4 Aralık 2016 Pazar

“Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçen ülkeler neler yaşadı?”



Parlamenter sistemle yönetilen Türkiye, bir süredir başkanlık sistemine geçmeyi tartışıyor. Peki dünyada parlamenter sistemden demokratik yollarla başkanlık sistemine geçen başka bir ülke oldu mu? Olduysa, sistem değişikliği ne gibi sonuçlara yol açtı?

BBC Türkçe’ye konuşan, ABD’deki Austin Teksas Üniversitesi’nde karşılaştırmalı siyaset dersleri veren Profesör John Gerring gelişmiş, demokratik ülkeler arasında parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçen ülke olmadığını söylüyor.

Chicago Üniversitesi’nde, siyaset bilimi ve seçim sistemleri üzerine çalışmalar yürüten akademisyen Peter Buisseret ise sadece Sahra Çölü’nün güneyindeki bazı Afrika ülkelerinin bu sistem değişikliğini tercih ettiğini belirtiyor.

Biz de bu ülkelerden üçünden, Zimbabve, Gana ve Malavi’den uzmanlara, başkanlığın ülkelerine ne getirip ne götürdüğünü sorduk.
 92 yaşındaki Zimbabve Devlet Başkanı Robert Mugabe

Zimbabve: ‘Sonucu diktatörlük oldu’
Halen 92 yaşındaki Robert Mugabe’nin 1980’den 1987’ye kadar başbakan olarak yönettiği Zimbabve, o yıl yapılan bir anayasa değişikliyle başkanlık sistemine geçti. O yıla kadar sembolik olan Cumhurbaşkanlığı makamı ise  .
Zimbabve siyasetini yakından takip eden ve İngiltere’deki Kent Üniversitesi Hukuk Fakültesi akademisyeni Alex Magaisa, ülkede başkanlık sistemine geçişin nedenini “gücün merkezileştirilmesi arzusu” olarak gösteriyor:
“Mugabe parlamenter sistemde mutlu değildi, daha fazla güce ve kontrole sahip olacağı bir başkanlık rejimi istiyordu. Bu sistemle parlamento zayıflatıldı.”
Magaisa, başkanlık sistemine geçişin sonucunun diktatörlük olduğunu ve bu diktatörlüğün o günden beri varlığını sürdürdüğünü söylüyor:
“Parlamenter sistem daha iyiydi çünkü o zaman başbakan parlamentonun bir üyesiydi, parlamentoya gitmesi ve kendisine yöneltilen soruları yanıtlaması gerekiyordu. Başkanlık sisteminde ise başkanın parlamentoya hesap vermesi gerekmiyor.”
Türkiye’ye uyarı
Zimbabve’de 2013’te kabul edilen yeni anayasanın hazırlanması sürecinde danışmanlık yapan Magaisa, başkanlık rejimlerinin diktatörlüklere yol açma ihtimalinin parlamenter sistemlere kıyasla daha fazla olduğunu belirtiyor.
Magaisa, Türkiye’deki gelişmeleri de takip ettiğini söylüyor.
“Eğer Türkiye gerekli denge ve denetleme mekanizmaları olmadan başkanlık sistemine geçerse bir diktatörlüğe dönüşür” diyen Alex Magaisa, parlamenter sistemden başkanlık sistemine demokratik yollarla geçen üç ülke olan Malavi, Gana ve Zimbabve’de diktatörlük dönemlerinin yaşanmasının tesadüf olmadığı görüşünde:
“Başkanlık sistemine geçecek ülkelerin gerekli denge ve denetleme mekanizmaları konusunda çok dikkatli olması lazım. Parlamentonun da önemli güçleri olmalı, başkan parlamentoya katılmak ve parlamenterlerden gelecek soruları yanıtlamak zorunda olmalı. Aksi takdirde yasama da yargı da darbe alır.”
Gana: ‘Hızlı gelişme hamlesi’ fikri
Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçen bir diğer ülke de Gana’ydı.
1957’de kurulan ve parlamenter sistemle yönetilen Gana’da, Başbakan Kwame Nkrumah, 1960’ta bir referandum ile ülkesini başkanlık sistemine geçirdi. Gana’nın ilk başkanı da o oldu.
O dönemde Nkrumah’nın sekreteri olan tecrübeli diplomat Kwaku Baprui Asante, “Nkrumah ülkenin kuruluşunda parlamenter sistemle ülkenin yönetilebileceğini düşünüyordu” diyor:
“Fakat kafasında hızlı bir gelişme hamlesi fikri vardı. Bunun için en iyi yöntemin gücü başkanlıkta toplamak olduğunu düşündü. Başkanlığın ekonomik ve sosyal ilerleme için kritik olduğunu düşünüyordu”.
 Kwame Nkrumah



Muhalefet partileri referandumla yasaklandı
Kwame Nkrumah, başkanlık sistemine geçişin ardından 1964’te ülkede kendisininki dışında tüm partilerin yasaklanmasına yönelik teklifini halkoyuna sundu. Gana’da muhalefet partileri referandumda yüzde 99 oyla yasadışı ilan edildi. Referandumun adil koşullarda yapılmadığına yönelik tartışmalar uzun süre devam etti.
Bu yüzden “Başkanlığa geçişteki tek neden ülkenin gelişimini sağlamak mıydı?” diye soruyoruz Asante’ye. “Evet” diyor ve ekliyor:
“Başka ne olabilir ki? Bir diktatör olmak istediği için bunu yaptığını söyleyenler var ama neden diktatör olmak istesin? Ne yapmak için? Hızlı bir gelişme sağlamak için başkanlığa geçmek istedi. Ona diktatör diyebilmek için elindeki yetkiyi nasıl kullandığına bakmak lazım, Nkrumah diktatör değil, hızlı değişim isteyen bir liderdi.
“Parlamenter sistemde ülkeyi istediği gibi yönetemez hale gelmişti. İstediği yasalar, ki bunlar çok önemli yasalardı, parlamentodan geçmiyordu. Parlamento onu yavaşlatıyordu. Başkanlık rejiminde ise neyi isterse onu yapabiliyordu. Toplumsal ve ekonomik olarak daha hızlı bir gelişim istediği için bunu yaptı.”
‘Başkan oldu, projelerini hayata geçirdi’
Başkanlık rejimine geçişin ne etkisi olduğunu sorduğumuzda ise Asante, “İşler yürümeye başladı! Projelerini hayata geçirdi. Örneğin başkan seçilmeden önce parlamentoda partiler ‘İşsizliği nasıl düşürelim, hangi adımları atalım’ diye tartışıp duruyor ama bir sonuç çıkmıyordu. Nkrumah başkan oldu ve işsizliği düşürecek adımları atmaya başladı!” diyor.
Nkrumah, 1966’da bir darbe ile devrildi. Askeri rejimin sona ermesinin ardından 1969 yılında ülkeye parlamenter sistem getirildi. 1972’de darbe ile devrilene kadar Kofi Abrefa Busia ülkeyi başbakan olarak yönetti.
 Kofi Abrefa Busia


Asante, 1969’da parlamenter sisteme geçilmesinin ardından sorunlar yaşandığını söylüyor:
“Busia’yı tanırım. Bir akademisyen olarak çok daha iyisini yapmalıydı ama yapamadı. