24 Ekim 2015 Cumartesi

REŞİT GALİP "Devrimci devrimcidir"




Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi'nden geçerek inerler. Pek azı bu ismin kim olduğunu bilir.

Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip'in 41 yaşında göçüp gitmesi rol oynamıştır, belki de İnönü’yle yıldızının hiç barışmaması...

Rodos'ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris'e gelmiş.

Liseyi İzmir’de okumuşlar.

Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış.

Reşit Galip ise İstanbul Tıp’a gidip doktor olmuş.

Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış.

Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış.

1923 Mart’ında, hekimlik yaptığı Mersin'e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa’nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş:

'Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir.'

Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi'yi ‘milletin bir ferdi' sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş. Tabii en çok da Gazi'nin...

Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925'te Meclis'e girmiş.

Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHP İdare Heyeti'nde görev almış.

Türk Ocakları’nda, Halkevleri'nde çalışmış. Yine Atatürk’ün isteğiyle Serbest Fırkaya girmiş.

Ve Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış.

Bu sofra sahnesi pek çok tanığın anılarında vardır:

1931 sonbaharıydı.

O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı.

Esat Mehmet, Atatürk’ün Harbiye'den 'tabya Öğretmen’iydi. Kazım Özalp’in 'Atatürk’ten Anılar' kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı.

Esat Mehmet, 'kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini' belirtti.

Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi.

Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı:

'Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi' dedi. 'Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. inkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır.
Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.'

Sofra gerildi.

Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı.

'Bu konuyu uzatmayalım.
Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız' dedi.

Ama Reşit Galip alttan almadı.

'Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir! .
Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez.'

Reşit Galip'in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı:

Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı.

Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekâletinden izin alamamışlardı.

Reşit Galip 'Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez' diye kestirip attı.

Atatürk’ün kaşları çatıldı.

'Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz' diye çıkıştı. Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti.
Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı’nı işaret ederek dedi ki:

'Devrimci devrimcidir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır.'

Atatürk yeniden uyarma gereği duydu:

'Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?'

'Kusura bakma Paşam, taşımıyor ! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır.'

'Sizi de eleştiririm!' Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı: 'Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize müsaade edemem' diye haşladı.

Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı: '

'Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir'a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz.'

İlk kez Atatürk’ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu.

Reşit Galip'in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu’nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekânın sahibi Madam Senya'dan 'İş Bankası’ndan kredi alamıyoruz' yakınmasını dinlemiş ve orada bir kâğıda İş Bankası Genel Müdürü’ne hitaben 'yardımcı olunması' isteğini yazmış, Rus çifte vermişti.

Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu.

Atatürk bu kez kızmadı;

'Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin' diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu.

Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu.

Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı:

'Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır.’

Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp

'Öyleyse biz kalkalım' dedi.

Sofradaki bütün heyet ayaklandı;

Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar.

Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir:

Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir.

Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar.

'Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik' derler.

Atatürk 'Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz' der. Sonra 'Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var' diye ekler.

1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip'in Ankara Radyosu'ndaki bir konuşmasını dinler;

'Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile' demektedir.

Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder.

Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder.

Onun yanına da, hocası Esat Mehmet'i oturtur.

Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı’nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.

Rose Noir olayı mı?

Onu da hatırlatalım:

İş Bankası Genel Müdürü! Muammer Eriş, Atatürk imzalı kâğıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gelmiş, Ata’nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir.

Reşit Galip'in bakanlığı sadece 13 ay sürdü.

Bu süre içinde Darülfünundan üniversite reformunu başlattı.

Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı.

Eşi Zubeyre Hanım’ın deyimiyle 'deli gibi çalışıyor' ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu.

Aslında Atatürk’le araları iyiydi.
O Gazi'ye 'Paşam',

Gazi de ona 'Doktor' diye hitap ederdi.

Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk,

'Seni eve ben bırakacağım' demiş.

Eve bırakınca O da saygıdan,

'Ben de sizi uğurlayacağım Paşam' karşılığını vermiş.

Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış.

O gece zatürree olmuş.

Dinlenmesi ! tavsiye edilince 1933 Ekim'inde görevden ayrılmış.

1934 yazında Moda'daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş.

Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını takip etmeye başlamış.

Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış.

1934'te, 41 yaşında hayata veda etmiş.

'Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış'

Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan

'Türküm doğruyum çalışkanım' andı var ya...

Kim kaleme almış biliyor musunuz?

'Reşit Galip...'

O andın 1933'ün 23 Nisan günü Reşit Galip'in kaleminden çıktığını eminim çoğumuz bilmeyiz.


Kazım Özalp "Atatürk'ten Anılar"  (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) .
Alıntı

23 Ekim 2015 Cuma

“ŞECAAT ARZ EDERKEN MERDİ KIPTİ, SİRKATİN SÖYLEDİ”



İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı savunurken 2. Abdülhamit'ten örnek vermiş.
“Biz bunu tarihte gördük” diyen Topbaş, “2. Abdülhamit’in 33 yılık yönetim döneminde etrafındaki sıkıntılara rağmen ülkeyi savaşa sokmadan ciddi bir istihbarat teşkilatıyla tüm gelişmeleri takip ederek dünyayı yakından izliyordu. Farklı ülkelere fotoğrafçılar göndererek ekonomik durumları görmek adına çalışan bir padişahın yönetimden gitmesi için çok çalışıldı”.
Şimdi başarıya koşan elini taşın altına koyan, gece gündüz çalışan, Türkiye’yi geliştiren ve bütün dünyada ezber bozduran yeni bir lider çıkıyor.”demiş…
Tarihi Çarpıtmak, tersyüz etmek ve buradan nemalanmaya kalkışmak utanmazlık ve arsızlıktır..  Erdoğan’ı  2.Abdülhamit’e benzetmek cahillikten değilse  tam bir aymazlık, yalancılık ve ikiyüzlülük örneğidir.
Çünkü  1- Abdülhamit, “Ben bir karış bile olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil,milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanlarını dökerek mahsuldar kılmıştır. Milletim de bu toprakları ancak aldığı fiyata verir. Çünkü bu topraklar kanla alınmıştır, kanla verilir!” derken,
Topbaş’ın  “Türkiye’yi geliştirdiğini iddia ettiği  R.Tayyip’in “iktidara geldiği 2002’den bu yana, yabancılara 76 milyon 145 metrekare gayrimenkul satılmış. Bu satışın en fazlası Konya’da gerçekleşmiş. Bunu 6 milyon 205 bin ile Antalya, 5 milyon 768 bin Muğla, 4 milyon 494 bin ile Ankara, 3 milyon 184 metrekare ile Aydın ve 2,2 milyon metrekare ile İstanbul izliyor.
Türkiye’de gayrimenkule yatırım yapan yabancıların sayısı 119.599 kişi.
Çünkü 2- Sultan Abdülhamit, saltanatı süresince Yahudilerin Filistin’de toprak alarak yerleşmelerini engelledi.
Recep Tayyip Erdoğan’a ise Ocak 2004'teki Amerika ziyareti sırasında New York’ta ;Amerikan Musevi Komitesi tarafından Yahudi Cesaret Ödülü olan “Davut Boynuzu” verilmiştir.
Ayrıca belirtmek gerekirse Amerikan Yahudi Konseyinden Yahudi Cesaret Ödülünü alan sadece Türkiye’den değil tüm Müslüman dünyadan tek devlet adamı Tayyip Erdoğan’dır.
Yahudi Cesaret Ödülü dünyadaki alan TEK Müslüman: Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Daha onlarca kıyaslama yapılabilir. Ama sanırım bu kadarı bile yeterli. Ne diyelim Topbaş Tayyip'i öveyim derken, onun vatan topraklarını sattığını da söylemiş oldu..
 Yani “şecaat arz ederken merdi Kıpti, sirkatin söyledi” 23 Ekim 2015-10-23
Mahmut ÖZYÜREK

Akp’nin 13 Yıllık Eğitim Politikası



2015 genel seçimlerinden sonra, AKP’nin olası bir koalisyon hükümetine ortak olacağı dillendirilen şu günlerde son 13 yıllık eğitim politikasının analiz edilmesinde yarar umulmaktadır.

AKP hükümetinin iktidara geldiği günden itibaren izlediği politika neoliberal bir devlet, toplum ve eğitim sistemi olmuştur. Bugün gelinen noktada bugün artık, zira parasız okul okumak imkânsız. Kamudaki eğitim niteliksizleşmiştir. Ders kitapları ilköğretimde bedava ama ders kitapları piyasası her geçen gün büyümüş ve devlet ders kitaplarını kendi matbaalarında bastıracağına özel sektöre havale ederek kamuda özele ciddi kaynak vb. aktarımında bulunmuştur.

AKP döneminde neredeyse her birkaç ay içinde yeni bir vakıf üniversitesi açılmıştır. Vakıf üniversitelerine yapılacak devlet yardımlarındaki sınır kaldırılmıştır. Vakıf üniversiteleri üniversite sınavlarında yeterince yüksek puan almış olan yoksul çocuklar sistemin dışına atılmıştır.

AKP, ders kitaplarında ABD’ye karşı olmayan dincilik- ılımlı İslam anlayışı ile girişimcilik gibi öğelerin öne çıkarırken toplumsallık ve yurtseverlik ögelerini ikinci planda tutmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi emperyalizm karşıtlığıdır. Oysa bazı ders kitaplarında emperyalizme karşı olmak kötü bir şeymiş gibi anlaşılmıştır.

Küreselleşme süreci; kendi sistemine uygun bireyler istiyordu. Bu nedenle, eğitim fakülteleri 1990’lı yıllardan itibaren yapılan dersler bu kavramlar üzerine yapılandı. Genç öğretmenler bu kavramlarla düşünmeye başlamıştı ve artık 2004 yılına geldiğinde sıra bu kavramları kamuoyuna mal etmeye gelmişti. Çünkü yeni programları başka türlü anlatmaları mümkün görünmüyordu. Öğretmenlere yönelik hizmet içi eğitimler ve pilot okul çalışmaları hep bu kavramları yerleştirmek üzerine kuruldu.

Yine AKP döneminde artık Milli Eğitimdeki yöneticilik konumlarına, öncelik sırasına göre; ilahiyat alanında lisansüstü eğitim almış din bilgisi öğretmeni/ alt özelliği olmayan din bilgisi öğretmeni olarak sıralanmıştır. Daha sonra, imam hatip kökenli diğer branş öğretmenleri gelmiştir. Yine, aynı dönemde, yeni yapısıyla TÜBİTAK’ın evrim kuramı gibi bilimsel görüşün temeli olan bu anlayışa tepkili hale gelmesi, bu kurum çalışanlarının, mesleklerine ve bilime sahip çıkmak yerine siyasal güce bağımlı olmayı yeğledikleri görülmüştür.

Diğer taraftan, Ülkenin eğitim sistemini temelden yok edecek 4+4+4 adlı eğitim uygulaması AKP döneminde atılmıştır. Kısa sürede iflas ettiği anlaşılan 4+4+4 uygulaması şu sonuçlara sahip olduğu anlaşılmıştır: Çocuk gelinlerin artması; çocuk işçiliğinin artması; kalabalık sınıfların oluşması; alt yapı ve fiziki donanım sorunları; öğretimin zayıflaması ve eğitimde fırsat ve imkan eşitliğinin daha da zayıflamasıdır.

Yine, demokratik seçimi manipüle ederek okul müdürlerinin atanması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Yine;  karma eğitimi tartışılır duruma getirerek çağdışı uygulamalara imza atmak bu dönemin özelliklerinden biridir.

Sonuç olarak; AKP yönetimi uyguladığı politikalarıyla eğitim sisteminin genleriyle oynamasını bilmiştir. Bu sonuç da insan yetiştirme düzenimizde onarılmayacak yaralar açmıştır.
Hasan GÜNEŞ