12 Mayıs 2014 Pazartesi

Bu halk propaganda bekçisi mi Yusuf Yavuz



Bu halk propaganda bekçisi mi

Yusuf Yavuz
15 Kasım 2011

HURAFE ÇAĞINDA AKILLI TAHTA PROJESİ
Başbakan Erdoğan, ‘benim Fatma’mın Helga’dan neyi eksik’ sözleriyle gönülleri okşayıp bundan böyle ‘akıllı tahta’ ile eğitim yapılacağını söyleyedursun, içinden geçtiğimiz zaman diliminin en belirgin yanı akıl dışılığa övgü düzmenin yaygınlaştığı ‘hurafe çağı’ olması. Tahtanın akıllı olması çağın hurafe bulamacına bulanmasını engellemiyor.

11.11.11. ÇILGINLIĞINA DEVLET DE KATILDI
Öyle ki, tüm dünyayı kasıp kavuran ’11.11.11.’ çılgınlığı sonun da devletin kurumlarına da bulaştı. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun günler öncesinden duyurduğu ’11.11.11’de 111 dev projenin açılışı’ töreni, 11 Kasım 2011’de Başbakan Erdoğan’ın katılımıyla Ankara Atatürk Spor Salonu’nda gerçekleştirildi. Orman ve Su İşleri Bakanlığı, (Çevre ve Orman Bakanlığı) geçtiğimiz yıl da ’10.10. 2010’ tarihinde ‘110’ tesisin toplu açılışını yapmış.

BAŞBAKAN’IN ‘UĞURLU’ ELLERİ
48’i özel sektör tarafından tamamlanan HES projesinden oluşan ve aralarında sulama göletleri ve meteoroloji istasyonlarıyla mesire alanları bulunan 111 kalem yatırımın toplu açılışına çok sayıda bakan da katıldı. Bursa, Çanakkale, Çorum, Edirne, Karaman, Konya ve Adıyaman ile yapılan canlı bağlantılarla gerçekleştirilen açılış töreninde konuşan Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, yatırımların niteliklerini sıraladıktan sonra “Bugün çok mutlu bir gün. Ülkemizin dört bir tarafında Başbakanımızın uğurlu elleriyle 111 adet tesisi hizmete alıyoruz” diye konuştu.

OLTAYA YAKALANMIŞ BALIĞIN YEME İHTİYACI OLUR MU
Bakan Eroğlu’nun deyimiyle Başbakan’ın ‘uğurlu’ elleriyle hizmete açılan HES’lerin kaçının yabancı ortaklı olduğunu bilmiyoruz ancak görünen o ki devletin bütün aygıtlarını ve güdümlü medyayı propaganda aracı olarak büyük bir başarıyla kullanan AKP hükümeti, ’11.11.11.’ çılgınlığı dahil her türlü akıl dışılığı kitleleri etkilemek için kullanmaktan çekinmiyor. Çünkü oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı olmadığını çok iyi biliyorlar.

PROPAGANDA BEKÇİSİNE DÖNÜŞEN HALK
Başbakan Erdoğan her fırsatta Allah’ın suyunu paraya çevirdiklerini ve ‘Su akar Türk bakar’ lafını, ‘Su Akar Türk yapar’a dönüştürdüklerini söylüyor. Ancak uygulama hiç de öyle olmuyor. İdeolojik söylemle üzeri örtülen yağmanın gösterdiği gerçek çok acı; Türkiye’nin suları, madenleri ve diğer varsıllıkları ya yabancı ya da yabancı ortaklı şirketler tarafından işletiliyor. ‘Zengin kaynakların yoksul bekçisi mi olalım’ propagandasına maruz kalmış insanların görmediği gerçeğin uygulamaları hayata geçtikçe, yoksul bekçi bile olunamayacağı ortaya çıkıyor. Bunun adı olsa olsa propaganda bekçiliği!

