19 Ekim 2013 Cumartesi

Bu Bir Eşek Hikayesidir (1)-(2)





Bu Bir Eşek Hikayesidir (1): Eşek kim?
‘’Eşeğini dövemeyen, semerini döver’’ sözü Türkçemizde güzel ve sık kullanılan özdeyişlerimizden biridir. Ortada bir hata veya suç var ise bu özdeyişimize göre hatanın sorumlusu eşektir. Ancak eşeğin hatasından zarar gören, korku veya körlük nedeni ile yada ‘’kendisi eşeğin suçuna ortak olduğu için suçluyu dolayısı ile kendisini açığa çıkarmamak’’ için eşeğe dokunamaz, hesap soramaz. Ne yapar? […]
‘’Eşeğini dövemeyen, semerini döver’’ sözü Türkçemizde güzel ve sık kullanılan özdeyişlerimizden biridir. Ortada bir hata veya suç var ise bu özdeyişimize göre hatanın sorumlusu eşektir. Ancak eşeğin hatasından zarar gören, korku veya körlük nedeni ile yada ‘’kendisi eşeğin suçuna ortak olduğu için suçluyu dolayısı ile kendisini açığa çıkarmamak’’ için eşeğe dokunamaz, hesap soramaz. Ne yapar? Eşeğin semerin döver. Hem kendisini kurtarır, hem de kendisini izleyenlere ‘’hesabını sordum’’ mesajı verir, durumu kurtarmaya çalışır. İzleyenlerden kimi bu oyunu yer, kimi yemez ancak kişisel menfaati gereği yer gibi yapar, kimi ise yemez ‘’dur bakalım ne olacak’’ diye bekler. Sonuçta suçu yanına kar kalan eşek, kendisine güveni artmış ve güçlenmiş olarak yoluna devam eder. Yani semeri dövdüğümüz sürece eşek ‘’eşşekliğine’’ devam eder.
Türkiye’mizde 19 Mayıs 1919’da başlayan devrim süreci 1940’larda durmuş, 1950’lerde geriye dönüş başlamıştır. Karşı devrim süreci 1950’lerde başlamış AKP döneminde ise karşı devrim ‘’son evresine’’ girmiştir. Peki! Cumhuriyetçiler için ‘’karşı devrim’’ bir hata ise bir suç ise bu karşı devrimi yapan ‘’eşek’’ kim? Sorunun cevabını 1950’lere gitmeden hepimizin şahidi olduğu AKP döneminde yani ‘’karşı devrimin’’ son evresinde arayalım. Karşı devrimin son evresinde aktörler o kadar maskesiz, o kadar çıplak ki eşeği bulmak daha kolay olacaktır.
Karşı devrimin ‘’gözüken baş aktörü’’ AKP’nin neler yaptığını yazmayacağım. Çünkü AKP şunu yaptı, yarında bunu yapacak demek, eşek yerine ‘’semerini’’ dövmek olur. Eşeği dövmemiz gerekiyorsa AKP şunu yaptı, bizde karşılık olarak ‘’şunu yaptık, yapıyoruz’’ dememiz gerekir. Eşeği dövmemiz gerekiyorsa AKP şunu yapmanın planlarını yapıyor, bizde AKP’ye şunu yaptırmamak için ‘’şu hazırlıkları yapıyoruz, AKP’ye yaptırmayacağız’’ demek gerekir. Eşek böyle dövülür ve eşeği böyle döverseniz, canı yanan eşeğin sesi AKP’den, Ankara’dan değil okyanus ötesinden ‘’ Washington’dan, beyaz saraydan’’ çıkar. O zaman eşşeğin kim olduğunu eşeği dövende, eşeği döveni izleyen halkta öğrenir, anlar.
AKP şunu yaptı, AKP şunu yapacak, ‘’Ey AKP, bu kadar da olmaz ki!’’ gibi laflar eşeğin semerini dövmekten başka bir işe yaramaz. AKP yerine ‘’Tayyip’’ diyerek, ‘’Tayyip şunu yaptı, yarında şunu yapacak’’ demek sonucu değiştirir mi? Bu şekilde halk, dövdüğünüz semeri suçlu sanır koruduğunuz eşşeğin izinden gider. Ve eşşek, yıpranan semeri her zaman değiştirebilir zira ‘’semer olmaya’’ gönüllü her zaman bulunabilir. Çünkü kişisel egolarını düşünenler için eşeğin sırtında yerden bir metre yükselmek demek, iktidara bir metre daha yaklaşmak demektir. O bir metre için her şeyini hatta vatanını satacak sizce etrafta kaş kişi vardır? Sonuç olarak eşeğin semersiz kalmak gibi bir derdi yok ancak halkın yani bizlerin eşşeği, semerden ayırmak gibi bir derdimiz var, var olmalı. Yıllarca semeri suçladık eşşeğin peşinden gittik. Eşşek yıllarca ekmeğimizi, tenceremizdeki yemeğimizi, yastığımızın altındaki kefen paramızı, emeğimizi yedi, bitirdi. Bankalardan kredi çektik yani çocuklarımızın geleceğini sattık, eşşeğe verdik, yetmedi. Biz bittik ancak eşek doymadı. Şimdi yatağımızı, yorganımızı ve ayağımızın altındaki toprağı istiyor yani canımızı istiyor. Eşşeği, semerden ayırmak ne dersiniz artık şart olmadı mı?
Eşşeği, semerden ayırmamız şart olduysa bunun tek yolu, bizi yıllarca semerle aldatanları tanımamızdan geçiyor. Peki, kimler semeri dövüyor, eşeği gözümüzden kaçırıyor? Kimler ‘’AKP şunu yaptı’’ diyor, ‘’bizde cevap olarak şunu yapacağız’’ diyemiyorsa, onlar eşeği gözümüzden kaçırıyor. Kimler ‘’Tayyip şunu yapacak’’ diyor, ‘’bizde şunu yapacağız, Tayyipe bunu yaptırmayacağız’’ diyemiyorsa ‘’O’’ bizi semerle aldatıyor, eşeği gözümüzden kaçırıyor demektir.
Aslında biraz okusak, biraz ekmek mücadelesinden kafamızı kaldırıp etrafımıza baksak, eşek yerine semeri dövenler dahi bizi aldatamaz. Her şey o kadar açık ki, eşek o kadar çıplak ki görmememiz mümkün değil. Çıplaklığa örnek olarak ‘’üç siyasi kişinin’’ medyaya yansıyan sözlerini size yorumsuz olarak aktarayım:
-          Amerika istihbarat servisi CIA’nin Türkiye uzmanlarından Henri Barkey: Türk ordusunu kafesledik!
-          AKP’li Hüseyin Çelik: Bugün yaptıklarımızı 2003 yılında yapsaydık o zaman partimiz kapatılırdı(12 Haziran 2013-Aydınlık Gazetesi)
-          CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu: “Evet, CHP ırkçı-şovendi ama artık öyle değil.”( Almanya-Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesi)
Yukarıdakiler ile benzer örnekler o kadar çok ki sayısız çoğaltılabilir. Yıllarca semeri dövenleri izledik, eşşekten ‘’eşek muamelesi’’ gördük. Yeterince deneyim kazandığımıza inanıyorum. Kim eşek, kim semer, kim eşeği gözümüzden kaçırıyor artık görme zamanı gelmedi mi? Ne dersiniz? Umutla,
Bülent Dalkılıç

Bu Bir Eşek Hikayesidir(2): Cephesiz Seçime Girmek!
Bir Türkçe özdeyişten yola çıktık, eşeğin, semerin, semerle eşşeği gözden kaçıranların peşine düştük. Peşine düştük çünkü eşşeği ve illada eşşeklik edenleri tanımak artık şart oldu. Çünkü önümüzde ‘’sıradan seçimler değil’’, Türk Milleti’nin kaderini belirleyecek seçimler var
Neydi o özdeyiş? ‘’Eşeğini dövemeyen semerini döver!’’ demiştik. Demiştik ki eşek yerine semerini dövenler, ‘’eşşeğe’’ dokunulmazlık kazandırır. Dokunulmayan eşşek dokunulamayan eşşek olur, daha bir güvenle yoluna devam eder.
Dokunulmaz eşeğin beklentileri çoktur. Dolayısı ile hizmetkarları da çoktur. İktidar olmak için eşeğe semer olmak isteyenler, tek başına yürüyemediği için eşekten medet umarak eşeğin kuyruğuna yapışanlar vardır. Bunlar genellikle karşımıza siyasetçi olarak çıkarlar. ‘’İktidara giden tek yol eşşek yoludur’’ düşüncesi ile siyaset yaparlar.
Birde eşeğe tapanlar vardır. Bunlar eşeğe ruhen bağlanmış, kendilerini eşeğin bir parçası bir uzvu olarak görenlerdir. Eşeğe tapanların görevi, eşeği rahatsız edecek taşları yolundan temizlemektir. Eşşeğe hizmet edenler arasında birde kendilerini eşeğin ortağı olarak görenler vardır ki, en acınası olanlar bunlardır. Eşeğe tapanlar karşı devrimin son evresine kadar içimizde ‘’bizden biri’’ olarak yaşadılar. Öyle çok bizdendiler ki solcuların arasında ‘’solcu’’, sağcıların arasında ‘’sağcı’’, İslamcıların arasında ‘’islamcı’’, Kemalistlerin arasında bir Kemalist’ten ayıramazdınız. Solcuydular, İslamcıydılar, askerdiler, gazeteciydiler, Orhan Pamuktular aramızda. Karşı devrimin son evresi ‘’AKP döneminde’’ maskeleri attılar, öne fırladılar, eşeğin yolunu temizlediler.
Solcu bunlara ‘’yoldaş’’ derken,
Kemalist bunlara ‘’vatansever arkadaş’’ derken,
Asker bunlara ‘’silah arkadaşım’’ derken, bakın rahmetli Barış Manço ne diyordu?
Arkadaşım ‘’Eş’’
Arkadaşım ‘’şek’’
Arkadaşım ‘’Eşşek’’ diyordu!
Rahmetli çok ileri görüşlüymüş. Eşeğe tapanların görevi eşeğin yoluna ‘’Pamuklar’’, ‘’Güller’’ döşemektir. Üstelik eşşek bunları çok hoyrat kullanır. Kızdığı zaman kiminin başına çuval geçirir, kimini ise deliğe süpürür, kanalizasyona gönderir. Eşek, gerçekte iktidarı kimse ile paylaşmaz. Haddini bilmeyene haddini bildirir çünkü o dokunulmazdır. Onu biz dokunulmaz yaptık.
Sistem partileri bırakın eşeği eleştirmek, adını ağzına bile almazlar. Eşeğin adını anmak zorunda kalırlarsa ‘’eşek ile hemfikiriz’’ türünde açıklama yaparlar. Meclis dışında yani sistem dışında olan partiler ise eşeği eleştirir, semeri döver ancak eşeğin peşinde olanları çok fazla eleştirmezler. Eleştirileri ‘’AKP’’ ile sınırlı kalır. Daha ileri gidenler eşeği de eleştirir ancak semeri döverek eşeği gözden kaçıranları, eşeğe dokunulmazlık verenleri eleştirmezler. Bir gün uyanır, eşeğin peşini bırakırlar ve eşeğe ‘’eşek’’ derler, aramıza katılırlar beklentisi, umudu tüm eleştirileri engeller. Bilerek yada bilmeyerek ‘’semeri döverek eşeği gözden kaçırma’’ oyununa ortak olurlar.
Hükümdür: Bir devletin, bir milletin kaderini ‘’TEK’’ bir partinin tayin etmeye, çizmeye gücü yetmez!
Postmodern TV programlarından birinin ismiydi sanırım ‘’kader anı’’. Gerçekten de artık Türk Milleti için kader anı diyebiliriz yaşadığımız günler için.
Bir buçuk yıl içinde üç seçim yapılacak. Yerel seçim, Cumhurbaşkanlığı ve genel seçim. Üç seçimden en önemlisi yerel seçimdir. Nedenini açıklamaya çalışayım. Yerel seçimde en yüksek oyu alacak ‘’CEPHE’’, bir sonraki seçime psikolojik üstünlükle girecek ve olağan üstü bir olay olmazsa ‘’daha güçlenmiş’’ olarak seçim sürecini tamamlayacak. Dikkat ederseniz parti demedim, cephe dedim. Çünkü bu seçimler Türkiye’nin geleceğini belirleyecek seçimlerdir. Bir devletin, bir milletin kaderini ‘’TEK’’ bir partinin tayin etme, çizme gücü yoktur. Söz konusu olan Türk Milletinin kaderi ise Milletlerin kaderini ‘’cepheler’’ belirler.
Gayri Milli Cephe ve Milli Cephe!
Amerika’nın Türkiye’de başlattığı ‘’karşı devrim’’ sürecinin cepheleri nettir. Gayri Milli Cephe ve Milli Cephe! AKP’nin ‘’Türk Milletinin’’ kaderini tayin edecek gücü vardır çünkü AKP ‘’Cephe Partisi’’ dir. ‘’Türkiye Cumhuriyeti yıkılmalı!’’ diyenlerin oluşturduğu ‘’Gayri Milli Cephe’’ nin temsilcisi olan partidir AKP. İktidar partisi olduğu için değil ‘’Gayri Milli Cephe’’ nin partisi olduğu için güçlüdür AKP. Vatansız İslamcıların, vatansız sosyalistlerin, emperyalistlerin ve Kürt ırkçılarının cephe partisidir AKP.
Gayri Milli Cephenin ‘’TEK’’ bir partisi var ve ‘’durmak yok yola devam’’ diyor. Cephe partisinin karşısında cephe partisi olmayan partiler tek başlarına duramaz, ezilirler. Gayri Milli Cephenin partisi AKP, seçimlerden güçlenmiş olarak çıkar.
Milli Cepheyi temsil etmesi için üzerinde anlaşılmış ‘’TEK’’ bir parti var mı?
Yerel seçimlerin sonucunu, dolayısı ile ‘’Türkiye’nin kaderini’’ bu soruya verilecek cevap belirleyecek. Bu soruya verilecek cevap ‘’Milli Cephenin Partisi’’ şudur denilemiyorsa, seçimlerin kazananı AKP olacaktır. Sonra mı? Hoş geldin ‘’Haçlı İslam Cumhuriyeti’’, hoş geldin ‘’Haçlı Kürdistan’’
Milli Cepheye davet edilen partilerin ‘’bizim partimiz seçimlerden güçlenerek çıkacak!’’ cevabı sadece bu cevabı veren partiye zarar verecek olsa umurumda değil. Türkiye’nin kaderi söz konusu. Bu durumun farkında olan ne yazık ki tek parti ‘’İşçi Partisi’’. Bu nedenle Türkiye’nin kaderini belirleyecek seçim sürecinde İşçi Partisi’nin gündeminde birinci sırada ‘’Milli Cepheyi kurmak’’ olacaktır. Eşeğe ‘’eşşek’’ diyemeyenler ‘’benim partim’’ derken, İşçi Partisi ‘’Türkiye’’ diyecektir, Milli Cephe diyecektir. Çünkü Türkiye’nin kaderini partiler değil cepheler belirleyecektir.
Ve önümüzdeki seçimler partiler savaşı değil ‘’cepheler savaşı’’ olacaktır. Seçim meydanlarında partiler değil ‘’Milli Cephe’’ ile ‘’Gayri Milli Cephe’’ savaşacaktır. Seçim meydanlarında ‘’Mustafa Kemalin Askerleri’’ ile ‘’Amerika’nın Şubeleri’’ savaşacaktır.
Yazımızı bir soru ile bitirelim. Gayri Milli Cephenin partisi ‘’AKP’’, Cumhuriyet düşmanı kitlelerin öncüleri tarafından kurulmuş bir cephe partisidir. AKP, halk tarafından seçilmiş bir ‘’Cephe Partisi’’ değildir. ‘’Milli Cephe Partisini’’ Cumhuriyetçi, aydınlanmacı, emekçi kitlelerin öncüleri seçmez ise halk ‘’Milli Cephe Partisini’’ seçebilir mi? Ne dersiniz?
Umutla,
Bülent Dalkılıç
19.10.2013

YENİ AND'IN ŞİFRELERİ, ULUS KİMLİK OUT, ÜMMİLİK İN

Cumhuriyet sonrası yapılan devrimlerin yerleşmesiyle ilgili sorunlar yaşanmıyor değildi. Mustafa Kemal'in de Harbiye'den öğretmenliğini yapan Esat Mehmet, Milli Eğitim Bakanlığı sırasında 1931 yılında, kız öğrencilerin kısa çoraplarının, yine kısa eteklerinin tepki çektiğini ifade etmiştir. Reşit Galip ise; “yanlış düşünüyorsunuz, bu geriliktir, kadınlara verilen haklardandır, devrimler devrimci anlayışla yapılır ve yürütülür” diyerek, açıkça tavır koymuştur. Mustafa Kemal ise, Reşit Galip'in bu katı tavrını eleştirince, Reşit Galip; “devrimleri korumak için sizden izin istemiyorum” diyerek, o güne kadar Mustafa Kemal'e en sert yanıtı veren kişi olmuştur.
***
TBMM tarafından 1921 yılında ilk ulusal bayram olarak ilan edilen 23 Nisan günü, 1923 yılında ulusal egemenlik bayramı adıyla kutlanmaya başlanmıştır. 1927 yılında ise Çocuk Esirgeme Kurumu, 23 Nisan'ı Çocuk Bayram'ı ilan etmiştir. Çocuk Bayramı niteliğiyle devlet töreni ise ilk kez 1933 yılında yapılmış ve daha sonra da devam etmiştir. Çocuk Bayramı niteliği ile kutlamalar resmiyet kazanmadan sürmüştür. 23 Nisan'ın bu iki özelliği ile birlikte resmen bayram yapılması ise, 12 Eylül ki bir yasa değişikliği ile olmuştur.
Konuya dönersek Reşit Galip aynı duruşla çalışmalarını sürdürünce, süreçte 1932 yılında 38 yaşında Milli Eğitim Bakanı yapılmıştır! Reşit Galip, 1933 yılı 23 Nisan günü öğrencilerle bayramlaşmış, onlara bir and söylemiş, Çankaya Köşkü'ne gittiğinde de "Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak; yurdumu, budunumu, özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun." sözlerini içeren andı, Mustafa Kemal'e sunmuştur.
1933 yılı Mayıs ayında Milli Eğitim Bakanlığı, Mustafa Kemal'in beğendiği andın, ilköğretim okullarında her sabah öğrencilere okutulması yolunda bir genelge yayınlamıştır.
1972 yılında and içeriğinde değişiklik yapılmış, "budunumu" sözcüğü "milletimi" olarak değiştirilmiş, son cümle olarak ise "Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene." ifadesi eklenmiştir.
1997 yılında and içeriğinde yine değişikliğe gidilmiş, "yasam" sözcüğü "ilkem" olarak, "varlığım" sözcüğü ile başlayan bölüm ve sonrası ise "Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. Ne Mutlu Türküm Diyene!” olarak değiştirilmiştir.
08 Ekim 2013 tarihli resmi gazetede yayınlanan yönetmelik değişikliğiyle, 2003 tarihli İlköğretim Kurumları Yönetmeliği'nin 12’nci maddesi kaldırılmakla, tam 80 yıl süren and uygulamasına son verilmiştir. Gerekçe, ırkçılık olmuşsa da, gerekçeye hak verilebilmesi için, bu eğitim ve and uygulamasının, uygulandığı 80 yıllık süreç de gözetildiğinde, ırkçı bir model yaratması gerekirken, böyle bir tablonun gerçekleşmediği de açık seçik ortadadır.
Danıştay 8’inci Dairesi, 2009/6614 Esas, 18 Şubat 2011 tarih ve 982 sayılı kararıyla, and ve anddaki kavramların, ulusal eğitimin temel amaçlarına ve Anayasa'ya uygun olduğunu, ırkçılık içermediğini ifade etmişse de, yine de andın kaldırılması yoluna gidilmiştir.
Atatürk döneminde andın içeriğinde Atatürk'ün adı geçmezken, O'nun ilke ve değerlerinin gelişmesini sağlamak yerine, O'nu sömürenler içerik değişikliğiyle kolaycılığa kaçıp, içerikte adına yer vermişler, bununla O'na ve anda saldırılara da ayrıca zemin yaratmışlardır.
Değişmez nitelik taşımayan and içeriğinde, süreçte birkaç kez değişiklik yapılmıştır. Hipokrat yemininin bile sonradan değiştiğini düşündüğümüzde, andın yazıldığı dönem yaşanmayan demokrasi ve sonradan gelişen insan hakları gözetilerek, ulusal eğitimin temel amaçlarına uygun içerik değişikliğine gidilebilecekken, nedense bundan uzak durulmuştur. Amacın dışına çıkılarak, andı dogmatik bir metin gibi görüp içeriğine dokunmamak da, eleştirileri hep gündemde tutmuş, sonuçta içeriğini ya Atatürk'e saldıranlar ya da sömürenler, değiştirmiş veya kaldırmıştır. Bugünkü tablo böyle ortaya çıkmış, kimse Atatürk'ü anlayarak, çağdaş eğitim değerlerine uygun, güncel bir içeriği her zaman var etme arayışına yönelmemiştir. Her zaman olduğu gibi konu ve içerik değişikliği, uzmanların, pedagogların tartışmasına açılmayıp, kolaycılığa yönelinmiştir.
And içeriğinde geçen Türk sözcüğü, bir ulus devlette ırk olarak algılanamayacakken, hep bu algının üzerinde durulmuş, bu algıyı ortadan kaldıracak ve ulus bilincini geliştirecekken atılmayan adımlar, yine bu algıyı yaratan adım ve saldırılar, andın kaldırılmasında fırsatçılık olarak kullanılmıştır. Bu dayatmalar ve uygulamalar karşısında and kaldırılmakla da, Türk adının kökenlerle ilgilenmeyen bir Ulus adı olduğu, ırk algısı yaratmadığı, birliğin adı olduğu söylemleri zayıflatılmış, ırk adına özgülendiği tartışmalarına ortam yaratılmıştır.
YENİ AND
Öte yandan ulusal eğitimin temel amacına uygun hareket edilmeyip and tamamen kaldırılırken, yerine yeni aynı amaca uygun bir and da konulmamıştır. Ancak her şeyi kağıt üzerinde aramaya ve kağıt üzerindekilerle yetinme yanlışlığına da düşülmemelidir. Tabloya baktığımızda mevzuat ve uygulama karşısında, yaşanan fiili bir and vardır. Üstelik bu konuda kimse de ağzını açamamaktadır!
