15 Ocak 2014 Çarşamba

Meşruiyeti Kalmayan Hükümete Karşı Türk ulusunun Direnme Hakkı Doğmuştur




 “Türk ulusu için, “en son çare” olarak,
meşru direnme hakkının tüm koşulları oluşmuştur.”
Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN 7 Ağustos l929'da Eskişehir-Sakarya'da,8 Ağustos'ta bir konuşma yapmış ve bu konuşma Ankara Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yayımlanmıştır.
 “Türk Milleti, kendinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu alçak, vatansız, milliyetsiz beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara müsamaha edecek bir heyet değildir. Türk Milletinin sosyal düzenini bozmaya yönelen didinmeler boğulmaya mahkûmdur.”
Yine Atatürk Bursa Nutkunda; “Türk genci İnkılâpların sahip ve bekçisidir, bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir hareket duydu mu, bu memleketin polisi vardır, adliyesi vardır demeyecektir, hemen müdahale edecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla eserini koruyacaktır.” demektedir.
1982 Anayasasının başlangıç hükmünde de  Anayasa “Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi” olunmuş, böylelikle Anayasa’yı koruma görevi, Türk evlatlarının vatan millet sevgilerine ve uyanıklıklarına bırakılmıştır.  Yani Türkiye Cumhuriyeti Anayasası “vatandaşların uyanık bekçiliğine” emanettir. Bu ifadeyle, her “Türk Evladına”  Anayasa’yı ve anayasal düzeni koruma görev ve sorumluluğu verilmiştir. Bu görev ve sorumluluk, son kertede düzenin değiştirilmesine, Anayasa'ya ve hukuka aykırı tutum ve davranışlarıyla yasallığını yitiren bir iktidara karşı “direnme görevini” de içermektedir.
Anayasa Mahkemesi, 1 Şubat 1988 günü kurulan Sosyalist Parti Tüzüğü’nün 18. maddesindeki “direnme hakkı”na ilişkin düzenlemeyi Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası’na aykırı bulmayarak; Tüzük’teki bu düzenlemenin siyasal partinin kapatılmasına gerekçe oluşturmayacağını kabul etmiştir. Bu kabul doğrultusunda da, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açtığı kapatma istemli davayı reddetmiştir. (08.12.1988 günlü, E.1988/2-SPK, K.1988/1 sayılı karar)
AYM bu kararında, “direnme hakkı”nın bireysel özgürlük alanı içinde olduğunu benimsemiş, bu hakkın anarşiye neden olacağı savını ise kabul etmemiştir. John Locke’ın da belirttiği gibi, “Sözleşme’nin feshi anarşi doğurur kaygısıyla insanlar diktatörlüğü kabul etmek zorunda değildir.”
Halkına karşı insan haklarına aykırı bir şekilde baskı kuran yönetimlere karşı direnme hakkını kullanması uluslararası hukuk açısından da korunmaktadır. TC Anayasası’nın 90. maddesinde, “yöntemine göre kabul edilen uluslararası sözleşmelerin iç hukuk normu olarak kabul edildiği” kurala bağlanmıştır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca 10 Aralık 1948 günü kabul edilen ve Türkiye tarafından 6 Nisan 1949’da onaylanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin önsözünde yer verilen, “insan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk eden…” ile “insanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için” ifadeleri, Bildiri’nin direnme hakkını bir insan hakkı olarak kabul edildiğini göstermektedir.
Bu ifadelerin, Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca iç hukukumuza taşındığını vurgulamak yeterlidir.
Yani “direnme hakkı”  tamamen hukuki ve felsefi temeli olan, temel bir insan hakkıdır. Başka bir söylemle doğal hukukla uyumlu olmayan bir sosyal düzene karşı isyan etme, “direnme” hakkı uluslar arası hukukta yüz yıllardır yerini almış meşru bir haktır.
ABD, AB'ye bağımlı, NATO, PENTAGON, IMF, DB, CIA, vb. emperyalist kurum ve kuruluşların, uluslar ötesi tekelci sermayenin ve yerli uzantılarının çıkarlarını korumak için ülkemizde politika yapan siyasi partiler kullanılarak Türk ulusunun neredeyse tüm maddi varlıkları zorla ve hile ile elinden alınmıştır. Yeraltı, yer üstü madenleri, fabrikaları, işletmeleri ve limanları yağmalanmıştır. Türk ulusunun vatan toprakları, stratejik değeri yüksek yöreler yabancılara peşkeş çekilmektedir.
Dinciliği, küresel çete tarafından kurgulanan diktatörlüğünü perçinlemek için bir dolgu malzemesi olarak kullanan AKP hükümeti, on bir yılı aşkın bir süre boyunca uyguladığı işbirlikçi, gerici ve halk düşmanı politikalarının ardından büyük bir bunalımın içine düşmüştür. Türkiye’nin emperyalist politikalara karşı durma olasılığı bulunan kurumları AKP iktidarınca etkisizleştirilmiş, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılmıştır. Türkiye en planlı, en büyük, en organize ve Anadolu’nun tarihinde daha önce hiç görmediği “İttifak devletleri” mantığındaki haçlı orduları tarafından tek bir kurşun bile atılmadan işgal edilmiştir. Bu silahsız işgal önce beyinlerde, şimdi de anayasal ve yasal düzenlemelerle meşrulaştırılmaktadır.