TOROSLAR’IN TAŞLARI ÇİN’E GİDECEK
Isparta- Sütçüler’in Kasımlar kasabasındayız. Torosların büyüleyici dağlarıyla çevrili kasabanın kahvesinde sadece köyün yaşlıları kalmış. Büyük çoğunluğu 65 aylığıyla geçiniyor. Huzurevi gibi bir kasaba. Kahve birden hareketleniyor. Mühendis olduğunu öğrendiğimiz genç bir Nepalli yarım yamalak Türkçe’siyle kahvedekilerle sohbete başlıyor. Önce bu dağları gezmeye gelmiş bir gezgin sanıyoruz Nepalliyi ama çok geçmeden yanındaki Türklerden öğreniyoruz gerçeği. Nepalli genç mühendis İngiltere’de eğitim almış bir tüccar. “Bu dağlarda ne arıyorsunuz?” diye soruyoruz, “ben pazarlama işinden sorumluyum” diyor. Çok geçmeden diğer ayrıntıları da öğreniyoruz. Kasımlar’a komşu köy olan İbişler’in karşı yamacındaki ‘Gâvur İni’ bölgesindeki dağlık alanda 100 hektarlık araziyi kiralayan Ankara merkezli bir şirket, buradan çıkaracağı inşaat kaplama taşlarını Çin’e satacak. Şirket çalışanları Kasımlar’a bakkala gelmişler. Nepalli pazarlamacı Çinli firmalar için Toroslar’da taş seçiyor. Firmanın Türk çalışanına buradan çıkarılacak taşların işlenmemiş ham madde olarak Çin’e kaç paraya satılacağını soruyoruz, “10 liraya sattığımız taşı Çinliler işleyip Avrupa’ya 30 liraya satıyorlar” diyor.

TOROSLARDAKİ NEPALLİ PAZARLAMACI: DEMİR TÜRKOĞLU
Nepalli pazarlamacıya adını sorduğumuzda aldığımız yanıt ise işin hangi noktalara uzandığını gösteriyor. Gerçek adını söylemekten çekinen Nepalli pazarlamacı, Türkiye’de çalışmaya başlayınca adını ‘Demir Türkoğlu’ olarak değiştirdiğini söylüyor. Demir Türkoğlu…
Küresel yağma çağında Türkiye’nin madenlerini Çin’e satmak için bundan daha güzel bir ad bulunamazdı. Kapitalizm asla zar atmıyor. Halkla ilişkiler yönteminin en vahşisini uyguluyor. Demir Türkoğlu’na ülkesi Nepal’in dağlarında da böylesine hoyratça bir madencilik yapılıp yapılmadığını soruyoruz, “bizim ülkede madenleri işleyecek yeterli teknoloji yok” diyor.

TÜRKLER HALA BAKIYOR!
Kasımlar’ı ve İbişler köyünü de içinde barındıran vadi, Yukarı Köprüçay Havzası olarak biliniyor. Çok sayıdaki köyde yaşayan insanıyla, doğasıyla ve kültürüyle Türkiye’nin saklı cennetlerinden biri. Ancak bir yandan bölgeye yapılacak baraj projeleri bir yandan da taş ocaklarıyla daha çok kazanç uğruna vadi hallaç pamuğu gibi atılacak. Peki bu kimin kazancı? Başbakan’a, bakanlara sorarsanız Türkiye’nin kazancı. Ancak vadilerde olup bitenler karşısında Türkler hala bakmaya devam ediyor. Yapanlar, kazananlar hep başkaları. Sonuçlarına katlananlar ise olup bitenlere hala ‘bakmayı’ sürdüren Türkler oluyor.
SULAR YUNANİSTAN’A AKIYOR!
Başbakan ve bakanlarının her fırsatta ‘enerjide dışa bağımlıyız, tezek mi yakalım’ diye savundukları, yaşam alanlarını alt üst eden, insanları doğdukları topraklardan göçe zorlayan HES şirketleri ürettikleri enerjiyi yurt dışına satmaya başladı bile. Sular boşa akıyor ama enerjiyi Yunanistan’a satıyorlar. Zengin madenlerin yoksul bekçisiyiz ama taşlarımızı bile Avrupa’ya Çinliler işleyip satıyor!

BAŞBAKAN GELECEĞİ NASIL GÖRÜYOR
Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın organize ettiği 111 yatırımın açılışında konuşan Başbakan Erdoğan, terörden başlayıp, ekonomiden çıktığı konuşmasında yine en bildik hamasi cümlelerle görünenin üstünü örtmeyi başardı. Konuşmasında, gelişmiş ülkelerin ekonomik olarak kötü durumda olduğunu söyleyen Erdoğan, Amerika, İspanya, İtalya gibi ülkelerin durumunun iyi olmadığını söylediği konuşmasını bakın nasıl sürdürdü: “Dünya takip ettiğiniz gibi ekonomik sıkıntılardan geçerken biz bu yatırımları yapıyoruz. Ekonomik olarak tedbirlerimizi alıyoruz. Geleceği görüyor, vatandaşımızın sıkıntı çekmemesi için çalışıyoruz. Yurt dışına gittiğimiz zaman takdir ediliyoruz. Bunları milletimizden aldığımız güç ile yapıyoruz.”

RÜYA KAYNAĞI OLARAK BAŞBAKAN ERDOĞAN
Türkiye, ancak diktatörlük dönemlerinde görülebilecek bir sosyal yalıtmanın tam ortasında. Olanla, gösterilen arasındaki uçurumun bu kadar büyüdüğü dönemin ruhunu anlatabilecek bir rüya ile bitirelim. Batılı bazı sosyal antropologlar tarafından ‘pop yıldızı’ olarak tanımlanan Başbakan Erdoğan’a hayranlık duyan gençlerden birinden dinlediğim bu rüya Kaş ve Kaş’a yalnızca 3 mil uzaklıktaki Yunan adası Meis’te geçiyor. Meisliler her hafta Cuma günleri Kaş pazarına gelip alışveriş yaparlar.

‘BANA KIZLARI VERİN SİZE PATATES VEREYİM’
Rüyasında alışveriş için Kaş’a gelen bir grup Meisli’yi kendisini suçlarken gören genç kardeşimiz, Yunanlı komşularımızın “bizi sen batırdın. Krizin sorumlusu sensin. Bize para ver” sözleriyle zor anlar yaşar. Ancak pratik zekası hemen çalışmaya başlayan kardeşimiz, Meisliler’den vereceği paranın karşılığı kendisine iki kız vermelerini ister. Rüya bu ya, Meisliler’in yanında da dünyalar güzeli su gibi iki Yunanlı genç kız bulunmaktadır. Meisliler bu teklifi kabul ederler ve kızları genç kardeşimize verirler. Ancak genç kardeşimiz Meisliler’e “siz parayı ne yapacaksınız, size yiyecek lazım” der ve para yerine patates ve elma verir. Üstüne de Meis Adasını kendisine vermelerini ister. Ardından Meis’e gider ve kızlardan sonra adayı da alır ve uyanır… Büyük bir heyecanla gördüklerini anlatan genç kardeşimiz bu manidar rüyayı çılgın bir projeyle de taçlandıracak, Kaş ile Meis arasına bir de köprü yaptığını ekleyecekti.

PROPAGANDA UMUDU ÖLDÜRÜR
Muhteşem Süleyman’la Polat Alemdar harmanı popüler bir kahramana dönüşen Başbakan Erdoğan’ın halkın hatırı sayılır bir kısmındaki algısı, genç kardeşimizin rüyasında gördüklerini, ülkenin geleceği açısından pek de hayra yormamamız gerektiğini söylüyor bize.
Zira propagandaya maruz kalmış, tek yönlü bilgilenmiş insanların umuda ihtiyacı yoktur.

Emperyalizmin 5. kolları üzerine


Türkiye'yi emperyalist odakların ekonomik ve siyasal etkisine açan, bunlarla içli dışlı olan ve ülkelerinin tüm zenginliklerini bu odaklara yağmalatan, bu arada kendi kasalarını da dolduranlar üzerine yıllardır konuşuluyor, yazılıyor. Bunların çoğu şu anda iktidar odaklarına yerleşmiş, ABD'ye ve onun taşeronluğuna soyunmuş olanlar üzerine. Sadece bunlar mı var? Ya başka bir emperyalist odakla kucaklaşma sevdasında olanlar?
Avrupa Birliği'ne girerek Türkiye'yi demokratikleşme beklentisi içinde olanları kastediyorum. Bu hayal peşinde koşanları da yukarıdakilerin kategorisine sokmadan önce, ve bir kez daha, savundukları Avrupa Birliği'nin ne mene bir şey olduğunu yazmayı görev biliyorum. Ve...
Sözü, AB'nin başını çeken ülkeden –Federal Almanya'dan- yükselen bir sese, Alman Komünist Partisi'nin Avrupa gerçeklerini dile getirdiği bir belgeye, “AB Parlamento Seçimleri Programı”na bırakıyor, dikkatle ve ibretle okumanızı rica ediyorum:
“…”
“Çoğu insan Avrupa’nın birleşmesine büyük umutlarla bakıyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, sürekli barış ve yaşam düzeylerini yükseltecek olan ekonomik kalkınma umutlarını ona bağlamıştı. Buna karşın, gerçek başka türlü görünüyor. Bugün Avrupa genelindeki duruma damgasını vuran, yığınsal işsizlik, yükselen sefalet ve gelecekten korkudur.”
„Kapitalizm zengin ülkelerde bile işçi sınıfına ve halkın diğer çalışan katmanlarına güvenli ve onurlu bir yaşam sunacak durumda değil. Hükmedenlerin bankaları kurtarma şemsiyesi – vergi anlaşması, Avrupa‘yı sağlamlaştırma mekanizmaları ve Avrupa Merkez Bankası’nın para politikası, katı tasarruf dayatmaları- krizi derinleştirmekle kalmadı, belediyelerin, çalışanların iş ve yaşam koşullarının kötüleşmesine ve demokrasinin yıkımının daha da güçlenmesine yol açtı. (…) Çoğu gençler perspektifsiz; ucuz işçiler ve taşeronlar gibi, başta kadınlar olmak üzere yaşlılıkta yoksullaşanların da sayısı yükseldi.”
“... Eğitim ve kültür giderek daha az sayıda insanın ayrıcalığı haline geliyor. Korku ve güvensizlik büyüyor. Sadece kadınların değil, özgürleşme yolundaki en genel kazanımlar geriletiliyor.”
“Hükmedenler tüm araçlarla (sermayenin politikasına karşı) direnişi bölmeye çalışıyorlar. Bu nedenle milliyetçiliği, ırkçılığı, göçmenlere karşı nefreti destekliyorlar.“
“Burjuvazi, en başta Güney ve Güneybatı Avrupa’da yükselen sendikal ve toplumsal direnişe karşı kendi baskı mekanizmalarını kuruyor. (...) izleme yaygınlaştırılıyor, gösteri ve grev haklarına saldırılıyor, polis protetoculara daha da şiddetle saldırtılıyor, askeri birliklerin ülke içinde kullanılmasına hazırlanılıyor.”
„Bu Avrupa Birliği’ne hayır! Üçlü paktın diktasına hayır!” başlığı altındaki bölümde de AB'nin gerçek yüzünü okuyoruz:
Avrupa Birliği, Avrupa’daki en büyük bankaların ve tekellerin çıkarlarını gerçekleştirmek için kuruldu. Bunlar Avrupa’daki 490 milyon insanın kaderini belirliyor. AB demokratik olarak birleşmiş bir federal devlet değil, arkalarına küçük kapitalist devletlerin takıldığı emperyalist ülkelerin birliğidir. Böylece yeni bir uluslararası devlet tekelci kapitalizm biçimi oluştu. Buna yön veren, küçük üye ülkelerin halklarını gittikçe daha çok hiçe sayan Alman ve Fransız büyük kapitalistleridir. Brüksel bürokrasisi bu büyük bankaların ve tekellerin çıkarlarına göre hareket etmektedir.
“Bunların hedefi, dünya pazarındaki politik ve ekonomik rollerini AB’nin yardımıyla büyütmektir. (...) İşçi sınıfının gereksinimlerine hiçbir önem vermeksizin kendi çıkarlarını dayatıyorlar. Bunlara göre işçi hareketinin geçmişte mücadelesini verdiği toplumsal, ökolojik ve politik (örneğin sağlık, eğitim, meslek eğitimi ve çalışma hakkı alanındaki) haklar yok edilmelidir. Bu proje Atlantiğin her iki tarafındaki tüm çalışanlar için büyük bir tehlike arzediyor.”
(...)
“Kriz sürecinde giderek daha çok AB üyesi ülke dev borçlar biriktirerek yıkılacak duruma geldi. Konjüktür programları ve sözde sisteme bağlı olan bankaların kurtarılması, Almanya’yı da en başta çalışan nüfusun, işsizlerin, emeklilerin çoğunluğunun, serbest meslek sahiplerinin, küçük ve orta işletmelerin sırtına yüklenen devlet borçları altına soktu.
“Fakat en başta Güney ve Güneybatı Avrupa ülkelerinin borçları yükseldi. AB’den ve Avrupa Merkez Bankası’ndan aldıkları borçlara karşılık olarak bağımsızlıklarını sınırlanmaya zorlandılar. Bunlar –en başta Alman baskısı ve Alman çıkarları için- o ülkelerdeki burjuvazinin de suç ortaklığı sayesinde kabul edilen çok katı bir tasarruf politikasına, dolayısıyla fakirleştirme yoluna zorlandılar.
“Avrupa Merkez Bankası (EZB), AB Komisyonu ve uluslararası Para Fonu şantajcı bir üçlü oluşturuyor ve kamu hizmetlerinde işyerlerinin geniş çapta yok edilmesini, emekli maaşlarının, ücretlerin, ve sosyal hizmetlerin kısılmasını, devlet kurumlarının özelleştirilmesini dayatıyorlar. Bu politika, dev boyutlarda işten çıkarmalar ve fakirleşme dalgası yaratırken diğer yanda sermayeye yeni yatırım alanları açtı.“
(…)
“Aşırı borçlanan ve yoksullaşan devletlere verilen borçlar onların ekonomik ve toplumsal ilerlemesine hizmet etmiyor. Büyük bankaların ve büyük yatırımcıların – en başta büyük Alman bankalarının ve diğer kredi verenlerin kasalarına akıyor.”
(...)
“Kriz rekabeti keskinleştirdi. Ulusal zenginliklerini, endüstrilerini ve hammaddelerini büyük tekellerin yağmasına terk etmek istemeyen ülkelere boyun eğdirmek için tek başına ekonomik baskı yetmiyor. AB kendi ilkelerine karşı, Ukrayna gibi birliğe girme isteği gösteren ülkeler Brüksel’in emirlerine çekince gösterdiği andan itibaren -çn) ağır bir şekilde içişlerine karışmaktan çekinmiyor. Ukrayna örneğinde bu iş, faşist güçlerin ve teröristlerin politik ve lojistik donanımını da içerdi.
“Kaynaklar, etki alanları ve emniyet altına alınmış geçiş yolları üzerine çıkarları gerçekleştirmek için askersel müdahale ve savaş AB’nin başta gelen ülkeleri için normal hale geldi.”
(...)
“Avrupa Parlamentosu AB Komisyonu üyelerini aktif olarak belirleyememektedir. Dolaysız insiyatif hakkına sahip değildir, bu nedenle kendi yasa tasarılarını hazırlayamamaktadır. (...) Brüksel’deki merkezi iktidarın idari organları, AB’nin ekonomik olarak en güçlü ülkelerinin hakimiyetindedir. Politikayı büyük bankalar ve tekeller belirlemektedir.
“Ulusal parlamentoların hakları kaldırılmakta, ulusal bağımsızlıklar sınırlanmaktadır.
         Demokratik ve siyasal hakların budanması tüm Avrupa’da yoğun bir şekilde çoğalmaktadır. Aksi taktirde krizin yükü birçok ülkelerdeki halkların üstüne yıkılamaz.
“İş yaşamı ve demokratik temel haklar yok ediliyor, baskıcı bir güvenlik devleti kuruluyor. Gizli servislerin yolu açılıyor. Polis devletinin kamusal alandaki telefon ve Internet bağlantılarını gözetlemesi bugüne dek hayal edilemeyecek boyutlara ulaştı. Mesken ve posta gizliliğinin dokunulmazlığı sadece kağıt üstünde kaldı. Pasaportlar, sağlık sigortası kartları, elektronik bildirim kayıtları „şeffaflaşmış yurttaşlar“ yaratıyor. Gösteri ve grev hakkı Avrupa çapında hiçe sayılıyor ve kaldırılıyor. Polis ve gizli servisin birbirinden ayrılması -faşizm deneylerini anımsatacak şekilde- bir tarafa itiliyor.”

- - -
AB'nin, Tayyip Erdoğan'ın ülkeyi açık bir faşist diktatörlüğe götürme çabalarına karşı olduğunu sananlar... “AB'ye girelim demokratikleşelim” diyenler...
Eğer 5. kol değilseniz, bunları gerçekten safiyane bir umutla söylüyorsanız, hemen şimdi...
www.tkp-almanya.de/türkce/ana-sayfa/dkp-euwahl2014/ adresini tıklayın.
Avrupa'daki yaşamın gerçekliğini, AB'nin başını çeken emperyalist güçlerin politikasını gözler önüne seren bu belgenin tamamını lütfen dikkatle okuyun.
Heyecanlı bir polisiye roman gibi... AB sözcüleri mi, yoksa bu belgeyi hazırlayan komünistler mi yalan söylüyor diye meraka düşenler, Avrupa'da yaşamakta ve çalışmakta olan işçilere sormalıdır. (Artık neredeyse herkesin bir akrabası, hemşehrisi ya da tanıdığı var, oradan gelen.) Bunların siyasal bilinç sahibi insanlar olması da asla gerekmiyor. Hani sohbet edercesine yaşamlarıyla, işyerleriyle, çocuklarının okullarıyla, oturdukları mahalledeki çocuk bahçesiyle vb ilgili, son derece sıradan, günlük yaşamın “bayağılıklarıyla” ilgili sorulara verecekleri yanıtlar yeterlidir.)
Son bir not: Bu belgede yazılanları okuyanlar, Türkiye'deki gelişmelere paralelliğini kurarken bir noktayı daha akıldan çıkarmamalıdırlar: AB emperyalizmini oluşturan güçlerin arkasında, çokların asıl suçlu olarak gösterdiği, borsa spekülasyonları yapan çekirge sermayeler değil, 20. YY başından bu yana çoğunun adı bile değişmemiş olan bankalar, sigorta şirketleri ve tekeller bulunmaktadır. Bunlar, Avrupa'da önce İtalya sonra da Almanya'da ve İspanya'da faşizmin iktidara gelmesine destek olan odaklardır. Alman Nazi'lerinin Fransa, İngiltere, Hollanda ve ABD'nin sadece gözleri önünde değil, yer yer onların da doğrudan ve dolaylı desteğini alarak iktidara tırmanmış olması, bu güçlerin ne denli sinsi, iki yüzlü, her türlü ahlâktan yoksun olduğunun göstergesidir.
Hâlâ “AB” demeye devam ediyorsanız, yazımın başlığını kartvizitinize bastırabilirsiniz.
Cemil Fuat Hendek

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/cemil-fuat-hendek/emperyalizmin-5-kollari-uzerine-92111


11 Mayıs 2014 Pazar

9 Mayıs 2014 Cuma

Emperyalizm ve Kıssadan Hisseler/ Barış DOSTER



Emperyalizm ve Kıssadan Hisseler/ Barış DOSTER 
ABD’nin önemli bilim insanlarından Samuel Huntington, Türkiye’de de ses getiren çalışmasının adını “Medeniyetler Çatışması” koymuştu. Sonra “Tarihin Sonu” tezini ortaya attı.

 Ardından bu tezinden önemli ölçüde döndü, özeleştiri verdi. ABD “Medeniyetler İttifakı” projesini ortaya atıp, buna biri bizden diğeri İspanya’dan iki tane eş başkan bulunca, ülkemizdeki Huntington hayranları da keskin bir U dönüşü yaptılar. Oysa ne Medeniyetler Çatışması, ne Tarihin Sonu, ne de Medeniyetler İttifakı bilimsel tezlerdir. Bunların üçü de ABD emperyalizminin ihtiyaçlarından doğmuş projelerdir. Olanı incelemez, olmasını istediklerini vazederler. Tespit değil, temenni öne çıkar. Bu nedenle onları kavramsallaştırma, kuramsallaştırma işi de devletle, istihbarat örgütleriyle teması bilinen akademisyenlere sipariş edilir.

 Kıssadan hisse: Emperyalizmin kuramcılarının yazdığı metinlere, sözde bilimsel çalışmalara karşı uyanık olmak gerekir.

 Büyük Ortadoğu Projesi’nde eş başkan olmakla övünen Türkiye’nin payına İslam diniyle hiç ilgisi olmayan, dini değil tamamen siyasi ve de ABD yapımı bir proje olan “Ilımlı İslam”, bir diğer ifadeyle Amerikan İslam’ı düştüğünde kimileri pek sevinmişti. Bu sayede din kardeşliği üzerinden terörün önleneceğine inanmışlardı. Bu yöndeki yayınların sayısı artmıştı. O kadar ki terör örgütü liderine bile “barış elçisi” gözüyle bakanlar belirmişti mütareke medyasında. İmralı ile Kandil sanki iki farklı yapı imiş gibi gösterilmeye çalışılmıştı. İmralı’nın barış istediği öne sürülmüştü. İmralı sakini eli kanlı bir bebek katili olarak değil, barış ve demokrasi elçisi olarak gösterilir olmuştu. Bu süreçte devletin adından anayasaya, ana muhalefetten medyaya dek her şey yenilenmek istenmişti. Okyanus ötesinden kimileri Cumhuriyet gazetesinde bile “Yeni Kemalizm” başlıklı makaleler yazmışlardı. Hal böyle olunca, yeni devletin adını koymak da yine bir ABD’li uzman- istihbaratçıya düşmüştü. Graham Fuller, kitabına “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adını vermişti. Kitaptaki tezler, yeni CHP’den de övgüler almıştı. 12 Eylül referandumunun ertesi günü iktidarın sözcülerinden olan Star’ın attığı manşet de aynıydı: “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”.

