finanse etti.
AB, bu
çerçevede, Türkiye’nin eyalet sistemine geçişinin alt yapı hazırlıkları için 4
milyon Euro harcadı. AB’nin dayatmalarıyla devreye giren ve federalizmin önünü
açan “Kalkınma Ajansları”na ise, AB 1 milyar TL kaynak ayırdı. Yani,
“Kent Konseyleri, Kalkınma Ajansları, Büyükşehir Yasaları” nın finansmanı
tümüyle AB ve BM hibeleri ile yürütüldü. Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler
yalnızca “hibe” vermekle yetinmediler. Onlarca uzman(özel görevli- casus) bu
çalışmaların yürütülmesinde görev aldı. Diğer sömürgeleştirme projelerinde
olduğu gibi, Soros ve AB’den beslenen, mandacı ,“Truva Atı” örgütlenmeler de
boş durmadılar “beyin yıkama-dönüştürme” eylemlerini aralıksız sürdürdüler.
Bu ihanet
senaryosunda görev alanların en tehlikelileri ise “Hem AB’ci, hem de
Atatürkçü” olduğu savı ile halkı kandıranlardır. Bunlar diğerlerinden
farklı olarak, Atatürk’e veya Kemalizme doğrudan cephe alarak saldırarak tepki
çekmek yerine, daha sinsi bir yöntem izleyerek “Atatürkçü oldukları” yaygarası
ile bir kısım saf ve bilinçsiz yurttaşlarımızın işbirlikçilerin safında
mevzilenmesini sağlamaktadırlar.
Başta ABD ve
Avrupa birliği ülkeleri olmak üzere dünyanın tüm gelişmiş ülkeleri daha çok
merkezileşirken, gelişmiş ülkelerin denetimlerindeki uluslararası kuruluşlar (IMF,
Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü vb.) gelişmekte olan ülkelerde
“yerelleşmeyi” ve devletin küçültülmesini, devletsizleştirmeyi, niçin
önermektedirler? Niçin milyonlarca Euro’yu “hibe olarak” bu projelere
harcamaktadırlar?
Çünkü ulus
ötesi şirketler, dünya ölçeğinde programlar uygularken, ulus-devletlerin
sınırlarından, parlamentolarından, ordularından, bürokrasilerinden büyük
rahatsızlık duymaktadırlar.
Dünya
sermayesinin 3/2 sini elinde tutan batılı çete başlarının sözcülerinden.
Rockefeller bir konuşmasında; Birinci Dünya Savaşı’nda 50, İkinci Dünya
Savaşı’nda 100, bu gün 194 olan devlet sayısının yakın gelecekte 1000’e sonra
5000 ülkeye çıkacağını söylemişti. Böylece ulusal kimliği ve dirençleri dumura
uğratılmış, kent devletçiklerinde gelişen küresel Pazarlar üzerinden sömürü
kolaylaşacak, Dünya “dikensiz gül bahçesine” dönüştürülecektir.
Amerikan
tekeli Rockefeller’in patronu olan Nelson A. Rockefeller, dönemin ABD Başkanı
Eisenhower’e 1956 yılında yazdığı mektubunda şöyle yazıyor: “İktisadi
yardımlarda, ABD’nin karşılık beklemeden yardım ettiği ve işbirliği yapmak
isteğinde samimi olduğu izlenimi oluşturulmalı. Elimizdeki bütün propaganda
imkânlarıyla durmaksızın, az gelişmiş ülkelere yapılan Amerikan yardımının
karşılıksız bir yardım olduğunu, art niyet taşımadığını bütün kafalara sokmalı,
bu konuda hiçbir masraftan çekinmemeliyiz. Bu arada ideolojik savaşa ara
vermemeliyiz. Bu ülkelere yatırım yapan kapitalistlerimiz, teknik eksperlerimiz
ve diğer uzmanlarımız az gelişmiş ülkelerin milli ekonomilerinin bütün
dallarına girmeli, onları bizim çıkarlarımıza göre geliştirmelidir. Bu
ülkelerdeki politik bakımdan güvenilir yerli işadamlarının ulusal çabaları da
teşvik edilmelidir.”
1957’de
Eisenhower Doktrini olarak ortaya atılan, “Ortadoğu’da Barış ve İstikrarı
Koruma Planı” , günümüzde “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı da
kapsayan Büyük Ortadoğu Projesinin”, ABD Başkanı George Bush tarafından ilk
defa 1990’da açıklanan “Yeni Dünya Düzeni” projesinin de, gerçek amacı, işte bu
sayıyı yakalamaktır. Yani, milli devletleri aşiret ve şehir devletlerine kadar
parçalayıp, sonra da dünyayı yönetmek.
Konu bu
bağlamda ele alındığında “Kent Konseyleri”, bir tür “eyaletleşmeye” yol açarak,
emperyalizmle uyum/bütünleşme sürecini yürütebilmesine olanak tanıyan Bölgesel
Kalkınma Ajanslarının, Büyükşehir Yasalarının kim için ne amaçla ısrarla
Türkiye’de uygulanmak istendiği daha rahat anlaşılır.
Üzülerek
belirtelim ki, konuyu bu bağlamda ele almadan/alamadan, “Körlerin fili
tanımlaması” gibi “Kent Konseyleri, Kalkınma Ajansları”nı “demokratikleşme”,
Büyük Şehir Yasasını ise “eyaletleşme” olarak halka sunmak büyük bir aldatmaca,
aymazlık ve ihanet örneğidir.
Açıkça
üniter /milli devleti, Eyaletler devletine dönüştüren, başkanlık sistemine ya
da bir diktatörlük sistemine doğru gidişin altyapı taşlarını döşeyen, “Kent
Konseyleri, Kalkınma Ajansları, Büyükşehir Yasaları” bir bütünün parçaları
ve özü itibariyle ihanet yasalarıdır.
Bu ihanet
yasaları yalnızca AB-D’nin, değil, aynı zamanda ülke içinde “devşirilmiş” kimi
“Truva Atı” örgütlerinde dayatmasıdır. Açık Toplum Enstitüsü kurucusu Soros’un
desteklediği TESEV’in hazırladığı “Yerel ve Bölgesel Yönetim İçin Öneriler”
raporunda önerilen her şey, bu ihanet yasalarının içine yerleştirilmiş ve
TBMM’nin gündemine getirilmiştir. TESEV’in hazırladığı bu rapora, TESEV’in 183
no’lu kurucu üyesinin muhalefet edeceğini, direneceğini beklemek, en hafif
deyimle safdilliktir.
Özünde “devletsizleştirme”
projesinin tabana yayılmasının önemli bir ayağını oluşturan “Kent
Konseyleri” ne geçmeden bir noktanın altını daha çizmek gerekir.
1996′dan bu
yana birçok kez gündeme alınmasına karşın bir türlü yasalaştırılamayan “Kamu
Yönetimi Temel Kanunu” AB-D’nin kurnaz mimarlarının önerisi ile “Kent
Konseyleri, Kalkınma Ajansları, Büyükşehir Yasaları” olarak parçalara
ayrılmış, ambalaj değiştirilerek, “kalkınma, demokratikleşme, yönetişim,
katılımcılık, yerinden yönetim vb.” kavramlarla cilalanarak yasalaştırılmıştır.
Bu ihanetin
yasal dayanaklarının tamamlanması için, Yasalarımızda birkaç değişiklik daha
planlanıyor. Dilerseniz nelerin planlandığını İçişleri eski Bakanı Abdülkadir
Aksu’nun kendi ağzından yaptığı şu açıklamadan öğrenelim.
“Olursa her
ilde bir yönetici olacak, o da seçimle gelecek. Şu an da atanmış vali ve
seçilmiş belediye başkanı birlikte olmayacak. Bu konu da partide araştırma ve
geliştirme bölümü çalışıyor. (…) En iddialı projelerimizden biri de, her il ve
ilçelerde bir nevi, ‘yerel parlamento’ olarak adlandırılabilecek çalışma
sistemi kurmak.”
Aksu,
ANAP’ın olduğu kadar AKP’nin de önde gelen isimlerindendir. “Her il ve
ilçelerde bir nevi yerel parlamento”, söylemi, amacını aşan değil, tam tersine
amacı doğru tanımlayan bir söylemdir. Amaçlanan “yerel parlamento”dan anlaşılması
gereken bu günkü adıyla “KENT KONSEYLERİ”dir.
“YEREL
GÜNDEM 21” VE “KENT KONSEYLERİ”
Yerel Gündem
21, kendi mimarlarınca şöyle tanımlanıyor. “Yerel Gündem 21, 1992 yılında
yapılan Rio de Janeiro’daki Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’ndan
(Yeryüzü Zirvesi) bu yana, dünyada yaklaşık 135 ülkedeki binlerce, ülkemizde
ise 60’ı aşkın kentte uygulanan 21. yüzyılda çevresel, toplumsal, ekonomik
gelişmeye ve öncelikli kent sorunlarının çözümüne yönelik çalışmaları kent
halkı ile birlikte yürüten ve uygulamaya geçiren bir ortaklık projesidir.”
YG21 ile
“sorunların çözümünde sadece devleti içeren tek özne yerine, hükümetler, is
adamları, ticaret birlikleri, bilim adamları, vatandaşlar, hükümet dışı
kuruluşların da içinde bulunduğu çok taraflı görev ve sorumluluk üstlenen
gruplardan yardım alınması” öngörülmüştür.
Avrupa Yerel
Yönetimler Özerklik Şartı göre, özerk yerel yönetim kavramı, “yerel makamların,
kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü
kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme
ve yönetme hakkı ve imkânı anlamını” içermektedir
Türkiye’deki
Kent Konseyleri, YG-21’lerin “yasal” olarak statü kazandırılmış yeni
yapılarıdır. Bugün Avrupa’da ve diğer pek çok ülkede “Local Agenda 21 (LA-21)”
olarak isimlendirilen bu yapılar bizde de yeni belediye kanununa kadar
varlıklarını YG-21 adı altında sürdürmüşlerdir. Yasal bir statü kazandıkları
zamanda isimleri “Kent Konseyleri” olarak değiştirilmiştir. Bununla birlikte
Kent Konseyleri kavramlaştırmasına değişik ülkelerde de rastlamaktayız. Adı
ister YG-21 olsun isterse de Kent Konseyleri olsun, iki yapının da ortak
iddiası, yerelde yeni bir yönetişim modeli olarak gösterilmeleridir.
Türkiye’de
içeriği ve özü dumura uğratılmış “kalkınma, demokratikleşme, yönetişim,
katılımcılık, yerinden yönetim vb.” kavramlarla, Dünya Bankası, Birleşmiş
Milletler, OECD, bunlara destek veren IMF’nin dayatması olarak gündeme
gelen”YG-21 ya da “KENT KONSEYLERİ”nin temel işlevi, merkezi yönetimin
sağlaması gereken kamusal hizmetlerin yerel yönetimlere bırakılmasıdır.
Türkiye’de
de bugüne kadar, merkezi yönetim tarafından belediyelere devredilen ya da uzun
süredir zaten belediyeler eliyle verilen kamu hizmetlerinin hızla
özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasının deyim yerindeyse “kılıfı-ambalajı”
olarak önceleri “Yerel Gündem-21” şimdi de “KENT KONSEYLERİ” sahneye
sürülmüştür.
Doğası
gereği bir türlü doymak bilmeyen “küresel çete ve özel sektör”, Yerel Yönetimlerin
elinde olan “ulaşım, yol yapımı, çöp, kent temizliği, su, çevre düzenlemesi
vb.” gibi yerel yönetimlerin kendi olanakları ile sunduğu hizmetlerden
çekilmesi, küresel çete ve özel sektör için çok önemli kar alanları
yaratmıştır. Bu karlı alanı ele geçirmek için yapılan çalışmalarda
katılımcılarının kimler olduğuna bakmak bile ileri sürdüğümüz tezin doğruluğunu
kanıtlar niteliktedir. “Avrupa Birliği Yolunda İyi Yönetişim” adıyla yapılan
çalışmalar “TÜSİAD, OECD, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği” ortaklığıyla
yürütülmüştür.
2005 tarihli
ve 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun “Kent Konseyi” başlıklı 76. maddesi ne
dayanılarak çıkartılan, asıl olarak YG21 programını esas alan “Kent Konseyleri
Yönetmeliği” “sürdürülebilir kalkınma” ilkeleri çerçevesinde, “yönetişim”
anlayışını, “hemşerilik hukuku”na dayanarak hayata geçiren ve katılımın
yaygınlaşmasını “kent vizyonu” etrafında geliştirilmesini sağlayan çok aktörlü
bir yapıdır. Kent konseyi, katılım ve yerinden yönetim ilkelerini hayata
geçirmeye çalışır.”
“YÖNETİŞİM”
Kent
konseylerinin omurgasını oluşturan, “katılımcılık, demokratikleşme,
sürdürülebilir kalkınma” anlayışlarını yaşama geçireceği ileri sürülen
“Yönetişim” kavramını şöyle tanımlanıyor.
“20. yüzyıl
toplumları, “yöneten ile yönetilen”, “devlet ile toplum” arasında durmadan
açılan bir uçurumla yaşamaya çalışmıştır. Devlet aşırı büyümüş, toplumun
üzerine abanmış, toplumun taleplerini duyma ve yerine getirme melekelerini
yitirmiştir. Demokrasi, ancak, devlet ile toplum arasındaki bu uçuruma son
verilerek gerçek hale getirilebilir. Bu nedenle “yönetişim” KATILIMCILIKTIR.
Türkiye’de
özellikle kendini “sol” olarak tanımlayan örgütler ve kişilerin “olmazsa
-olmaz” istemidir “yönetişim” ve “katılımcılık.” Ancak “demokratikleşme,
kavramında olduğu gibi “katılımcılık” da ulus ötesi sermayenin yeniden
biçip-diktiği bir elbisenin, mazlum ulusların üzerine zorla değil , “rıza” ile
giydirilmesine dönüşmüştür.
Bu nedenle
Yönetişim; Ulus egemenliğini temsil eden iktidarın yeniden paylaşılmasıdır.
Önceliği “Kamu yararı” olan devlet aygıtından “kamusal alanları” terk etmesi
talep edilmektedir. Devletin önceliği, Kamu yararı değil, küresel aktörler
arasındaki paylaşımın gözetilmesi, iş ve işlemlerin “genel sekreterliği”ni
yürütülmesi olmalıdır.
Konumuz olan
“Kent Konseyleri” işte bu anlayış üzerine oturtulmuştur. Üçlü bir sacayağı
olacaktır. Birinci ayak “genel sekreterliği yürütme” işlevi dışında bir görevi
olmayan ve devleti temsil eden “BÜROKRASİ”, İkinci ayak toplumun üretken,
girişimci, toplumsal gelişmenin lokomotif işlevi gören “ÖZEL SEKTÖR”.( TOBB’nin
her ildeki temsilcileri Kent Konseylerinin doğal üyesidir.) Üçüncü ayak ise
“Sivil Toplum Örgütleri”dir.
Bu üçüncü
ayak konumuz açısından üzerinde durulmaya değer. Nedir bu sivil toplum
kuruluşları? Örneğin Atatürkçü Düşünce Derneği, bir sivil toplum kuruluşu
mudur? Gerek Dünyada, gerekse ülkemizde “Sivil Toplum Örgütü” “NGO”
denildiğinde, nitelik ve nicelik olarak “Sermaye Tabanlı” örgütler
anlaşılmalıdır. Doğru olan da budur. Bu nedenle nitelik ve nicelik olarak
sermaye tabanlı olmayan örgütlenmeler “Demokratik Kitle Örgütleri”dir. DK.
