Faşizm
ve Nazizm, ekonomik temelleriyle ele alınacak olursa, günümüzdeki
küreselleşme uygulamalarından öz olarak ayrımlı olmadığı görülecektir. İtalya
ve Almanya’da açık şiddet ve siyasi terörle sağlanan tekel egemenliği;
İngiltere, Fransa ya da ABD’nde “demokratik” yöntemlerle sağlanmıştır. Bu, kolay görülebilir bir gerçektir.
Batılılar, İtalya ve Almanya’da 20.yüzyılın ilk yarısında yaşanan vahşete,
Batıda bugün de geçerli olan ekonomik düzenin değil; Mussolini ve Hitler’in
“çılgın hırslarının” ve “demokrasiden yoksunluğun” yol açtığını söyler Pazar
paylaşımından, şirket egemenliğinden ve tekelleşmeden söz edilmez.
|
Büyük
Sermaye Düzeni
Faşizm ve
Nazizm, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı. İtalya’da Ulusal Faşist
Parti ve Almanya’da Nasyonel Sosyalist İşçi Partisi adıyla ortaya çıkan siyasi
devinim, Batı dünyasında her zaman, İtalyan ve Alman ırkçılığı olarak işlendi;
gerçek niteliğiyle irdelenmedi. Oysa, faşizm ve nazizm; ekonomik dayanakları,
sınıfsal temelleri ve tekel gereksinimleriyle birlikte ele alınırsa, büyük
sermaye çıkarlarıyla dolaysız ilişkisi olan siyasi bir devinim olduğu
görülecektir.
"Uygar"
Saldırganlar
Bu tutum
son derece anlaşılır bir davranıştır. Milyonlarca insanın ölümüne neden olan
savaşın sorumluluğu, bir takım “çılgınların” politik hırslarına yüklenecek
olursa, gerçekler gizlenebilecek ve Batının dillerden düşürülmeyen “uygarlığı”
zarar görmeyecekti.
Halka
söylenen ya da okul kitaplarında yer alan neden; Birinci Dünya Savaşı’nda
Boşnak bir suikastçı, ikincisinde ise Polonya’nın askeri işgalidir. Askeri
savaşın ekonomik savaşın süreği olduğundan, ekonomik yarıştan, sömürgelerden ve
emperyalizmden söz edilmez, söz edilmesi de hoş karşılanmaz.
“Demokratik
nezaketinden” asla ödün vermeyen “Batı uygarlığı”, işlenen insanlık suçunun
sorumluluğunu her zaman kendisinden uzak tutar. Oysa açık olan gerçek, yalnızca
iki dünya savaşının değil, 20.yüzyıldaki çatışmaların tümünün Batı kaynaklı
olmasıdır. Söz konusu, pazar ve para olduğunda, Batının “ilkeli demokratları”
karşınıza kolayca “kararlı faşistler” olarak çıkabilir, seçimler ya da toplama
kampları hemen “basit ayrıntılar”
durumuna gelebilir.
“Şirket
Demokrasisi”: Faşizm
Sanayi
devriminin yol açtığı üretim bolluğu, üretimi gerçekleştiren şirketlerin önce
iç pazara daha sonra dünyaya açılmasını zorunlu kılmıştı. Dışarı açılma üretim
artışının, üretim artışı da dışarı açılmanın itici gücü olmuş ve şirketler
dünya ekonomisine, bağlı olarak siyasetine yön veren büyük güç merkezleri
durumuna gelmişti.
Tekelleşerek
büyüyen şirketler, içerde uysal ve sözdinler işçi kitleleri, dışarda ise
sınırlanmamış bir özgürlükle kullanacakları bir pazar istiyordu. Bu isteğin
yerine getirilmesi için kurulan baskı ve sağlanan toplumsal denetim, içerde
yoğun bir sınıf sömürüsüne dışarda ise sömürgeci ilişkilere dayandırılmıştı.
Gelişmiş
ülkelerde iç ve dış sömürü arasında, ters orantılı bir ilişki vardır. İçerde
uygulanan sınıfsal baskı dış sömürü arttıkça azalır, dış sömürü azaldıkça
artar. Bu ikili ilişki aynı zamanda, içerde geçerli kılınan “demokrasinin”
sınırlarını ve siyasi savaşımın yeğinliğini (şiddetini), belirler; dışardan ne
denli kazanç getirilirse içerde o denli “demokrat” olunur.
