16 Aralık 2014 Salı

ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ ISPARTA ŞUBESİ CUMARTESİ SÖYLEŞİLERİ



ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ ISPARTA ŞUBESİ CUMARTESİ SÖYLEŞİLERİNDE 12 EYLÜL FAŞİZMİ VE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI TARTIŞILACAK.. SİZDE DAVETLİSİNİZ.. KATILIM VE KATKINIZI DİLERİZ

Karşı-Devrimci Saldırının Karargâhlarına Uzatılan Can Simidi



Bu gün(14 Aralık) başlatılan İstanbul merkezli "paralel yapı" operasyonu çerçevesindeki soruşturma kapsamında Terörle Mücadele ekipleri başta İstanbul olmak üzere ve birçok ilde çok sayıda gazeteci ve polis müdürü gözaltına alındı.
Gözaltı gerekçesinde, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin egemenliğini ele geçirmek amacıyla baskı, yıldırma ve tehdit yöntemlerini kullanarak örgütsel yapı oluşturarak bu yapılanma altında iftira, kişi hürriyetinden yoksun kılma, belgede sahtecilik suçları... İle ilgili “MAKUL ŞÜPHE" denildi.
Bu operasyon, iktidardaki İslamcı faşist çetenin, iktidarı ele geçirme sürecinin ortakları arasındaki iktidar kavgasında yürütülen egemenlik ve çıkar kavgasıdır. Bu operasyon iktidarı tüm kurumlarıyla ele geçiren ortaklardan birinin diğerini tasfiye harekâtıdır. Bu nedenle doğal olarak, ortada kirliliğin temizlenmesi ve sistemin demokratikleştirilmesi için yürütülen bir mücadele yoktur. Bu anlamda ortada desteklenecek veya karşı durulacak birileri veya bir harekette söz konusu değildir.
İslamcı faşist diktatörlüğün İktidarda kalabilmek uğruna yapabileceği her şeyi yapmaktan çekinmeyeceği ortada. Kendilerine yönelik hırsızlık yolsuzluk konularında her hangi bir kovuşturma yargılama yapılabilmesi hatta mümkünse yayın yapılması olanaklarını ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.
2003 yılında bir tehdit ve tehlike olarak algılanan İslamcı faşizm, bu gün gerçekliğe dönüşmüş tüm kurumları ele geçirerek iktidara yerleşmiştir.
İktidarı ele geçiren faşist şefler, Faşist liderler; iktidar koltuklarına iyice yerleştiklerinde, “ortamı kendileri için temizlemiş olan bıçakların”  her an kendilerine dönebileceğini hesaba katarlar.  Bu nedenle siyasal iktidar koltuğunu güvence altına almak, kendini iktidara taşıyan iç ve dış destekçilerine güven verebilmek için bir temizlik operasyonuna girişmesi, artık “tehlikeli” bulunan unsurları tasfiye etmesi bir zorunluluk ve ön koşuldur.
Kullanılan araç ve yöntemler bakımından Ülkemizde iktidara çöreklenen  “ İslamcı faşist şefle” neredeyse bire bir benzerlik gösteren Hitler’in, 1933’te kendisini şansölye (başbakan) ilân ettirmeyi başardıktan sonra Nazi hareketinin önde gelen liderlerinden Röhm ve tüm SA şeflerini öldürtmesi ve onun örgütlediği SA’yı (Fırtına Birlikleri) Alman silahlı kuvvetlerine bağlaması, aynı şekilde İtalya’da iktidarı ele geçiren Mussolini’nin parti içinde ilk büyük temizlik harekâtına girişerek, tabanca ve bıçaklarla yürütülen fiziksel tasfiye de dâhil 150 bin üyeyi partiden ihraç etmesi bu zorunluluğun gereğidir.

“Paralel yapı” denilen ya da adlandırılan yapıyı ve onunla yapılan iktidar hesaplaşmasını doğru bir biçimde algılama bilincinden yoksun olanların, 14 Aralık operasyonundan doğru sonuçlar çıkarması da olanaksızdır.
Taraflardan herhangi birine, diğerine göre daha ilerici veya daha gerici bir konum ya da görev atfetmek,  üzerine gidilen şeyin “demokrasi- basın özgürlüğü” olduğunu iddia ederek, tarafları “dinci faşist örgütlenmeler ” olan hesaplaşmada, dolaylı ya da yer yer dolaysız olarak, birine destek vermek, eğer kasıtlı bir tutum değilse en iyi olasılıkla siyasal körlük ve aptallıktır. 
Kemalizm’e karşı kudurgan bir karşı-devrimci saldırının karargâhları olan, karşı devrimin ve gericiliğin tetikçilerine yapılan operasyona,  Dersimli Kemal’in   “Mazlumun kimliği sorulmaz. Biz her zaman mazlumların yanındayız”  diyerek tepki göstermesi, CHP İstanbul Milletvekili Oktay Ekşi’nin ise( Dersimlinin bilgisi dâhilinde) Zaman Gazetesi’ne koşarak "Bu yapılan ortak değerlerimize saldırıdır,  Özgürlüğünü savunmak hepimizin borcu. Her zaman yanınızdayım" mesajı vermesi devrim ve karşı devrim saflaşmasında kimin nerede durduğunu, kimlerle kol kola girildiğinin açık ve net göstergeleridir.
 “Karşı-devrimci saldırının karargâhlarına sanki “demokrasinin kaleleriymiş” izlenimi verdirilerek İslamcı faşizmin gerçek-derin gücü gizlenmeye çalışılmaktadır.
Bu aynı zamanda derin ve ekonomik toplumsal krize sürüklenen ve bu nedenle de ayağa kalkamayacak ölçüde yıpranan ve güç kaybeden “İslamcı Faşist diktatörlüğe” diktatörlüğünü pekiştirme,  krizden çıkış için zaman kazandırma, toplumsal muhalefeti, antifaşist halk direnişini etkisizleştirerek kırmak ve kapıları faşizme içerden açmaktır. Karşı-devrimci saldırının karargâhlarına  uzatılan can simididir
 “Karşı-devrimci saldırının karargâhlarına” verilen bu destek; fena halde can yakan krizlerinin ortasında öfkeyle umutsuzluk, değişim arzusuyla çıkışsızlık, çözümsüzlük arasında sıkışıp kalan geniş halk kitlelerinin, sözde muhalefet eliyle dinci faşizmin pençesine teslim edilmesinden başka bir anlam da taşımamaktadır.
Devrimcilere düşen görev,  bunalımın karşı-devrimci çözümüne destek vermek değil, Kemalist devrim bayrağını açmak, Tam Bağımsızlık, emek ve demokrasi kavgasını büyütmektir. 
Bunun koşullar bu gün, kesinlikle dünden daha olanaklıdır 15.12.2014

Mahmut ÖZYÜREK

DEĞERLER EĞİTİMİ ANGLİKAN KİLİSESİ PROJESİDİR



19. Milli Eğitim Şura'sında Eğitim Bir Sen'in önerisi, Türk Eğitim Sen'in desteğiyle anaokullarında değerler eğitimi verilmesi kararlaştırılmıştır.

Bu sendikaların üyelerini, Milli Eğitim Bakanlığı'nı ve kamuoyunu uyarıyoruz. Değerler Eğitimi, bir Anglikan Kilisesi projesidir!

Eğitim sistemimizde, okul öncesi ve ilkokul öğretim programlarının tümünün merkezini zaten “temel değerler” oluşturmaktadır. Bu iki okul türümüzün asli görevi ve amacı da “temel değerler” ile donatılmış ve bu değerlere sahip bireyler yetiştirmektir.

Durum böyleyken ayrıca değerler eğitimi projesinin amacı nedir? Çocuklarımız değerlerin bilincinde mi değiller, aileler mi bilinçsiz, öğretmenlerimiz mi yetersizdir? Öğretmenlerimiz yetersizse değerler eğitimini kimler verecektir?

“Değerler Eğitimi” yani “Values Education”un aslında bir Anglikan Kilisesi projesidir ve bu projenin anavatanı da İngiltere'dir.

Bu “Values Education” kavramı da sıkça “Interreligious Dialogue” (Dinlerarası Diyalog) kavramıyla birlikte anılmaktadır.

Mevcut uygulama olan "Temel Değer Yapılandırması" ile Eğitim Bir Sen'in önerisi, Türk Eğitim Sen'in desteğiyle uygulanması kararlaştırılan “Değerler Eğitimi” arasındaki fark şudur:

Biri pedagojik (eğitimbilimsel) kaygılarla yapılandırılmış kazanımlar üzerinden müfredatla ilişkili iken diğeri ise kültürel değer ve kavramları Anglo-Sakson anlayışa göre biçimlendirme operasyonunun bir parçasıdır.

Hıristiyanlık anlayışında, bebek günahkâr doğmuştur ve vaftiz töreniyle arındırılmak zorundadır. Bu anlayış yapısındaki bir toplumda bu günahkâr çocuğun arındırılması sürecinde “values education” haliyle önemli bir yer tutmaktadır.

Laiklik, Türkiye'deki bazı cahil zevatın sözümona din adına hareket ettiğini sanıp Hıristiyanların ve Hıristiyanlığın kucağına düşmesini engellemek işlevini de görmektedir.

Laikliği dinsizlik sananlar; temel amacı Türkiye'yi parçalamak olan misyonerlik tehdidine karşı Atatürk'ün neler yapmış olduğunu bir zahmet öğreniversinler.

Cahilden hiçbir halt olmayacağı gibi dindar da olmaz! Olsa olsa misyoner maşası yobaz olur!

ATASEN
Ata Eğitim ve Bilim Çalışanları Sendikası
www.atasen.org.tr

Kaynakça:

1) http://gloucester.anglican.org/schools/values-worship-re/values-education/

2) http://www.ceomelb.catholic.edu.au/about-catholic-education/vision-mission-and-values/

3) http://www.vatican.va/roman_curia/congregations/ccatheduc/documents/rc_con_ccatheduc_doc_19770319_catholic-school_en.html

4) http://www.exeter.anglican.org/index.cfm?page=ccyp.content&cmid=318

14 Aralık 2014 Pazar

Hitler’in İmamları: Siyasal İslam ve Faşizmin ortak yolu



 ‘Hitler’in İmamı Hüseyni, Müslüman askerleri -Heil Hitler- diyerek selamlardı ve askerler de ona yine aynı şekilde -Heil Hitler- derlerdi’
Faşizm; otoriter devlet düzenini ilke edinmiş radikal Milliyetçi bir yönetim sistemidir ve Liberalizme, Demokrasiye, Marksist Sosyalizme, Komünizme karşı olarak ortaya çıkmıştır ve o şekilde de hareket eder.
Etnik Milliyetçiliğin, Sosyalizm ile birleştirildiği ve ana ilkelerini Hitler’in çizdiği akımsa Nasyonel Sosyalizm’dir ve de antikapitalist, antisemitik, antimarksist bir düşünce yapısını savunur.
Bir dönem Türkiye gündemine taşınan güya AKP karşıtı antikapitalist Müslüman örgütlenmesinin ve olur mu, olmaz mı tartışmalarının köken aldığı yer de burasıdır.
Hitler, Almanya’daki Sosyalist eğilimli işçileri, Milliyetçilikle birleştirmiş ve ardından da onları kendi uluslarındaki işverenlerle değil, dünyadaki işverenlerle -ki bunların en önemlileri Yahudilerdir, savaşmaları gerektiği konusunda yönlendirmiştir.
2.Dünya Savaşı’nın Yahudi katliamları başlığında en dikkat çekici gerçeklerden bir tanesi de, Almanların hizmetinde antisemitik düşünce sistemiyle örgütlenmiş, siyasal İslam önderliğindeki Müslüman cihatçı askerlerdir.
Müslümanların kullanılmasındaki ilk basamak tabii ki din siyaseti ve maşa lider başlığıdır -ki günümüzde büyük devletler halen bu sistematiği kullanmakta, El-Kaide, IŞİD, El-Nusra gibi kökeninden kimsenin haberdar olmadığı örgütler aracılığıyla Ortadoğu’yu kan gölüne çevirerek kendi emelleri doğrultusunda Müslümanları kandırmaya devam etmektedirler.
Hitler’in seçtiği baş İmam’ın ismi de Muhammed Emin el-Hüseyni’dir.
1941 yılında başlattığı dini propagandayla, başta Yahudi güçleri ve İngiltere ile savaşmak üzere Müslüman askeri Alman birliklerini kurmuştur. Bunun hikayesi bizim için çok önemli değil, önemli olan bunu nasıl başardığıdır. Cevap çok basittir, Müslümanlığın iki zayıflığından faydalanmıştır.
İlki; aslında öyle olmamasına rağmen, günümüzde IŞİD’inde benimsediği mantıkla Müslüman olmayan veya başka bir dine mensup olan -ki güya Tanrı’nın lanetlediği Yahudilik bunların başında gelir, her insanın öldürülmesi cihatıdır.
İkincisiyse; yine aslında öyle olmamasına rağmen İslam kavramlarının kolaylıkla Faşizme yöneltilebilmesi ve Faşist düşünce mantığının insanlara yerleştirilebilmesidir.
İslam’ın temeli Kur’an da ve de Hadislerde olmak üzere, inanç yapısı özgür iradeyi ve kişisel seçimlerle gelecek bir yargılanma sistemini emrederken, bin yıllık yalancı imamların çalışmalarıyla İslam, insanların hayatlarına müdahale eden, doğru olduklarına inandıkları (giyinme, örtünme, alkol, içki, eğitim vs.) her şeyi zorla, baskıyla empoze etmeye çalışan, karşı gelenleri insanlık dışı cezalandırmalarla yok eden totaliter, faşist bir sisteme dönüştürülmüştür.
Bunun örneklerini günümüzdeki şeriatla yönetilen ülkelerde görmekteyiz zaten. İşte Hitler’in İmamları da İslam’ın yanlış yorumunun kişisel çıkarlar doğrultusunda Faşizm ile kesişmesini, kolayca uyum sağlamasını hem Yahudileri yok etmek hem doğu cephesini kuvvetlendirmek hem de İngilizlere karşı ek bir askeri kuvvet sağlamak için kullanmıştır.
Adı geçen Huseyni ise yıllar sonra şu meşhur ortagımız Müslüman Kardeşlerin kuruluşunun temellerini atacaktır. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Tıpkı ABD’nin günümüzde yaptığı gibi o zamanda da İslam kirli emellere alet edilmiş ve bu durum bizzat İmamlar aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Faşist siyasal İslam ne yapar?
Oruç tutmadıkları için insanların dövülmesini meşru kılar mesela, alkol alanın zina yapanın öldürülmesini hak sayar,
 Herkesin kendi düşünceleriyle yaşamasını emreder uymayanların kafasını keser,
İsteseniz de istemeseniz de bizim doğrularımıza uymak zorundasınız der,
İslam’ı Kur’an’ı yeniden yorumlar ve dine uydurma bilgiler sokar,
Küçük yaştaki beyinleri hurafelerle doldurur ki büyüyünce kendi emrindeki askerlerden olsunlar,
Ağacı yaşken eğmeye çalışır ki kirli emeller hep daha da ilerlesin.
Hikayeler, satıcı hizmetkar imamlar, kullanılan Müslümanlık hep aynıdır ve asla değişmez. Bu adi düzeni bozacak güçlerse; gerçek bilgi, gerçek eğitim, gerçek insan ve inananlar içinse gerçek İslam olacaktır.  09.12.2014
                                                                                               Bülent Eriş - Radikal Blog


13 Aralık 2014 Cumartesi

“ERDOĞAN'IN SARAYINA GÖMÜLEN ATATÜRK” Bu yazı, CFR sitesinde yayınlandı!

ABD Derin Merkezinden son “inciler”! / (Çeviri: Erkan GÜÇİZ)

Türkiye’nin yeni Cumhurbaşkanlığı sarayı için söylenmedik bir şey kaldı mı ki? Muazzam bir şey. Şatafatlı. Pahalı. Ankara’nın Çankaya semtinde bir yamaçtaki eskinin neyi eksikti bilemem. Az bir Osmanlı azametini cumhuriyetçilikle zevkli bir şekilde harmanlayan fakat son derece sade bir yapı. Bu eski sarayın havası, Türk Cumhurbaşkanlığı’nın olgun ve siyaset-üstü gücüne yakışıyordu. Herhalde artık zamana uymuyor.

Pek çok yönden, yeni binanın büyüklüğü ve gösterişi şimdi bu şatoda oturan, karizması, korkusuzluğu, kini ve politik kurnazlığı onu Türkiye’nin en önemli kişisi yapan Recep Tayyip Erdoğan ile uyuşuyor. Aslında o, cumhurbaşkanı, başbakan, dışişleri bakanı, İstanbul belediye başkanı ve Türkiye’nin ahlaki vicdanı. Bir zamanlar Atatürk’ün şahsi malı olan ormanda yükselen o yeni Osmanlı garabetinin altında bunun sembolik önemi yatıyor. Yeni saray, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 12 yıl önce iktidara geldiğinden beri yapmak istediğinin somut bir simgesi. Bu bir yandan arkasında olanların “Büyük Usta” dedikleri, yeni büyük adam Erdoğan’ı yüceltirken, öte yandan da Atatürkçülüğü tarihten kalma bir fosil haline getirerek gömmek.

AKP’nin Atatürk ilkelerine bağlığı hep sözde kaldı, hiçbir zaman eylemlerinde yoktu. Atatürkçülüğün “altı ok”una cumhuriyetçilik, laiklik, devrimcilik, devletçilik, milliyetçilik ve kendine özel ulusalcılığa karşı bir nefretle iktidara geldiler. Erdoğan ve arkasındakiler, karşı çıkmakla yanlış yapmadılar. Bu prensiplerin sıkı sıkıya uygulanması–en azından 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra Atatürkçülerin anladığı şekilde yalnız laik değil, üstüne dinsiz ve dindarlara açıkça düşman bir politika gerektirdi. Ayrıca bu, Türklerin içinde Kürtler’e yer vermeyen etnik aşırı milliyetçilik üzerine kurulu idi. Dindar Türkler ve büyük Kürt azınlık üzerinde kontrolü devam ettirebilmek için Atatürk’ün kurduğu siyasi sistem otoriter olmak zorunda idi.

Subaylarda, siyasetin cumhuriyet düzenine karşı bir tehlike olacak şekle döndüğü algısı oluştuğunda ordu harekete geçti; 1960 ile 1997 arasında dört askeri darbe hareketi ve üstüne komutanların sıradan, defalarca sistemin stratejik etki kanalları yoluyla yaptıkları.

Askeri müdahaleler Atatürkçülüğün güçsüzlüğünü gösteriyor. Hiçbir zaman Türklerin beynine Atatürkçülük bir “sağduyu” olarak yerleşmedi. Dolayısıyla her zaman politik karşıtlarına karşı savunmasız idi yani ordu, güç ve zor kullanarak onu ayakta tutmak için devamlı uyanık bulunma zorundaydı. Değerini kaybeden bir anlayış idi. Atatürkçülük, sonunda başarısız olmaya mahkûmdu. Atatürk devrimlerinin yürürlüğe konmasından bu yana geçen 90 yılda Türk toplumu çok daha karmaşık bir yapı aldı, farklılaştırıldı ve Anadolu dışındaki dünya ile bağlantı kurdu.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkler kendilerini tarihlerinin en büyük tehlikesi ile karşı karşıya bulduklarında, her ne kadar Kürtler ve dindar Türkler için beğenilmeyen sonuçlar doğursa da, belki de Atatürkçülük gerekli idi.