Son 60 yıldır yetersiz de olsa uygulanan demokrasi ile oluşturulan Parlamento erozyona uğratılmış, işlevsizleştirilmiştir. Parti içi demokrasi kanallarını bilinçli olarak tıkayan diktatörlük heveslisi parti liderlerince halka dayatılarak seçtirdikleri milletvekillerinden(!)  oluşan parlamento, ülke ve ulusun sorunlarının çözümü yerine, AKP’nin icraatlarını meşrulaştırma işlevi gören bir organa dönüşmüştür. Muhalefeti ve iktidarıyla parlamento, ulusun sorunlarının çözümleme işlevini yitirmiştir.
Hükümetin meşruiyet bunalımı olarak ortaya çıkan bu kriz, ne tek başına yolsuzluklarla ne de yargı sistemindeki mutlak tıkanmayla açıklanabilir. AKP hükümeti, kendisiyle birlikte iktidara yerleşen güçlerle beraber, bir bütün olarak iflas etmiştir.
İktidar Son günlerde, ortada çok büyük yolsuzluk, rüşvet iddiaları ve bununla ilgili bir soruşturma varken, soruşturmanın yasalara ve hukuka uygun biçimde yürütülmesini önlemek ve olayın üstünü örtmek için kendi koyduğu yasal kuralları ve Anayasa'yı çiğneme arsızlığını göstermektedir.
Hiçbir siyasi iktidarın, hukuka ve Anayasa'ya aykırı bir düzenleme yapma yetkisi yoktur. Anayasalar iktidarları hukuk ile sınırlayan metinlerdir. Seçilmiş her siyasi iktidar, Anayasa'nın bu kurallarına uymakla yükümlüdür.
İnanılmaz bir keyfilikle Ceza Yargılama Yasası'nı hükümleri ve ilkelerini göz ardı etmekte, bir yandan toplumsal muhalefeti tasfiye operasyonu yaparken -son bir gayretle, HSYK’ ya da temsil ettiği hukukun üstünlüğünü, TBMM’de çoğunluğu elinde tutan partisine bağlamaya çalışmaktadır. Ülkenin ve ulusun tüm kurum ve değerleri “Tek parti diktatörlüğü” adına heba edilmektedir.
Önerdikleri çelişkili, yapay çözüm önerileri ile toplumsal muhalefeti oluşturan bileşenlerin kafasını bulandıran, toplumsal safları ayrıştıran muhalefet partileri kitlelere önderlik yapmamakta/yapamamaktadır.
Muhalefet etmeyi seçim sandığına indirgeyen, seçimleri toplumsal muhalefetin giderek yükselen öfkesini dizginleyen bir dalgakıran olarak gören muhalefet partileri, bunalımdan çıkışı seçimlerde sağcı adaylar göstererek sağ seçmenin oylarını almakta görmektedir. Bu çözüm değil,  çözümsüzlüğün halka dayatılmasıdır.
Ortalama zekâya sahip olanları bile isyan ettiren bu akıl dışı proje, Egemen güçlerce uzun süredir alt yapısı oluşturulan,  Erdoğansız AKP ile krizin şiddetini azaltma ve bugünkü işbirlikçi, dinci, piyasacı rejimi ayakta tutma çabalarının ürünüdür. Egemenlerin çözüm olarak önümüze sürdükleri seçim ve sandık pazarlayıcılığı ise, seçimlerde biri diğerinden farksız seçeneklerden birini tercih etme dayatmasıdır.
Tüm bu veriler açıkça göstermektedir ki; ulusal devleti, maddi varlıkları, canı, onuru ve şerefi dıştan ve içten ağır bir saldırıyla karşı karşıya kalan Türk ulusu için, “en son çare” olarak, meşru direnme hakkının tüm koşulları oluşmuştur.
Hukukun amacı, toplumun ve bireylerin güvenliğini, iyiliğini ve mutluluğunu gerçekleştirmek, adalet, eşitlik ve hürriyeti sağlayıp devam ettirmektir. Baskı ve zulüm boyutuna varan hukuksuzluk direnme hakkını doğurur. Çünkü zulüm, baskı ve adaletsizlikle yönetilmeye razı bir toplum bugüne kadar var olmamıştır ve olması da mümkün değildir
Kaldı ki; Mustafa Kemal Atatürk söylese de söylemese de, Anayasa yazsa da yazmasa da insanlığın doğuşundan bugüne kadar, insanların haksıza, gayri meşru ya karşı direnme hakları vardır. Bunun anarşi ile değil, tersine düzenin korunmasıyla ilgisi vardır ve böyledir. “Direnme hakkı”; hukuksallığını ve meşruluğunu yitiren hükümeti,  “değiştirmek” ya da en azından onu yasa dışı ve haksız eylemlerini geri almaya zorlamaktır.
2013 yaz aylarında toplumun büyük kesiminin ortak talebi haline gelen “Hükümet İstifa” sloganıyla başlatılan, Anayasa ve yasalara aykırı davranışlarıyla hukuksal dayanaklarını yitiren, hukuku dışlayan, hukuk devleti yerine baskı rejimi kuran bir iktidara karşı “direnişi”, bu kez sonuç alınıncaya dek daha güçlü ve örgütlü bir biçimde yeniden yükseltmenin tam zamanıdır.  
“Direnme hakkı”nın kullanılmasında gösterilecek en küçük bir tereddüt ya da erteleme, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin sonunu getirecek, ulusal devletini kaybedecek Türk halkını sömürgecilerin kölesi yapacak durumları yaratacaktır.
15 Ocak 2014 Isparta

Mahmut ÖZYÜREK
Ulusal Eğitim Derneği
Isparta Şb. Başkanı



En Güzel Türkçe Ezan (Sadettin Kaynak) ve Gelişimi "Asrın Dev Lideri"

13 Ocak 2014 Pazartesi

ULUSUMUZA ÇAĞRI!


Sağlam İrade(!)…/Figen ÖZEN





Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliği, yapılan gizli anlaşmalar, Oslo görüşmeleri ile ABD-AB-Öcalan şeytan üçgenine devredilmiş ve dar bir alana adeta hapsedilmiştir.
Bu dar alanda cemaat-iktidar işbirliği öne çıkmış ve sabırla, sessizce devletin bir  çok  kurumunda kadrolaşmayı başarmıştır.
O devirde cemaat-iktidar işbirliğinin amacı birdir. Her ikisi de “Büyük Abi”nin emirlerine baş kesmekte rant ve devleti ele geçirmek için riya dolu temennalarla, küresel çetelerin himayesinde ceplerine yemyeşil dolarları doldurmaktadırlar.
Onlar küresel çetelere hizmet ettikçe yolları açıktır. Aynı merayı kullanan sürünün iştihası ile ulus devleti paylaşmakta bir sakınca görmemektedirler.
Akıl ve mantığın kabul edemeyeceği bir süreç başlamış, tüm kadroları denetim altında tutan küresel çeteler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bölünmez bütünlüğüne göz dikmiştir.
Ancak,  Türkiye’yi didik, didik etmek için yaptıkları,  tüm   planları, engelleyecek bir güç vardır önlerinde. Tüm tırpanlamalara, dönüştürme çabalarına rağmen,  Cumhuriyet’i korumanın, devletin ülkesi ve milleti ile  bölünmez bütünlüğünü savunmanın görevleri olduğu bilincinde olan Türk ordusu… Milliyetçi ve Kemalist  subayların oluşturduğu kadro…
5/Kasım/2007’de İllüminati’nin sadık memuru BUSH’un Oval Ofis’inde, Erdoğan’la yapılan o çok özel görüşmede, Ergenekon planı, iktidarın eline tutuşturulmuştur.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin küresel çetelere biat etmeyen, ettikleri yemine sadık kalan Kemalist ve milliyetçi kadrosu, sabahın alaca karanlığında, çok tuhaftır ve acıdır,  Türk(!) polisi tarafından der-dest edilerek, göz altına alınmıştır.
Ve   “çok ama çok kahraman bir savcının”  yazdığı iddianame ile bu göz altına alınma süresi tutuklanmaya dönüştürülmüştür.
Adı geçen savcı Cumhuriyet’in iddiacısı olduğunu tamamen unutmuş, hukuku üsttekilerin emrine amade kılmıştır. Bu nedenle kendisine zırhlı araba ve koruma tahsis edilmiştir. O artık “kayıtsız, şartsız” iktidarın savcısıdır.
Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir. Amaca ulaşmak için her yolu mubah görenlerin nasıl hastalıklı anlayışlar ürettiğini iyi bilir.”
Yalçın Akdoğan’ın bu itirafı doğru, fakat eksiktir. Küresel çeteler, cemaat ve iktidar milli orduya kurulan kumpasın baş aktörleridir. Sırıtkan şeytanların bir araya gelmesiyle, Türk ordusu kafeslenmiş, esir edilerek, zulümhanelere kapatılmıştır.
Sahte deliller üretilmiş, PKK’lılar gizli tanık olarak dinlenmiş, telefonlarına veriler yüklenmiş aslan yürekli yargıçlar, Adalet Hanım’ı da bir başka hücreye hapsederek, kendilerine verilen emiri uygulamışlardır.
Verilen cezalar, Kürt Nemrut Mustafa Divanı’nda,  Boğazlıyan Kaymakamı M. Kemal Bey için verilen idam hükmünden farksızdır. Kiminin boynu kırılmış ve/veya kırdırılmış, kimi kanserden ölene kadar tutuklu kalmıştır. En önemlisi askerin şeref ve haysiyetiyle oynanmış ve intihar vakaları, istifalar olağan kabul edilmiştir.
Bu süreçte Erdoğan için yargı bağımsızdır, Hukuk Devleti gereğini yapmaktadır. Savcılar aslan, yargıçlar   kahramandır.
Dershanelerle ilgili kayıkçı kavgası başladığı zaman, zülfiyare dokunulmuş ve yolsuzluk, rüşvet, kara para operasyonu Erdoğan’ın kimyasını bozmuştur. 17-25 Aralık’taki YOLSUZLUK  operasyonun kendisine uzanması üzerine, paçayı kurtarmak adına atağa geçmiştir.
 Maalesef devletin içinde yapılaşmaya giden bir örgüt, bir çete var. Bunlar mahremiyet diye bir şey tanımıyor" diyen Erdoğan, "Çok ciddi bir iftira kampanyası var. Devletin içinde yapılaşmaya giden bir örgüt bir çete de var. Bunlar mahremiyet diye bir şey tanımıyor. İzlemekse izlemek, dinlemekse,  dinlemek. Yargıda dürüst adım atan bütün yargı mensuplarını tenzih ediyorum ama maalesef belli bir örgüt anlayışı içerisinde görev alanının dışına çıkarak bazı medya gruplarına da içine alarak masum insanları karalamak isteyen yargı mensupları var. Oradan da bu tür servisler yapılıyor. Hiçbir savcı medyayla işbirliği yapamaz.”

Aynı şekilde yürütme mensupları da var, bu da polisin içinde var. Ben polisin de ahir ekseriyetini tenzih ederim ama maalesef orada da var, oradan da bu tür servisler yapılıyor."

Hatta Erdoğan, bu söylemle de yetinmemiş sanal çetelerin kurulduğunu(!) ve bu çetelerin en tepesine de “Recep Tayyip Erdoğan”ın yerleştirildiğini de söylemiştir.

Kimdir bu operasyonu düzenleyenler? Ama daha önce malum kayıkçı kavgasında gözden kaçan ve/veya görmezden gelinen ana tehlikeyi de işaret etmemiz gerekmektedir.
CFR memorandumunu tüzükleştiren iktidar eğitim konusunda, yerelleştirme sözü vermiştir. Kayıkçı kavgasının arkasındaki ana gerçek, yerel seçim öncesi bebek katiline ve bölücü örgüte verilen sözlerdir. Büyük Abi böyle olmasını emretmiştir.  
 AK KİTAP: Sayfa 12:
Partimiz, eğitim hizmetlerinin yerelleştirilmesinden özelleştirilmesinden yanadır.
Sayfa 35:
Çağımız bir yönüyle küreselleşme çağı, diğer yönüyle yerelleşme ve yerel yönetimlerin, devlet sistemleri içindeki ağırlıklarının arttığı çağdır.
Sayfa 41′de ise eğitimin küreselleşme odaklarının şehir devletleri planı gereği zamana yayılarak yerelleştirileceği ifade edilmiştir.
Temel eğitim hizmetlerinin verilmesi pilot uygulamalarla, merkezi idarenin taşra birimlerine ve yerel yönetimlere aktarılacaktır.
Kimdi bu operasyonu düzenleyenler? Erdoğan’ın kahraman polisleri, aslan yürekli savcıları… Dün iktidarın emrindeydiler, ortaklık bozulunca kirli çamaşırları ortaya döktüler.
Erdoğan’ın, operasyon sonucu bozulan kimyası, ok kendini işaret edince müthiş bir öfkeye dönüşerek, dün baş tacı ettiği kurum ve kişileri suçlamaya başlamıştır.
Yavuz hırsız ev sahibini bastırmıştır. Bu bastırışın adı da ne yazık ki “sağlam idare”  olarak ambalajlanarak millete yutturulmuştur.
Erdoğan ve onun “Adalet Bakanı”, “İç İşleri Bakanı”  işbirliği yapmış,  “paralel devlet”i tasfiye perdesi adı altında bir başka operasyona imza atmıştır.
“Bilal’e uzanan eller kırılsın.” Operasyonda görev alan tüm kadrolar görevden alınmış, dünün kahramanları suçlanmış, rüşvet iddiaları ortalıkta dolaşmış, “sağlam irade” ve “itaatse itaat, biatse biat, ölümüne arkasındayız”  diyen zihniyet, devlet kurumlarını kıyıma uğratmıştır.
Ve dün gece muhterem halkımız Bülent Ersoy’un tesettürü ile uğraşırken, Ana Muhalefet Partisi’nin  anlı, şanlı lideri yerel yönetim adaylarını açıklarken TBMM’den HSYK ilgili değişiklikler el çabukluğu ile geçirilmiştir.  
Ancak bir zamanlar adı “GAZİ MECLİS” olan TBMM’de, ithal malı ampullerle aydınlatılan Adalet (!) Komisyonu’nun toplantı yaptığı salon yüz kızartıcı bir olaya sahne olmuştur.  Erdoğan’ın “militan” diye adlandırdığı,Eminağaoğlu’nun Komisyon Başkanı’ndan söz istemesi üzerine, AKP’li milletvekilleri Eminağaoğlu’nun üzerine yürümüşlerdir. Adalet Bakanı olaylar vuku bulduğu dakikada  salondadır. Milletin vekilleri, milletin yargıcını  tekme,tokat hırpalamıştır. AKP Tokat milletvekili Zeyid Aslan, Eminağaoğlu’na attığı tekme, Türk yargısına atılan bir tekmedir. Elbette bu tekmeden Türk milleti de nasibini alacaktır. ‘tekme, tokat, zorbalık, gereğini yapın.’ Sağlam (!) iradenin dikta anlayışının ifadesidir.
“TBMM Adalet Komisyonu'nda, HSYK ile ilgili yasa teklifinin 7., 8., 9., 10. maddesi kabul edildi. TBMM Adalet Komisyonu'nda, HSYK Kanun Tasarısı maddeleri üzerindeki görüşmelere devam ediliyor. Yasa teklifinde yer alan, 7. 8. 9. maddeler kabul edildi. Tasarıda yer alan maddeler şöyle:

MADDE 7- 23/7/2003 tarihli ve 4954 sayılı Türkiye Adalet Akademisi Kanununun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (f) bendi yürürlükten kaldırılmıştır.

MADDE 8- 4954 sayılı Kanunun 8 inci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.

MADDE 9- Başkanlık, Başkan ile üç başkan yardımcısından oluşur. Başkan yardımcılarının sorumlu olduğu birimler Başkan tarafından belirlenir."

MADDE 10- 4954 sayılı Kanunun 9 uncu maddesinin birinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiş, ikinci fıkrasında yer alan "Yönetim Kurulunca" ibaresi "Başkan tarafından" şeklinde değiştirilmiştir.

"Başkan, Bakan tarafından Yargıtay ve Danıştay üyeleri, birinci sınıf adli ve idari yargı hakim ve savcıları ile bu sınıftan sayılanlar, hukuk profesörleri, en az yirmi yıl fiilen mesleği icra etmiş avukatlar veya en az yirmi yıl fiilen mesleği icra etmiş birinci sınıf noterlerden muvafakatleri alınarak gösterilen üç aday arasından Bakanlar Kurulunca dört yıl süre ile seçilip görevlendirilir veya atanır. Başkan yardımcıları, yukarıda sayılanlar arasından Bakan tarafından görevlendirilir veya atanırlar. Süresi biten Başkan bir dönem daha AYM usulle yeniden seçilip görevlendirilebilir veya atanabilir."

Hukuk, sadece üsttekiler, PKK’lılar için değil, bu kez de deveyi havuduyla götürenler için değiştirilmektedir.
“Halkın ekmeğidir adalet” B.Breht
Türk milleti ekmeğine, emeğine sahip çıkmalıdır. Hukuk bu milletin her ferdi için geçerli olmalıdır ve kişilere göre yasa değişikliği yapılıp, hukuk ve yargı zedelenmemelidir.

13.Ocak.2014                                                                           Figen ÖZEN

12 Ocak 2014 Pazar

VE GENELKURMAY'DAN F-TİPİ'NE TESLİM/Müyesser Yıldız



"Kumpas" sürecinde tutuklanacaklarını bile bile tüm komutanlarını teslim etti... "Sarı öküz" Teğmen Mehmet Ali Çelebi'den, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a kadar...

"Hukuka, hukukun üstünlüğüne, adil yargılamaya inandıkları" için...

Bir şube müdürünü Savcıya göndermeyen, üstelik "ne hakla" diye soran İstanbul Emniyet Müdürlüğü kadar olamadı...

Gün geldi, devran döndü. Kendi askerlerine, profesörlere değil Başbakan'ın Başdanışmanına inanıp, "Bu davalarda kumpas var" diye suç duyurusunda bulundu...

O suç duyurusu dost atışı mı, düşman atışı mı neydi ki, aylardır Yargıtay'da bekleyen dosyalar aynı gün Silivri Mahkemesi'ne gönderilip, işleme kondu...

Erdoğan-Cemaat savaşı kızıştı, "devlet krizi" çıktı; Yine dost atışı mı, düşman atışı mıydı, Genelkurmay, "Günlük siyasi tartışmalarda yokuz" dedi...

Özel savcılar, Genelkurmay'ı atlayıp, doğrudan cezaevi yönetimlerine faksla tebligatta bulunup, emekli olmuş olmamış tüm tutuklu askerlerin derhal askeri cezaevlerinden, F-Tipi’ne naklini emretti...

Genelkurmay, "durdurun, durduruyoruz, çalışıyoruz" haberleri saldı, ama anlaşılan kendi savcı ve hukukçularını bile aşamadı ki, sonuç değişmemişe benziyor....

Kimi askeri cezaevlerinden nakillerin Salı günü yapılacağı, kiminden nakillerin ayın 20'sine kadar ertelendiği haberleri geliyor. Ha 3, ha 9 gün sonra, ne farkedecekse?!.

Ankara tepişirken, zindanlardaki bir deriden daha kaç post çıkarılacaksa?!..

Bu teslimat üzerine henüz emekliliğine hak kazanamayan, Jandarma Binbaşı Özgür Ecevit Taşçı'dan sıcağı sıcağına bir mektup geldi.

Yorum yapacak takatim kalmadığından, olduğu gibi paylaşıyorum.