 Bu süreçte halkımız, sürecin federasyona ve bölünmeye gideceğini göremedi. Ortadoğu Serbest Ticaret Bölgesi’nin, Kamu Yönetimi Reformu’nun, Yerel Yönetimler Reformu’nun, Bölge Kalkınma Ajansları’nın, Kardeş Belediyeler Birliği Projesi’nin, Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmeleri’nin siyasi, idari, iktisadi, mali, kültürel anlamda hep bölünmenin altyapısını hazırladığını söyleyenleri, ciddiye almadı. “Yeni” ve “yenilenme” sözcüklerinin büyüsüne kapıldı fazlasıyla. Sonuç: Sıfıra sıfır, elde var sıfır. Bir ayda 40 şehit verdikten sonra, gazetelerde terörle mücadele konusunda eskiye dönüş yapılacağı, kitlesel tutuklamaların geleceği, güvenlik önlemlerinin artırılacağı yazılır oldu. Yani “yeni” lafı, terörü önleyemedi. ABD patentli “ılımlı İslam” projesi din kardeşliğini sağlayamadı. Habur açılımı, Türk bayrağının asılmadığı sahra mahkemesi, Kemal Burkay üzülmesin diye Atatürk resminin kaldırıldığı basın toplantısı, bölücülerin silahlarını susturamadı.

 Kıssadan hisse: ABD’nin etkin düşünce kuruluşlarından Atlantik Konseyi’nin uzmanlarından olan David L. Phillips’in Haziran 2009’da yazdığı “Türkler ve Irak Kürtleri Arasında Güven Tesisi” başlıklı rapordan ilham alan Kürt açılımı çökmüştür.

 ABD Dışişleri Bakanlığının internet sitesinde şu mealde bir yazı çıkmıştı: “54 ülkenin liderini biz yetiştirdik. Bizim bursumuzla yetiştiler”. Listede Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı da bulunuyordu. Dünyada Yahudi lobisinden cesaret ödülü alıp da Yahudi olmayan tek başbakan da Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı olduğuna göre, 1996’dan beri ABD’li uzmanların üzerinde çalıştıkları, 2002 yılından itibaren yüksek sesle dillendirilen Büyük Ortadoğu Projesi’ne şaşırmamak gerekir. Bu kapsamda bölücülüğün adı “demokratik özerklik” olmuştur. Geçmişte Çekiç Güç Irak’ı vurmak için konuşlanmış iken bu kez füze kalkanı İran’ı vurmak için yerleştirilmektedir. Emperyalizm, devlet biçiminde örgütlenmiş haydutluk olduğundan meseleye bütüncül yaklaşmakta, işi şansa bırakmamaktadır. Irak Kürtlerini Saddam’dan kurtaran ABD, Türkiye’nin Kürtlerini de Ankara’dan kurtarmanın altyapısını hazırlamaktadır. Türkiye’de vatansız, milletsiz, devletsiz bir toplum yaratılırken, ulus devlet, tekil devlet, laik devlet çözülmektedir. Hem de aileyle, ahlakla, manevi değerlerle, içi boşaltılıp, sentetik hale getirilmek, özünden uzaklaştırılmak istenen dini kavramlarla birlikte.

 Türkiye bunları yaşarken küresel yatırımcılar, özellikle de Türkiye’de gayrimenkul işi yapanlar, varlık yönetim şirketleri, çokuluslu tekeller ve finans devleri, yakın geleceğe ilişkin öngörü ve senaryolarını Türkiye’nin bölünebileceğini dikkate alarak yazmaktadırlar.

 Kıssadan hisse: Goethe’nin şu sözünü hiç unutmamak gerekir: “Cahilliğin eyleme geçmesinden daha korkunç bir şey yoktur”.

 BARIŞ DOSTER