Nedir o and! 12 Eylül öncesi din bilgisi dersi seçmeli iken, 12 Eylül sonrasında din kültürü ve ahlak öğretimi dersleri birleştirilmiş; bu yolla ahlak, dinin tekeline sokulmuş ve bu ders, zorunlu ders haline getirilmiş, dersin içeriği de fiilen sadece bir dine ve bir mezhebe özgülenmiş, bu uygulama pekiştirilerek sürdürülmüştür.
Bu yetmezmiş gibi yakın zamanda ilköğretim okulları 5’inci sınıfından başlamak üzere, Kuranı Kerim, Hazreti Muhammed'in Hayatı, Temel Dini Bilgiler dersleri seçmeli dersler arasına eklenmiş, seçmeli ders listelerinde alfabetik dizin de yapılmayarak, bu derslere listenin en başında yer verilmiştir. Artık bu derslerin hepsinin fiilen zorunlu ders haline geldiği, öğrencilerin büyük çoğunluğunun uygulama itibarıyla bu dersleri aldığı, tüm okulların fiilen imam hatipleştiğinin ortaya çıkması için de, sadece istatistiklerin açıklanması yeterlidir.
O halde, andı kağıt üzerinde aramaya gerek yok artık... Önemli olan güdülen amaç ve o amacın elde edilmesi... İşte ulus devleti hedef alanlar, bu yöntemlerle yeni andı yaratıp uygulamaktalar ve kimse de ağzını açamamaktadır... Yeni and da, artık ulus kimliğinin pekiştirilmesini değil; yine bu kimlik içindeki farklılıkların tam bir eşitliğinin işlenmesini değil, yalnızca ümmiliği esas almaktadır...
25.4.1997 tarihli Milliyet Gazetesinde Azer Bortaçina, o dönemdeki Refah Partisi ve uygulamalarını esas alarak yaptığı bir analizde, seçim yasalarında bir değişiklik yapılmayıp, eğitimin o anlayışla sürdürülmesi durumunda 2005 yılında bir İslami partinin % 62 oy alacağını ortaya koymuştur. Süreçte Refah Partisi'nin kapatıldığını, o tablodaki analize etken konularda hiç bir şey yapılmadığını ve yaşanan kesintiler gözetildiğinde, o oran % 62 değil, % 52 olmuştur. Buna rağmen iktidar partisi her türlü sömürü de yaratıp boş durmayarak, uygulamalarını giderek artırmaktadır.
***
Sonuç olarak, yeni andın söylenen değil yaşanan bir and olduğunu artık görelim ve görmekle de kalmayıp gereğini, güne uygun Reşit Galipleri de yetiştirerek, hukuk ve demokrasi içinde yapalım.
Ömer Faruk Eminağaoğlu
Odatv.com


ABD'nin Türkiye'yi Dönüştürme Projesi ve AKP!




ABD'nin Türkiye'yi Dönüştürme Projesi ve AKP!
ABD’nin Demokrasi Geliştirme İşleri ve Türkiye!
1970’lerde ABD Başkanı Jimmy Carter Dışişleri Bakanlığı bünyesinde “Demokrasi, İnsan Hakları ve Çalışma Bürosu”nu kurarak demokratik değerlerin geliştirilmesini ilk defa bir kurum çatısı altına koydu.
1983 yılında Ronald Reagan, yıllık Kongre tahsisleri ile fonlanan sözde özel yapıdaki Ulusal Demokrasi Vakfı’nı (NED) kurarak ABD’nin dünya genelinde demokrasileri ve demokrasicileri desteklemesinin mekanizmasını oluşturdu. Diğer ülkelerde NED’in “demokrasi”, Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın (USAID) “kalkınma” işlerine, 1990’ların sonundan itibaren dinler arası “diyalog” projeleri katıldı. 1998 yılındaki Uluslararası Din Özgürlüğü Kanunu ile Dışişleri Bakanlığı içinde Uluslararası Din Özgürlüğü Ofisi kuruldu. 1990’larda Orta ve Doğu Avrupa’nın demokrasi projeleri ile dönüştürülmesinden sonra, George W. Bush, 2002 yılında Ortadoğu Ortaklık İnisiyatifi’ni (MEPI) oluşturarak Ortadoğu’da demokrasi geliştirme işine öncelik verdi. MEPI’nin görünürdeki amacı sivil toplumun ve hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi, eğitimin geliştirilmesi, ekonomik reformların teşvik edilmesi, NGO’lara, eğitim kurumlarına, yerel hükümetlere ve özel teşebbüse yardım ederek siyasi katılımın artırılması idi. 2009 yılına kadar MEPI, 17 ülkede 600’dan fazla projeye 530 milyon dolar harcadı. Obama, Bush döneminde başlatılan MEPI programının bütçesini %30 artırırken, dış ülkelerde örtülü olarak sosyal-medyayı kullanabilmek için “Internet Özgürlüğü” programı oluşturdu.
ABD’nin kendi adamlarını iktidarda tutma niyeti yıllardır Arap burjuvasında kızgınlık ve hayal kırklığı yanında anti-Amerikancılığı da besledi. Arap kamuoyuna göre ABD politikalarının odağında İsrail vardı ve Batı bölgenin doğal gelişimini önlemişti. Böyle nefret edilen bir ortamda rejim muhalifi olarak Amerika’dan demokrasi için umut beslemek kolay değildi. Ortadoğu’da demokrasi ve liberalizm çelişkisi yaşanmaktadır; daha fazla demokrasi daha az liberalizm getirmektedir. Bu coğrafyada seçimler, Amerika yanlısı diktatörlerin yerine daha popülist ve anti-amerikancı liderler getirmekte ve artan anti-amerikancılık ise ABD’nin bölgedeki demokrasi geliştirme işlerini içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Bu nedenle ABD son dönemlerde hem imaj düzeltmek hem de işleri ucuza getirmek için dünyanın çeşitli coğrafyalarında yeni taşeronlara başvurmaktadır. Nitekim Hindistan, Güney Afrika ve Türkiye gibi seçilmiş ülkeler bölgesel çatışmalarda demokrasi yanlısı arabuluculuk faaliyetlerine angaje olmaktadırlar. Demokrasi projelerinin yürümesi için müttefik ağları, müşterek gündemli ortaklıklar yaratılmaktadır. İçine sızılan devlet bürokrasisinin de yardımıyla, yaygın bir “medyatik” ve “entelektüel” yedek güç oluşumu ile, “manifacturing public perception” denilen “kamu-oyunun algılama dizgesini üretme” sürecinde, ülke insanlarının, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünceleri, ya da eylem planlarını, bizzat kendi kurumlarının, kendi beyinlerinin ürünüymüş gibi algılayıp, uygulamaya geçmeleri sağlanmaktadır.