Yeğinlik,
tekelci şirket bilançolarının büyüyen ya da küçülen kazancın niceliğine bağlı
olarak, açık ya da örtülü, her zaman vardır. Tekel egemenliği süreç
içinde, toplum üzerinde o denli etkili
bir egemenlik kurar ki, düzenin meşruiyeti, tekelci şirket egemenliğinin
sürdürülmesiyle örtüşür duruma gelir. Burada artık geçerli olan demokrasi ve
özgürlük, “tekelci şirket demokrasisi” ve “özgürlüğüdür”. Küreselleşmenin
temelini oluşturan bu gerçek, Batı Avrupa ve Amerika’da, işçi eylemleri ya da
düzen karşıtı politik devinimlerin yeğinlikle bastırılmasını, tarihsel bir
gelenek durumuna getirmiştir.
Tekel
Egemenliği
Faşizm,
tekelci şirket egemenliğinin, açık şiddetle kurulması ve sürdürülmesidir.
Tekelci sermayenin yapısından kaynaklanan ve hiçbir kısıtlamayı kabul etmeyen
egemenlik anlayışı, “demokrasi” geleneklerinin yetersiz kalması durumunda faşizmi
gündeme getirir. Belirleyici olan, tekel eğilimlerine yanıt verecek bir düzenin
kurulması ve bu düzenin güvenlik altına alınmasıdır. Bu ise, yönetim gücünün,
kesin ve saltık (mutlak) olarak elde tutulmasına bağlıdır. Yönetimin elde
tutulması asıldır, bu iş için kullanılan yöntemler ikincildir.
Faşizm ya
da demokrasi, düzen karşıtlığının örgütlü siyasi eyleme yönelmesine bağlı
olarak her an birbirlerinin yerine geçebilecek devlet biçimleridir. Aynı üretim
biçimine ve kültüre sahip Batılı ülkeler, bir bütün olarak ele alınırsa bu
ülkelerde, tekelci şirket egemenliği ve bu egemenliğin geçerli kıldığı ekonomik
işleyişte niteliksel bir ayrımın olmadığı görülecektir. Ayrı kavramlar durumuna
getirilmeye çalışılan faşizm ve demokrasinin gerçek yaşamda birbirine olan
yakınlığı, Batıda geçerli olan ve tekel egemenliğine dayanan düzenin doğal
sonucudur. 1930 Almanyası ile 2000 Amerikası arasındaki şaşırtıcı benzerliğin
nedeni bu sonuçtur.
Silah ya da
Oy Pusulası
Batılı
ülkelerde, düzene karşı politik karşıtlık, örgütlü duruma gelip güçlendiğinde,
silah ve oy pusulası arasındaki ayrılık önemini yitirir ve açık şiddet hemen
devreye girer. Açık şiddetin düzey ve yaygınlığını düzenin değiştirilmesine
yönelen karşıtçılığın gücü belirler. Karşıtçılık ne denli güçlüyse, uygulanan
şiddet de o denli güçlüdür.
Düzen
karşıtçılığı önlenmiştir. Bunu sağlamak için, kültürden spora, eğitimden
siyasete dek yaşamın her alanında, halkı politikadan uzak tutacak her tür
yöntem kullanılır. Ancak, yine düzene yönelen politik karşıtçılık ortaya
çıkarsa, asla hoşgörü gösterilmez ve hemen ezilir. Batının yakın tarihi bu tür
eylemlerle doludur.
Almanlar
1930’larda rejim karşıtlarını toplama kamplarına yığarken aynı işi “demokrat”
Amerikalılar Japon kökenli yurttaşlarına uyguladı. Pearl Harbor baskınından
sonra Japonya ile savaşa giren ABD hükümeti, savaşla hiç ilgileri bulunmayan ve
daha önce göç ederek ABD vatandaşı olan Japon kökenli insanları Nevada
çöllerinde kurduğu toplama kamplarına topladı.
Hitler,
Milletler Cemiyetine haber vermeden Polonya’ya girerken, NATO Birleşmiş
Milletler’in geçerli kurallarını yok sayarak Yugoslavya’yı bombaladı. Hitler ve
Mussolini, 1930’larda, en barışçıl eylemleri bile silahla eziyordu. Bugün,
Batının “demokratik” ülkeleri, yoksul ülkeleri birlikte bombalıyor.
Ülkelerinde, küreselleşme karşıtı kitle gösterilerini ateşli silahlarla
dağıtıyor; insanlara işkence ediliyor, gerekirse öldürülüyor.