Atatükçülük zaten ölü, onu yeniden gömmenin gereği yok.


Kaynak:http://blogs.cfr.org/cook/2014/11/03/burying-ataturk-in-erdogans-castle/

Burying Ataturk In Erdogan’s Castle

by Steven A. Cook
November 3, 2014
Turkey's President Tayyip Erdogan leaves an official ceremony to mark Republic Day at the new Presidential Palace in Ankara (Umit Bektas/Courtesy Reuters). Turkey's President Tayyip Erdogan leaves an official ceremony to mark Republic Day at the new Presidential Palace in Ankara (Umit Bektas/Courtesy Reuters).

What can anyone say about Turkey’s new presidential palace that has not already been said? It is enormous. It is gaudy. It is expensive. I am not sure what was wrong with the old place, which is nestled into a hillside in the Cankaya area of Ankara. Inside, it was a tasteful blend of republicanism with a subtle nod to Ottoman greatness, but it was altogether understated. The aura of the old palace seemed consistent with the restraint and above-politics powers that were built into the Turkish presidency. I guess it was no longer right for the times.
In many ways, the new building’s size and ostentation befits the castle’s current resident—Recep Tayyip Erdogan—whose charisma, fearlessness, malevolence, and political cunning have made him the most important person in Turkey. He is, in effect, president, prime minister, foreign minister, mayor of Istanbul, and moral conscience to the nation. And therein lies the symbolic importance of this neo-Ottoman monstrosity that has risen in a forest that was once Ataturk’s private property. The new palace is a physical representation of what the Justice and Development Party (AKP) has sought to do since it came to power 12 years ago: Bury Ataturkism, rendering it a historical artifact—a fossil—all the while aggrandizing the new great man, Erdogan, who the faithful refer to as the “Great Master.”
The AKP has always paid lip service to Ataturk, but they never had any actual commitment to him. They came to power in antipathy to the “six arrows” of Ataturkism—republicanism, secularism, “revolutionism,” statism, nationalism, and a particular kind of populism. In this opposition, Erdogan and his followers are not wrong. Strict adherence to these principles—or at least the way Ataturkism’s true believers interpreted them after Ataturk’s death in 1938—demanded a political conformity that was not just secular, but irreligious and openly hostile to piety. It was also built on an ethnic chauvinism that could not accommodate Kurds in the Turkish midst. In order to maintain control over pious Turks and the country’s sizeable Kurdish minority, the political system that Ataturk built had to be authoritarian. Ataturkism’s supporters and apologists would vehemently protest this claim, citing the advent of multi-party elections in the 1950s, the dizzying array of coalition governments in the 1970s, and the energetic opposition press, but Turkish politics during those years was played within a narrow band acceptable only to the General Staff.
Whenever politics strayed beyond what the officers perceived to be a threat to the republican order the military responded, most famously in the four coups d’états between 1960 and 1997 but also in countless other routine interventions through channels of influence the commanders placed strategically throughout the system. The military’s interventions reveal in and of themselves the weakness of Ataturkism. It never became embedded in the minds of Turks in a way that made Ataturkism “common sense.” Consequently, it was always vulnerable to political challenge, meaning the military always needed to be vigilant in shoring it up through force and coercion. It was a losing proposition, though. Ataturkism was bound to fail. In the nine decades since the implementation of Ataturk’s reforms, Turkish society has become more complex, differentiated, and linked to the world beyond Anatolia.
Despite its negative consequences for Kurds and religious Turks, perhaps Ataturkism was necessary at that moment after WWI when Turks found themselves at their greatest peril. Now it just seems irrelevant, which is why Erdogan’s new palace—more a mix of the worst of Dubai and Turkmenistan than Mimar Sinan—is so gratuitous. Ataturkism was already dead; there is no need to bury it again.
 http://www.cfr.org/
http://blogs.cfr.org/cook/2014/11/03/burying-ataturk-in-erdogans-castle/