Örgütleri sermaye ile ortak bir paydada buluşamazlar, Kent Konseylerinin üçüncü
ayağını oluşturan yapılanmanın içine alınmazlar, uygulamada da alınmamışlardır.
Buradan şu
çıkarsama rahatlıkla yapılabilir. Yönetişim; genel sekreterliği yürütme”
işlevini yerine getiren ve devleti temsil eden BÜROKRASİ ile Sermayeden (Özel
sektör ve Sivil Toplum Örgütleri) oluşan bir yapılanmanın adıdır.
Kaldı ki bu
güne değin, siyasal iktidarlara ve devlet bürokrasine baskı uygulayarak, söz ve
karar süreçleri üzerinde etkili olan kesimler, “Özel sektör ve Sivil Toplum
Örgütleri”dir. Kent Konseylerinin asıl hedef kitlesi olan/olması gereken,
“katılımcılığının” sağlanması beklenen toplum kesimleri, yani milli gelirden en
düşük payı almaya mahkûm edilen, üreten, emeğiyle geçinen, geniş halk
yığınları, sermaye dışı tüm toplumsal kesimler karar süreçlerinin en alt
düzeyine itilmişlerdir.
Özel sektör
ve sermaye tabanlı sivil örgütlenmelerin temsilcileri dışında, örgütsel ve
bireysel katılımın olanaksızlaştırıldığı, belirli örgütlü kesimler dışındaki
kent yasayanlarını dikkate almayan, zaten söz ve karar süreçleri üzerinde
etkili olabilecek kesimlerden oluşan, Kent Konseyi’ne, kent yoksullarının
katılımı ancak kararı başkaları tarafından alınan ve “yoksulluğu
sürdürülebilir” kılan projeler düzeyinde olmaktadır.
Katılımcılık,
demokratikleşme, sürdürülebilir kalkınma, yerinden yönetim gibi geniş halk
yığınlarının kolayca benimseyip savunacağı kavramlarla ortaya atılan “Kent
Konseyleri” zaten örgütsüz ve yoksul olan geniş toplum kesimlerinin kısıtlı da
olsa yararlanabildiği demokratik kimi hak ve özgürlüklerinde
sınırlandırılmasının aracı olabileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Bu nedenlerle
“katılımcı-yönetişim” adı verilen bu uygulama demokratik değil, tam tersine
anti-demokratiktir. Yani, yönetim, söz ve karar yalnızca “Sermayenindir.”
Sömürünün ve
sermayenin küreselleştiği, Küresel sermayenin, ulus/üniter devletlere karşı
küresel bir saldırıya geçtiği gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzu yaşayarak
görüyor ve biliyoruz.
Bir bütünün
parçaları olan “Kalkınma Ajansları, Kent Konseyleri, Büyükşehir Yasaları”
gerçekte, yerel kamu hizmetlerinin ve halkın gereksinmelerinin küresel
sermayenin kar alanına dönüştürüldüğü, yerel yönetimlerin, ulusaldan
kopartılıp, küresel çetenin kontrol ve denetimine geçtiği, Yerel Yönetimlerin
kar amacı gütmeden gerçekleştirdikleri kamu hizmetlerinin özelleştirilerek
piyasalaştırıldığı, sosyal devlet kavramının tarihe karıştırıldığı bir sürecin
öncüleridir. Önümüzdeki yıllarda Yerel Yönetimler ulus ötesi işletmecilerinin
kar alanları haline gelecektir.