Soğuk Savaş döneminde ABD, milliyetçi Arap yönetimlerini ve Sovyetlerin bölgedeki çıkarlarını zayıflatmanın silahı olarak İslamcıları kullanmıştı. Türkiye’de İslamcılığın yayılması ve ılımlı İslam modelinin Gülen hareketi ve AKP vasıtası ile Türkiye’de denenmesinin kökleri, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar geri giden ABD’nin Türkiye ile ilgili dönüşüm projesinin sonucudur. Bu dönüşümde, ABD ve Avrupa Birliği işbirliği yapmaktadır. Ilımlı İslam, Müslüman dünyayı bölmek, Batı düşmanlığını yok etmek, radikal İslam’ı yalnızlaştırmak ve ezmek için uydurulmuştur. Amaç, “başkaldıran İslam’a karşı, bastırılmış İslam” yaratmaktı. Bu proje daha sonra ABD’li muhafazakârların (neo-con’lar) elinde Büyük Orta Doğu Projesi”ne temel teşkil etti. Batı tarafından İslamcılar milliyetçilere göre her zaman daha iyi yönetilebilir olarak görülmüştür. Radikalleri fikri ve fiziksel olarak silahsızlandırma, İslam’a başvurmakla elde etmeye çalıştıkları meşruiyeti gayrimeşru kılabilme konusunda en donanımlı olanlar ılımlı İslamcılardır. İslami radikalizmin üstesinden gelinmede ancak yerel Müslümanlar ile çözüm bulabilirdi.

Türkiye’de İslamcılık ve ABD!
Türkiye Cumhuriyeti tarihi güvenlik odaklı gelişmeler bakımından beş siyasi döneme ayrılabilir;
- Cumhuriyetin ilanı ile başlayıp 1950’lere kadar devam eden Türkiye’nin bağlantısız duruşu ve laik duruşun tavizsiz bir şekilde korunması.
- 1950’lerde başlayan ana ekseninde ABD-Türkiye ittifakının olduğu Soğuk Savaş dönemi; bu dönemde sağ-sol çatışması zirve yaparken, İslamcılık ve bölücülüğün uyanışı.
- 12 Eylül 1980 darbesi ile dinci akımların önünün açılması, komünizme karşı ‘İslam Kalkanı’ hazırlanması.
- Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin AB üyelik sürecinde yaptığı reformlar ile ulus-devlet dokusu ve güvenlik sisteminin bozulması.
- 2000’li yıllarla birlikte ABD menşeli ılımlı İslam projesinin Gülen hareketi ve AKP hükümeti ile Türkiye’de hayata geçirilmesi.
ABD’nin 1950’lerden beri ülkemizde yaptığı tüm düzenlemeler ve aldığı gizli ve açık tüm önlemler iç siyasal gelişmeler üzerinde “sosyal kontrol”ün sağlanmasına yöneliktir. 1950’lerden itibaren Komünizmle mücadele için ülkemizde eğitimden liberal ideolojiye, silahlanmadan milliyetçilik anlayışına, modernleşmeden bilimsel çalışmalarına kadar her düzenleme için Türk yöneticiler ikna edilirken, 1990’lar sonra toplumun Türk kesimlerini etkileyen derinden bir dönüşüm başlatıldı. Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda yaşamakta olduğu bu köklü dönüşüm temelde ABD ile bağımlılık ilişkilerinin derinleştirilmesine onun büyük projelerinin bir parçası olmayı garanti etmeye yöneliktir. Dünya ekonomisi ve iş bölümüne dâhil olabilmek, ülkeye demokrasi ve insan haklarını köklü olarak yerleştirebilmek, iç istikrarsızlıklara barışçı ve silahsız bir çözüm bulabilmek ve nihayet Ortadoğu’da büyük bir güç olmak için Türkiye’ye dayatılan politikaların arkasında; ABD’nin çıkarları, dönüşüm politikaları ve bunu bize telkin eden sinsice örülmüş bir kurgu vardır. Bu kurgunun aktörleri de değişmekte, kimileri yeni dönemin gereklerine uygun hale getirilirken, başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere bazıları da derin travmalara maruz bırakılmakta, ülke içi hiyerarşi düzenlenmektedir.

Siyasal İslam, bir yandan ülkede yozlaşmaya yol açan sürece liderlik ederken, önce, 2002-2007 arasında, laik güçlerin iktisadi temelleri darmadağın edildi. Bürokrasiden sonra sermaye ve medya, tamamen İslamcı güçlerin emrine girdi. Askerlerin stratejik olarak nitelendirdiği ve özelleştirmesine karşı çıktığı iletişim, enerji ve ulaştırma sektörlerinde özelleştirme büyük ölçüde tamamlandı. ABD, İslamcı iktidarı Irak’taki Kürtler ile ittifaka ikna ederken, askerlere karşı Ergenekon kurgusunda işbirliği yapıldı. AKP, 2007 yılına kadar izlediği tutarsız politikalar ile ABD gözünde büyük bir güven kaybına uğramış ama tezkere nedeni ile fatura askerlere kesilmişti. 2007 öncesinde Türkiye’nin tepesinde kurumlar savaşı yaşanıyordu. AKP’nin egemen olduğu hükümet ve Meclis çoğunluğu, Ahmet Necdet Sezer’in temsil ettiği Cumhurbaşkanlığı, yüksek yargı, üniversiteler ve TSK ile çatışıyordu. Ergenekon soruşturması yolu ile AKP-Cemaat koalisyonu rakiplerini ya tasfiye ederek ya da sindirerek bütün iktidara el koydu. Bunun için dışarıdan yönlendirilen kanallar ile polis yargı, üniversiteler ve TSK’ya örtülü operasyonlar yaptı. Eylül 2010 referandumu ile Anayasa’nın değiştirilmesi yeni hukuk düzeninin kurulması yani devlete hâkim olmak demekti.
Büyük Ortadoğu Projesi ve AKP!
İslamcı hareket ve partiler iki ana gruba ayrılmaktadır. İlk grupta demokrasi için gerekli prensiplerin uygulandığı ideal bir iç yapı söz konusudur. İkinci grupta ise demokrasi bir ahlaki değer değil iç politikada bir vasıtadır. İlk gruba örnek Fas’ın AKP’sidir. Demokratik kriterler parti içinde de uygulanmaktadır. Gençler ve kadınlar için kotalar uygulanmaktadır. Parti içi dengelerin korunduğu Bahreyn’deki El-Vefaq İslamcı Toplum Partisi de bu gruptadır. Türkiye’nin AKP’si, Mısır, Ürdün ve Cezayir’deki İslamcı hareketler (Müslüman Kardeşler vb.) ise ikinci gruba girmektedir. Demokrasi rekabet etmek için bir vasıtadır. Her iki gruptaki İslamcı hareket ve gruplar için de demokrasi laik ve liberal partilerden daha iyi görülmekte ve kendi iç politika amaçları için bir vasıta teşkil etmektedir. ABD, Türkiye’nin de dâhil olduğu bu coğrafyada güç merkezlerini ve direnç noktalarını yok etme sürecindedir. Rejim değişiklikleri yanında başta Irak, Türkiye ve İran olmak üzere harita değişikliklerine sıra gelmektedir. ABD ve AB’nin AKP iktidarına olan desteğinin arkasında; ılımlı İslam projesi, Kürt ve Kıbrıs politikalarında Batı çıkarları doğrultusunda açılımlar yanında küresel sermayenin beklentilerine uygun şekilde ekonomide istikrar, özelleştirmelerin devam etmesi, sıcak para politikasında süreklilik beklentisi vardı.
Türkiye'de son birkaç yıldır şiddetlenen ve TSK, hükümet, yargı, medya gibi unsurların içinde yer aldığı karmaşık mücadeleler, basitçe laik-İslamcı çekişmesinin çok ötesinde, uluslararasılaşan sermaye birikimi ve bunun beraberinde getirdiği yapısal dönüşüm ihtiyacı öne çıkardı. Türkiye kökenli sermayenin dışa açılması ve Türkiye'nin bir 'bölge gücü' olması gibi gelişmeler, Türk halkına söylenen “büyüyen Türkiye” yalanı Yeni Osmanlıcılık” politikası ile Türkiye’nin şahlanması anlamına gelmektedir. Yeni-Osmanlıcı yaklaşım, Türk Devleti’nin laik yapısına iki şekilde tehlike oluşturmaktadır. Köktendinci vizyonu ile dış politikamızın temel ilkeleri sarsılmakta, öte yandan toplumdaki etnik ve dini farklılıkları siyasete entegre edilerek ülke bütünlüğü gün geçtikçe tehlikeye düşmektedir. Osmanlıcı yaklaşım, günümüzde İslamcı hedeflerle iç içe geçmiştir. İslamcılara önerilen Ortadoğu konfederasyonu içindeki Ilımlı İslam devleti federasyonu, sözde eski Osmanlıyı canlandıracak ve liderlik edecektir. Böylece, ılımlı İslam devleti yanında; Türkiye’nin İslam dünyasına liderlik etme hayali yani padişahlık rüyası da gerçekleşecektir.
2000’li yıllar ile birlikte Türkiye üzerindeki oyunlar yeni bir çehre edindi. ABD ile AB ve diğer güç merkezleri arasında artık Avrasya’yı da içine alan Ortadoğu ekseninde gelişecek kapışmanın “cephe ülkesi” Türkiye olacaktı. ABD’nin bölgeye ilişkin ana politikası, Türkiye ile iyi ilişkiler kurarak Türkiye’nin jeopolitik durumundan yararlanıp bölge üzerinde kontrol sağlamaktır. Bu politikayı gerçekleştirmek için “ılımlı İslam” anlayışının hâkim kılınması strateji olarak benimsenmiştir. 2007 yılından beri Büyük Ortadoğu Projesi’nin pek çok kafa karışıklığı ile birlikte Türkiye merkezli olarak revize edilmiş bir versiyonu oynanmaktadır. Bush döneminde tepki çeken ‘Ilımlı İslam’ projesi Obama ile ‘Model Ortaklık’a dönüştürüldü. Ortadoğu'yu kendi emelleri doğrultusunda şekillendirirken 'Ilımlı İslam' modeli ile ABD'yi destekleyecek ya da en azından karşı çıkmayacak AKP benzeri partiler tüm İslam coğrafyasında desteklenmiş ve bu işbirliği bugün sözde Model Ortaklık üzerinden halen devam etmektedir. Harita değişiklikleri yanında rejim değişiklikleri için de sular ısınmaktadır. Harita değişikliklerinde sırada İran’dan çok önce sessiz sedasız işlerin yürütüldüğü Irak’ın kuzeyi bulunmaktadır. Barzani-Talabani politikalarının amacı Güneydoğu Anadolu bölgesinde Irak’ın kuzeyi ile ekonomik, sosyal, kültürel olarak bütünleşmenin alt yapısını hazırlamaktır.
ABD ve AKP!
Abdullah Gül Refah-Yol koalisyon hükümetinde Devlet Bakanı iken 26 Şubat 1997 tarihinde New York’ta CFR toplantısına gitmiş burada siyasal ve bilimsel toplantılardan farklı olarak tüm CFR üyelerine açık olmayan yuvarlak masa toplantısına katılmıştı. Daha 1990’larda Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde kurulan ilişkiler, sonraki dönemde Cüneyd Zapsu vasıtası ile Amerika’da Paul Wolfowitz ve Richard Perle’nin villalarında yapılan gizli görüşmeler sürecinde AKP kuruldu. Diğer partiler ya da gruplar dini siyasete alet ederken AKP doğrudan İslamcı bir kökene ve dokuya sahipti. Türkiye’de 3 Kasım 2002 seçimlerinin tarihi bile belli değilken, Ocak 2002’de Recep Tayyip Erdoğan hiçbir resmi sıfatı olmadığı halde Washington’a gitti. Burada önce Yahudi sermayesinin etkin olduğu CSIS adlı düşünce kuruluşunda bir konuşma yaptı. Daha sonra Türkiye uzmanı eski CIA yetkilisi Graham Fuller, eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz, Refahyol koalisyonunun kurulmasında rol alan Henry Barkey gibi isimlerle bir araya geldi. Son olarak Amerikan Jewish Congress yetkilileri ile görüş alışverişinde bulundu. 1990’lara kadar Türkiye’yi kontrolünde tutabilmek için “şeriat” ve “Kürtçülüğü” kullanan ABD, kendi beslediği bu tehditleri artık Türkiye’de iktidara getirmenin ve kendi projelerinin bir parçası yapmanın son aşamasına gelmiştir.
Diğer partiler ya da gruplar dini siyasete alet ederken AKP doğrudan İslamcı bir kökene ve dokuya sahipti. Ilımlı İslam projesinde ABD için sadece AKP, İslamcı siyasi bir parti olarak yeterli değildi. İslami bir kanaat önderi ya da etkili bir tarikat liderinin de katkısı ve desteği ile teolojik bir gerekçe zorunlu idi. Bu isim, geniş bir örgütsel ağa, mali ve yaygın bir erişim alanına sahip olan Fethullah Gülen idi. Kısaca, Gülen, ABD’nin “ılımlı İslam” projesinin teolojik ve felsefi arka planını oluşturmaya soyunmuş gönüllü bir tarikat lideri idi. Kısaca, Gülen ABD’nin “ılımlı İslam” projesinin teolojik ve felsefi arka planını oluşturmaya soyunmuş gönüllü bir tarikat lideri idi. ABD’nin Gülen ile ilişkisi Komünizmle Mücadele Derneği’nin (KMD) kurulması ile başlamıştı. Pek çok İslamcı bu dernekte ya da bunun türevi olan Milli Türk Talebe Birliği’nde (MTTB) yetişmişti. Örneğin Recai Kutan da Malatya KMD başkanı idi, Abdullah Gül MTTB’de yöneticilik yapmıştı. 2003 yılında sadece Türkiye’de değil Fas ve Cezayir’de de AKP’ler seçimleri kazandı. CFR’ın kurduğu AKP ve CIA uzantısı Gülen cemaati aynı zamanda ABD politikalarını ülkeye ve yakın coğrafyalara taşıyan iki ayrı kaynaktır.
Batılıların stratejisi, ulus-devlet yapımızı ve ulusal değerlerimizin erozyona uğratarak Türkiye’ye başka bir şeye dönüştürmek yolu ile güç politikası uygulayamaz hale getirmek ve ABD’nin işaret çubuğuna mahkûm etmektir. Eline programlar (reform, açılım, sivilleşme vb.), yol haritaları tutturulmuş sivil hükümetlere ne yapması gerektiği söylenirken, ülkenin iç dengelerinin, toprak bütünlüğünün ve nihayet egemenliğinin yeniden kurgulandığı yeni anayasa dayatmaları yapılmaktadır. Irak’ın kuzeyindeki yuvalanan PKK yuvalarına harekât yapmak bir yana, ülke içinde federasyona hazırlanma aşamasına gelindi. NATO üzerinden ABD tipi tehditler ile ülkelerin tehdit algılamaları ve savunma sistemleri ile oynanırken, yeni rollere itiraz etmesi en muhtemel güç olan Silahlı Kuvvetler üzerinde baskı yaratacak mekanizmalar geliştirildi. Böylece Türkiye’de Silahlı Kuvvetler iç tehdide yönelik irtica ve bölücü faaliyetler gibi önceliklerinden arındırılarak, ABD’nin Ortadoğu Projesi’ndeki rollerine yönlendirildi. Bütün bu yönlendirme kurgusunun arkasında ince örülmüş bir komplo ve provokasyon zinciri bulunmaktadır. Son 20 yılda Türkiye’deki ABD örtülü operasyonlarının hedefinde sadece Silahlı Kuvvetler yoktu. Amerikan operasyonları çok daha kapsamlı, uzun vadeli bir projedir. Türkiye’nin tüm kurum ve kuruluşlarıyla, idari ve hukuk yapılanması, siyasi partileri ve sivil toplum örgütleri ile yeniden yapılandırıldığı bir süreç tamamlanmak üzeredir.
Bir bütün olarak Türk halkının toplumsal algıları değiştirilmekte, milli olan her şey aşındırılmaktadır. Türk toplumu tam bir kuşatma altındadır.
Yarın : ABD ve Fethullah Gülen!