HASDAL’A ELVEDA

Kumpasın son halkası; henüz Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç işlemleri tamamlanmayan ve askeri personel statüsü devam sanıkların Hasdal Askeri Cezaevinden, Silivri Cezaevine nakledilmesine yönelik İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı İlamat ve İnfaz Bürosu’nun talimatıdır. Askeri Ceza Kanunu’nun 39/2’nci maddesi bir yıldan fazla hapis cezası alan askeri personelin cezalarının Adalet Bakanlığı’na bağlı sivil cezaevlerinde infaz edileceğini hükme bağlamaktadır. Bu madde zımni olarak bir yıldan fazla hapis cezasına mahkûm edilenlerin Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç edilmesi gerektiğini düzenleyen diğer ilgili mevzuata işaret etmektedir. Bu nedenle hâlihazırda bir yıldan fazla hapis cezası alan ve cezaları Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi kararıyla kesinleşen sanıkların önce Milli Savunma/İçişleri Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından imzalanacak kararnameyle Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç edilmesi; ihraç işleminin tamamlanmasını müteakip sivil cezaevine nakledilmesini gerektirmektedir.

Hasdal Cezaevinde bulunan sanıklar haksız ve hukuksuz olarak cezalandırıldıkları Balyoz Komplosu sürecine duyarsız kalan özellikle Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından imzalanacak ihraç kararnamesini ve bu kararnamenin yayımlanacağı Resmi Gazeteyi şeref ve onur belgesi olarak hayatları boyunca taşıyacaklarını daha önce beyan etmişlerdir. Sırf bu nedenle emeklilik hakkı kazanan birçok sanık emekli olmamış, önemli ekonomik kayıplara rağmen bazı sanıklar istifa etmemiş ve Türk Silahlı Kuvvetlerine yönelik kumpasın tescil edileceği ihraç kararnamesinde adlarının yazılacak olmasını şeref kabul etmişlerdir.

Sanıklar açısından Hasdal, Mamak, Hadımköy, Şirinyer, Maltepe Askeri Cezaevi ile Silivri, Sincan, Kandıra Cezaevinde bulunmak arasında fark yoktur. Hepsi zindan, hepsi Esir Toplama Kampı, hepsi zulmün kalesidir ve tarihte de bu şekilde anılacaktır. Sanıklar açısından önemli olan Askeri Cezaevinde iken ihraç edilmek, kendisine sahip çıkmayan Türk Silahlı Kuvvetlerinin mensubiyetini ve askerlik anılarını Hasdal zindanlarında bırakarak, onur ve şerefle sürdürülecek Silivri nöbetine halkın gönlündeki ordusunun sivil neferleri olarak katılmaktır.

Bu haklı talep tahmin edileceği üzere sanıkların arkasında olduğunu sürekli beyan eden, liğme liğme dökülen hukuka inanma azmini hiç yitirmeyen Genelkurmay Başkanlığı tarafından uygun görülmemiş; İstanbul C. Başsavcılığının talimatının yerine getirileceği tarafımıza bildirilmiş; yaşam destek ünitesine bağlı hastaya “Eninde sonunda öleceksin, git mezarlıkta bekle” denilmiştir.

Uzun sözün kısası; biz Balyoz sanıkları Binbaşı, Yarbay, Albay, General/Amiral rütbelerimiz ve devletin bize halen vermeye devam ettiği kesintili maaşlarımızı almaya devam ederek, hukuk devletinin yeni bir garabetinin sonucu olarak yaklaşık on gün içerisinde Silivri Cezaevine naklediliyoruz. Nakil öncesi tek beklentimiz yargıda çete var diyen Sayın Başbakan ve okyanus ötelerine elçi göndermekle meşgul Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu on günlük süre içerisinde, maruz kaldığımız kumpası son onay makamı olarak tescil ederek bizleri onurlandırmaları, ihraç kararnamelerimizin bizlere tebliğ edilmesi ve gönül rahatlığıyla Silivri Cezaevine gönderilmekten ibarettir.

MENSUBİYETİNİ KAYBETMEKLE MUTLU OLACAĞIM TSK…

Bu duygu ve düşüncelerle; Hasdal Cezaevinde bulunduğum süre içerisinde mektup yazarak ve ziyaret ederek beni ve diğer sanıkları yalnız bırakmayan yurtseverlere, cesur silah arkadaşlarım ve emekli komutanlarıma en içten sevgi ve saygılarımı iletiyorum. Hasdal Askeri Cezaevi’ne 5-10 dk. mesafede bulunan askeri birliklerde görevli Kara Harp Okulu’ndan devre arkadaşlarım ve en son görev yaptığım İstanbul İl Jandarma Komutanlığı’nda görevli komutan ve silah arkadaşı olarak tanıma yanılgısına düştüğüm Post-TSK mensupları dahi geçmiş olsun ziyaretinde bulunabilme cesaretini gösteremezken dünyanın dört bir yanından destek mektubu yollayan yurttaşlara ve özellikle Washington D.C., Virginia ve Pensilvanya’da (Sayın Hocaefendi lütfen üzerinize alınmayın, mektup arkadaşlarım olan diğer Türk vatandaşlarını kastediyorum) ikamet eden; Beyaz Saray önünde “Sessiz Çığlıklarını” dünyaya duyuran; tutsaklık döneminde kız kardeş ve akraba olduğumuz yurttaşlara sonsuz şükran, saygı ve sevgiler.

Bağdat Caddesi ve Adnan Kahveci Platformları; esaretimiz bittiğinde özgür günlerde görüşmek dileğiyle hoşça kalın. Silivri Nöbet Çadırı’na bekleriz.

Kısa süre içerisinde mensubiyetini kaybetmekle hayatımın en mutlu gününü yaşayacağım Türk Silahlı Kuvvetlerine de elveda. Yolunuz ve bahtınız açık; komplocu personelinizle başarılarınız daim olsun.

Sevgili Müyesser YILDIZ; sana da binlerce defa selâm olsun. Fırsat olursa Silivri Esir Toplama Kampına bekleriz.

Özgür Ecevit TAŞCI

Esir Jandarma Binbaşı

Hasdal/11 Ocak 2014

Müyesser Yıldız

Odatv.com


CHP’nin ihtiyacı nedir?




Son yıl­lar­da ıs­rar­la bir teh­li­ke ko­nu­sun­da her­ke­si uya­rı­yo­rum.
Bu teh­li­ke­nin; ide­olo­jik, si­ya­sal ve ah­la­ki de­ğer­le­ri­miz­le mü­na­se­be­ti var.
Bu teh­li­ke­li şey­tan, sin­si­ce sız­dı­ğı dev­let gü­cüy­le; her şe­yi di­zayn et­mek is­ti­yor.
Ör­ne­ğin: Se­çim mi var, seks ka­set­le­ri or­ta­ya çı­ka­rı­yor!
Ör­ne­ğin: Hü­kü­met is­te­di­ği­ni yap­mı­yor mu, yol­suz­luk dos­ya­sı or­ta­ya çı­ka­rı­yor
Ve komp­lo­lar­la/ya­lan­lar­la in­san­la­rın/ku­rum­la­rın/ya­yın or­gan­la­rı­nın ha­ya­tı­nı yok edi­yor.
Kon­trol edi­le­me­yen/de­net­le­ne­me­yen il­le­gal bir si­ya­sal güç ile kar­şı kar­şı­ya­yız.
Bu güç le­gal si­ya­se­tin göl­ge­si…

Ya­ra de­rin­de.
Bu­nu cid­di an­lam­da tar­tış­ma­lı­yız; gün­lük si­ya­se­te mah­kum ede­me­yiz. Yok­sa her­kes bu­nun al­tın­da ka­lır.
Sağ­du­yu­ya ih­ti­ya­cı­mız var.
Bu­nu Tür­ki­ye­’de ya­pa­cak tek güç; Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti­’nin ku­ru­cu par­ti­si CHP’­dir.
Ne ya­zık ki CHP, salt ku­ru si­ya­se­te bo­ğul­du/boğ­du­rul­du. Bak­sa­nı­za…
Par­ti söz­cü­sü yak­la­şık bir ay­dır her gün ba­sın top­lan­tı­sı ya­pı­yor ve sa­de­ce ayak­ka­bı ku­tu­sun­dan bah­se­di­yor.
Bir di­ğe­ri te­le­viz­yon­da, ev­de bu­lu­nan pa­ra say­ma ma­ki­ne­sin­den söz edi­yor.
Gör­mü­yor­lar.
Ya da bir tür­lü an­la­ta­mı­yo­ruz:
Bit­ti kar­de­şim bit­ti; AKP bit­ti. Ar­tık Tür­ki­ye­’yi yö­ne­te­mez. Se­çi­mi ka­zan­sa bi­le yö­ne­te­mez.
Ece­vi­t’­i na­sıl ya­zar ka­sa gö­tür­dü ise Er­do­ğa­n’­ı da ayak­ka­bı ku­tu­su dü­şür­dü.
Dev­rim­le­ri in­ce­le­yen araş­tır­ma­cı­la­rın or­ta­ya koy­duk­la­rı bir kav­ram var; “ah­la­ki ik­ti­sa­t” (mo­ral eco­nomy); ah­lak­sız olan gi­der! AKP bu­ra­da­dır. An­la­şıl­mış­tır.
Pe­ki: Va­ro­la­nın sür­git de­vam et­me­ye­ce­ği­ni CHP ger­çek­ten an­la­mı­yor mu?
Ayak­ka­bı ku­tu­su si­ya­se­ti­ne ta­kı­lıp kal­ma­la­rı­nın se­be­bi ne? Ce­ma­ate bir şey di­ye­me­mek mi?
Sa­hi­den gör­mü­yor­lar mı; ül­ke­nin çi­vi­si çık­tı. Halk ken­di­ni gü­ven­siz his­se­di­yor. Gü­ve­ne­ce­ği bir ışık arı­yor.
Acı ama yaz­ma­lı­yım; tek yol var:
Tür­ki­ye­’yi ya CHP yö­ne­te­cek ya da Tür­ki­ye bö­lü­ne­cek!
So­run bü­yük; CHP ne ya­pa­cak?
Ayak­ka­bı ku­tu­suy­la si­ya­set yap­mak; Yal­çın Kü­çü­k’­ün ta­bi­riy­le beş taş oy­na­mak­tır!
Son­suz­lu­ğun avu­katı ta­rih, anı/gü­nü dü­şü­nen si­ya­set­çi­ler­den he­sap so­rar; si­ler.Ya­kın ta­rih­te çok ör­ne­ği var.
Devlet inşasında polisin rolü
En basit soruyu sorayım:
Bir dinci Cemaat emniyette neden örgütlenir?
Biliniyor ki, bıçak için keskin uç neyse Cemaat için de polis odur!
Bilgisiz insanı herkes aldatabilir.
Bilmek gerekiyor:
Bugünkü anlamda polis hangi ihtiyaçtan, hangi koşullarda, neden doğdu?
Bu soru ihmal edilmiştir. Bu nedenle Cemaatin poliste neden örgütlendiği kavranamıyor. Günlük basit siyaset tartışmaları içinde asıl meseleyi atlıyoruz.
Kısaca yazayım:
Polis, modern devlet inşa projesi olan Tanzimat’ın ürünü.
Kuruluş hedefi “suç dalgasıyla” mücadele değil; merkezileşen ve dolasıyla bürokratikleşen (yeni vergi sistemini dayatan vs) kamu yönetimini korumak.
Padişah ve Ordu’nun hakimiyetini kırmak isteyen yeni palazlanmış bürokrasinin, “dolaylı yönetimindeki” gücü.
Bu nedenle Ordu’dan ayrıştırılıp özerkleştirildi. Ancak tarihsel süreç sorunlu oldu. Osmanlı Ordusu’nun kaybettiği savaşlar polisle asker arasındaki güç dengesini değiştirdi; polis galip çıktı!
II. Abdülhamit’in despotik yönetimi polisin gücünü artırdı ve sayıca yaygınlaştırdı. Kamu düzeninin bekçisi polis, halkın değil otoriter rejimin çıkarına hizmet etmeye devam etti.
Türkiye’nin ilk siyasal rejimi olan İttihatçılar döneminde, ordu gibi modernleştirilen polisin niteliği, siyasal rejiminin niteliği oldu; militaristleşti. Artık kadir-i mutlak bir güçtü; yasal sisteme/hukuka karşı sorumluluğu yok denecek kadar azdı.
Cumhuriyet döneminde hükümetler; siyasetlerine uygun polisin gücünü zaman zaman artırdı; muhalefet ise sivilleşme adına bunu sınırlamaya çalıştı.
Ne demek istiyorum:
Dün polis bürokrasinin gücüydü.
Bugün bürokrasi ve yargıya hakim olan Cemaat’in gücüdür.
Dün polis Tanzimat’ta olduğu gibi yeni devlet inşasının temeliydi.
Bugün de polis Cemaati’in yeni devlet inşasının temelidir.
Bu nasıl görülmez?
Büyük oyunu görmek için; Türkiye’deki son TSK tasfiyesini ve polisin artan gücünü anımsatmama gerek var mı?
Jandarma niye polise bağlanmak isteniyor?
Kurgulanmış siyasal davalardan amaç yeni bir devlet inşası önündeki tüm engelleri kaldırmak değil mi?
Cumhuriyet kazanımlarını kökten yıkacak Cemaat ideolojisinin; uluslar arası güçlere boyun eğen, despotik ve çağdışı bir devlet kuracağı ortada değil mi?
Bunları CHP görmüyor mu?
Bu suskunluk niye?
CHP ne yapmalıdır?
AKP hükümeti şaşkındır. Tek dertleri oğullarını hapisten kurtarmaktır.
CHP, ülke dümenini eline almalıdır.
AKP hükümeti 11 yıl boyunca iktidarı eleştirip muhalefet parti konumunda nasıl ülkeyi yönetti ise, CHP de şimdi ana muhalefet partisi olarak iktidarı yönetebilir.
Öncelik; acilen yepyeni bir yargı ve polis reformudur.
Demokratikleşmeyi sağlamanın koşullarından biri; sivil yurttaşlardan denetim kurulları oluşturarak ve bunları yetkinleştirerek emniyet kurumunu şeffaflaştırmaktır.
Demokratik bir polise ihtiyaç var. Ve adalete…
Fırsattır.
AKP, CHP’ye muhtaçtır.
Erdoğan zorbalığı bitmiştir; CHP daha ne üzerinde tepeleniyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi, olup biteni sadece “Erdoğan gitsin de nasıl giderse gitsin” düz mantığıyla ele alabilir mi?
12 Eylül’ün derinliği olmayan yüzeysel siyaset anlayışının sonucudur/ ürünüdür bu. Kavramlarla düşünemeyip kişiler üzerinden siyaset yapmaktır.
Aslında siyaset üretememektir.
CHP’ye politik kurnazlık ve uysallık yakışmaz.
Tarihsel sorumluluğunu hatırlatmama gerek var mı?
İhtiyacı olan Mustafa Kemal cesaretidir…
Soner Yalçın