Cenova 2001
protestolarında bir kişinin ölmesi seksen kişinin kaybolması üzerine,
küreselleşme yanlısı eski İtalya Başbakanı D’Alema bile şunları söylemişti :
“Güvenlik güçleri tarafından uygulanan şiddet yöntemlerinin, üst düzey siyasi
kesim tarafından; korunduğu, kabullenildiği ve teşvik edildiği yolunda kuşkular
var. Bunun adını koymak için faşizmden başka tanım bulamıyorum.”1
1933
Almanya'sı
Hitler’i
yönetime getiren tekelci şirketlerden biri olan büyük demir–çelik tröstü
Krupp’un sahibi Alfried Krupp 1933 yılında “Biz Krupp’çuların istediği, iyi
işleyen ve bize rahat çalışma imkanı sağlayan bir sistemdir”2 diyordu. ABD
Başkanı Bill Clinton 1993 yılında; “ABD’nin çıkarlarına ters düştüğünde
müdahale etmekten çekinmeyiz”3 diyor. ABD’nin çıkarlarının ne olduğu ise,
Amerikan otomotiv devlerinden General Motors’un Başkanı Charles E. Wilson’un
sözlerinde bulunuyor: “Şirketim için neyin iyi olduğunu biliyorum, dolayısıyla
Birleşik Devletler için neyin iyi olduğunu biliyorum”.4
Fransa
Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın danışmanı eski Avrupa Bankası Başkanı
J.Attali geçerli dünya düzenini şöyle açıklıyor: “Avrupa’da bir ideolojik
boşluk var. Bu boşluğu piyasa ekonomisi dolduramaz. Pazar düzeni pazarın
diktatörlüğünü koruyor. Yarattığı boşluk bin bir hevese yol açıyor: Faşizm,
köktendincilik ve aşırıcılık, iflas eden sistemin arka koridorlarında
geziyor... Ölen hayallerin yerinde fanatizmin yeşermesi istenmiyorsa yeni
projeler ortaya çıkarılmalıdır”.5
Herşey
Pazar İçin
20.Yüzyıl
başında İtalya ve Almanya, özel girişimcilik sınırlarının daha geniş olduğu ABD
ile temel yatırım alanlarındaki kamusal işletmeleri koruyan liberal gelenekli
İngiltere ve Fransa’dan ayrımlıydı. Bu ülkeler sanayi gelişimlerini İtalya ve
Almanya’dan daha önce tamamlamış ve dünyaya açılmışlardı. ABD, Güney Amerika’yı
20.yüzyıl başında ele geçirmişti ve alım gücü yüksek geniş bir iç pazara
sahipti. İngiltere ve Fransa’nın çok sayıda sömürgesi vardı. Almanya ve İtalya
ise sanayi gelişimine yanıt verecek dış pazara sahip değillerdi.
İtalyan
sanayisi, iç pazarın darlığı ve dış pazarlara da açılamaması nedeniyle kendi
sınırları içine sıkışıp kalmıştı.6 Ağır sanayisi büyük bir güce ulaşmasına
karşın, iç tüketime dönük sanayisi yeterince gelişmemiş olan Almanya, kendi
kendine yeterli bir ekonomik yapıyla ayakta duramayacak bir ülkeydi.7
Mussolini,
yönetime gelir gelmez devletin elinde bulunan telefon, hayat sigortası,
belediye işletmeleri ve tüm devlet tekellerini özelleştirdi. Devlet, 1924
yılında iflas eden Banco di Sconto ve Banco di Roma’nın tüm borçlarını üzerine
aldı. Büyük şirket ağırlıklı nama yazılı hisse senetlerinin tümü devlete
ödettirildi. Mussolini,“biz devleti, bütün ekonomik yetkilerin pisliğinden
temizlemek istiyoruz. Demiryolcu, postacı sigortacı devlet yeter” diyordu.
Almanya’da;Krupp, Thyssen, Schact, gibi sanayi tekelleri Hitler’i destekledi.
Bu şirketler, başta Hitler olmak üzere Nazi önderlerini açıkça kâra ortak
ettiler. Tekelci sermayeye büyük devlet yatırımlarının ihaleleri verildi.
Bunların çoğu “şirkete göre iş” biçimindeydi.
DİPNOTLAR
1 “Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket”
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3.Cilt,
sf.827
2 “Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi”
Gelişim Yayınları, 1975, II.Fasikül, sf.288
3 a.g.e. sf.242
4 “Direnen
Faşizm 1” Çetin Özek 1966, İzlem Yayınları, sf.188
5 “Le Origini del Fascismo; İn Fascismo, anti
Fascismo 1” L.Bosso Milano, 1962, sf. 10; ak. Çetin Özek, “Direnen Faşizm 1”
1966, İzlem Yayınları, sf.189
6 “Direnen Faşizm 1” Çetin Özek, İzlem
Yayınları, 1966, sf. 242–243
7 a.g.e. sf.247