Türkiye
Cumhuriyeti, üniter/ulus devlet modeli üzerine antiemperyalist bir devrimle
inşa edilmiş, devlet öncülüğünde planlı kalkınmayı ilke edinmiş, Kamusal gücün
temel dinamiklerinin devletin denetim ve kontrolünde olduğu bir “sosyal devlet”
olarak kurulmuştur. Neresinden bakarsanız bakın, “Kalkınma Ajansları, Kent
Konseyleri, Büyükşehir Yasaları” Kamusal gücün ve kamu hizmetlerinin sermayenin
tekeline devredilmesi, bir KARŞI DEVRİM hareketidir. Küresel çete ve onunla
bütünleşmiş işbirlikçi, tekelci sermaye, yerinden yönetim, yönetişim,
katılımcılık adı altında yereli ulusaldan ayırarak, kamu ekonomisi ve devletin
stratejik kararlar alma yetki ve yeteneğini de ortadan kaldırmayı
hedeflemektedir.
Bu nedenle,
yerelin, ulusal-merkezi olan ile birliğini savunmak, günümüzde izlenmesi
gereken politika olarak ortaya çıkıyor; küresel sermaye lehine yürüyen
özelleştirmeye karşı direnmek, ancak yerellik – federalizm- eyaletleşme gibi
siyasal örgütlenmelere karşı çıkmakla mümkün görünüyor.
SONUÇ
Devlet
ulusal egemenliğin aracıdır. Bu araca rakip veya paralel başka egemenlik
araçları tanımlanamaz. Günümüzde yaşanan dönüşümün ana hedefi; ulusal
ekonomileri devletsizleştirmek ve küreselleştirmek olarak görülmektedir.
Böylelikle kamu yönetiminde tasfiye edilen ulusal devletin idare yetkisiyle
birlikte, egemenlik gücü de küresel çeteye devredilmiş olacaktır.
Eğer bu
olguya karşı gereken önlemler alınmaz, toplumsal muhalefet örgütlenerek karşı
bir direniş gösterilmezse, yakın gelecekte Türkiye Cumhuriyeti için bir yok
oluş, kendi kendini imha operasyonu ile karşılaşmak kaçınılmaz sonuçtur.
Bu toplumsal
muhalefeti örgütlemek, antiemperyalist, antifaşist direniş cephesini oluşturmak
Kemalistlerin omuzlarında bir görev ve tarihsel sorumluktur.
Bu görev ve
sorumluluğu, kurtuluşu Avrupa Birliğinde, Soros Vakıflarında gören Atatürk
Maskeli Mandacılara ihale etmek, son tahlilde küresel çetenin kucağına
oturmakla eş anlamlıdır.
Kırk yıldır
NATO’ya uşaklık edip, sonrada kendini “Atatürkçülüğün Noteri” ilan eden
sistemin has adamlarından, türeyen ya da türetilen Atatürkçülerden emperyalizme
karşı direniş beklemek tam bir aymazlıktır. Çünkü Sn. Yılmaz Dikbaş’ın
söylemiyle;
Hem AB’ci,
hem de Ulusalcı olunamaz!
Hem AB’ci,
hem de Atatürkçü olunamaz!
Hem AB’ci,
hem de Anti-emperyalist olunamaz!
Hem AB’ci,
hem de tam bağımsızlıkçı olunmaz!
Ülkemizin ve Ulusumuzun tek kurtuluşu ”altı ok” felsefesinin, yani Kemalizm’in ödünsüz yaşama geçirilmesi ile olanaklıdır.
Son söz:
“Biz
emperyalistlerin eline düşen bir kuş gibi yavaş yavaş ve sefil bir ölüme mahkûm
olmaktansa, babalarımızın oğulları olmak sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih
ederiz. Ve yine şunu da iyi bilmenizi isterim ki, bir millet maddi ve manevi
bütün gücünü ortaya koyar, savaşır, didinir, sonunda muvaffak olamazsa, o
millet zaten ölmüştür. Fakat ben şuna inanıyorum ki, Türk Milleti mutlaka
muvaffak ve muzaffer olacaktır”. Gazi Mustafa Kemal Atatürk- 20 Eylül
1919/Sivas
Mahmut
ÖZYÜREK
ADD Isparta
Şubesi (önceki) Başkanı
(Not: Sn.
Prof. Dr. Birgül Ayman GÜLER’in “DEVLETTE REFORM” Makalesi “kaynak” olarak
değerlendirilmiştir.)