Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün öncülüğünde, soylu Türk ulusunu, yok olmanın eşiğinden kurtaran, yaptığı devrimlerle, ulusumuzu uygar insanlık
ailesinin saygın üyesi düzeyine yükselten, bağımsızlığımızın, özgürlüğümüzün, demokrasimizin
kalesi Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşunun 94. yılını
kutluyoruz.
Türk Kurtuluş Savaşı ile
Cumhuriyet Devrimlerinin; ruhunu, meşruluğunu “ulusal egemenlik“ ilkesi
oluşturur. Ulusal egemenliğin korunup işletilebilmesi ulus egemenliğini, ulus adına
kullanan organların denetleme yollarının kayıtsız ve koşulsuz ulusun elinde
bulunmasını sağlamaktan geçer.
Yürürlükte olan
anayasamızın 6. Maddesi “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları
eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye,
zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” Demektedir. Nedir Yetkili
Organlar? Yasama(Meclis), Yürütme(Bakanlar Kurulu) ve bağımız yargı.
Mustafa Kemal Atatürk
1922 yılında “Egemenlik, hiçbir mana, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve işarette
ortaklık kabul etmez” diyerek bağımsızlığın ve ulusal egemenliğin anlam
ve önemini vurguluyordu.
Bağımsızlık ve
egemenliğin çocukla ilgisine gelince, bireyin özgür iradesiyle hareket
edebilmesi, karar alabilmesi için, iyi yetişmiş, donanımlı, geniş anlamda
eğitimli olması gerekir. Eğitim, Çocuğa kişilik, özgür düşünme, özgür hareket
etme yetisi de kazandırmaktır. Eğitim sistemi tebaa, ümmet yetiştirme
üzerine odaklanırsa, bağımsızlığın, egemenliğin ulusa ait olduğu anlayışına
uygun bireyler yetiştirmek olanaksızdır.
“Milli Egemenlik” anlayışı, bir kaç kişinin oturup,
kararlaştırdıkları veya başka ülkelerdeki anayasaları inceleyip bir özenti
şeklinde koydukları kural değil, Emperyalizme karşı bir ulusun kan bedeli
elde ettiği bir sonuçtur.
Peki, tüm bu
gerçeklikler ortada iken, ne olmuştur da kan bedeli kazandığımız ulusal
egemenliğimiz ve bağımsızlığımız yeniden yok olmanın eşiğine
gelmiştir/getirilmiştir?
Bu sorunun yanıtını,
ulusumuzu bu karanlığa sürükleyen olay ve olgulardan bazılarını alt alta
yazarak verelim.
Tarih 12 Temmuz 1947:
ilk Türk Amerikan ikili antlaşması yapıldı. Bu antlaşma çerçevesinde
ABD, Türkiye’ye askeri yardım yapmaya başladı. 1951 yılından sonra bu ilişkiler
“Ortak
Savunma Programı” adı altında yürütüldü. Daha sonra da DP, CHP oyları
ile ülkemiz
NATO’ya katıldı. Böylece Türkiye ”Küçük Amerika(!) olma” sürecine
girdi.
Tarih 27 Aralık 1949:
ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir Eğitim
Komisyonu kuruldu. Bu komisyonun adı “Fulbright Eğitim Komisyonu” idi.
Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk'tü.
Bu Komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı
derslerin müfredatını yani programlarını belirlemekti. Türk çocuklarının eğitimi resmen
Amerikalılara teslim edildi.
Marshall, Truman Doktrini derken, 4-Haziran-2003 tarihinde
bölücü ”İkiz Yasalar” AB Uyum Yasaları
çerçevesinde TBMM tarafından kabul edilerek yasalaştı. Bir eyaletleşme ve
ulusal egemenliğin tasfiyesi projesi olan “Kalkınma Ajansları”, “Kent
Konseyleri” yine TBMM tarafından yasalaştırıldı.
Tarih 29-EKİM 2005: Başbakan Erdoğan ve dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül
Tarafından AB Anayasası İmzalanarak Millet’ in Egemenliği, Kayıtsız Şartsız
emperyalist AB’ye devredildi.
Dünya Kiliseler Birliği,
Rockfeller ve Soros Vakfı, başta CIA ve MOSSAD olmak üzere tüm istihbarat
örgütlerinin ve ülkemizdeki azınlık kiliselerinin dayatması, AB-D baskılarıyla Şubat-2008 de teslimiyetin belgesi “Vakıflar
Yasası” kabul edilmiştir. Mustafa Kemal bu tür antlaşmaları imzalayan
mandacıların “gaflet içinde-kör ve budala” olduklarını şöyle dile getiriyor.
“Ahmaklar, memleketi
Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar.
Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip
gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar.
“Oh, ne ala!... Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata
kavuşacağız!... Bu ne gaflet, ne körlük ve hatta ne budalalık!
İstanbul'un(günümüzde Ankara’nın) yüce kişileri de bu fikirde. İçlerinden biri
çıkıp da "Ya İstiklal, ya ölüm" diyemiyor."
Türk halkının
Emperyalizme karşı kan bedeli elde ettiği bir sonuç olan Ulusal egemenliğimiz
ve bağımsızlığımız, yukarıda yalnızca bir kaçını verdiğimiz antlaşmalar sonucu;
Siyaseten
güdümlü, ekonomik anlamda çökmüş ve emperyalizme bağımlı, askeri alanda
emperyalist örgütlenmelerin emri altında bir ülkeye dönüştürülmüştür. Yani
Atatürk’ün öncülüğünde kan bedeli kazanılıp kurulan ulusal egemenliğimizin
temellerine dinamit koyma işlevi TBMM eliyle gerçekleştirilmiştir.
Bu tarihsel ihanet,
teslimiyet ve dönüşüm yalnızca son on iki yılın ürünü değil, 1940’lı yıllardan
bu yana Türk halkına, Batı’ya öykünerek kalkınılacağı, Küresel sırtlanlara
teslim olunarak egemenliğin ve bağımsızlığın güvence altına alınacağı yalanını
söyleyen mandacı siyaset anlayışının sonucudur. Kendimizi kandırmayalım. Parti
ayırımı gözetmeden bu ihanet erbabı siyaset anlayışı tasfiye edilmeden,
mandacılarla hesaplaşılmadan bağımsızlığımız, ulusal egemenliğimiz asla güvence
altına alınamaz.
Türkiye’de gericiliği
ayakta tutan esas güç emperyalizmin varlığıdır. Emperyalizmi yıkmadan gericiliği
ayakta tutan geri toplumsal ilişkileri ortadan kaldırmak olanaksızdır. Mustafa
Kemal Atatürk döneminde TBMM şahsında temsil edilen ulusal egemenlik, Osmanlı
saltanatını devirmekle beraber, kesin zaferini emperyalizmi yenerek
kazanabilmiştir.
Kendi varlığını, gücünü
halktan değil, ABD ile AB’ye daha iyi hizmet edebilmekten alan Atatürk maskeli
mandacıların “ulusal egemenlik” nutukları atmaları kimseyi aldatmasın. TC. Logoları devlet kurumlarından silinirken,
Türk bayrağı “tahrik unsuru” olarak kabul
edilip gönderden indirilirken, Atatürk posterleri resmi kurumlardan
kaldırılırken suskun kalanlar halk değil, Atatürk maskeli mandacılardı.
ABD Başkanı Obama TBMM’de
ABD senatörlerine hitap edercesine ”şunları,
şunları yapın, şu şekilde davranın” talimatlar vermiş, bizim anlı, şanlı Ulusal
egemenliği ve bağımsızlığı korumaya, namusu ve şerefi üzerine yemin eden
milletvekillerimiz, kendilerine verilen bu emirleri ayakta alkışlamışlardır.
İçlerinden bir namus erbabı milletvekili çıkıp ta; “Burası ABD senatosu değil,
Türkiye Büyük Millet Meclisi. Sen bu Gazi Meclise talimat veremezsin!”
deme cesareti gösterememiştir.
Küreselleşmeye,
Emperyalist yağmacı sırtlanlara ancak belli noktalardan muhalefet eden, onların tüm dayatmalarını kabullenen ve buna
uyumlu bir politika öneren hiçbir anlayış ne ulusal egemenliği, ne de ulusal
bağımsızlığı koruyup gözetebilir.
Bu koşullar altında
temel ilke Atatürkçülüğün, “köhnemiş
düzen, gericilik ve emperyalizmle ödün vermeden mücadele eden bir devrimci
hareket olduğu” gerçeğinin yeniden ve yeniden öne çıkarılmasıdır.
1921 yılında Büyük
Millet Meclisi’ne Mustafa Kemal’in sunduğu “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ yani
Anayasa’nın amaç ve kapsamı metninde belirttiği gibi; “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, hayat ve istikbalini kurtarmayı yegâne
maksat ve gaye bildiği halkı, emperyalizm ve kapitalizm tahakkümünden ve
zulmünden kurtararak, idare ve hâkimiyetin hakiki sahibi kılmakla, gayesine
vasıl olacağı kanaatindedir.”
Çözüm yolu yine,
Mustafa Kemal'in Erzurum'da 5 Temmuz 1919 günü arkadaşlarına önerdiği ve en
başta da kendisinin bağlı kaldığı yoldur:
"Açıkça ortaya çıkmak,
ulusun hakları adına yüksek sesle bağırmak ve bütün ulusun bu sese katılmasını
sağlamak gerekir."
Bu duygularla TBMM’nin
açılışının 94. yılını kutluyoruz.
YÖNETİM KURULU ADINA:
Mahmut
ÖZYÜREK
ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI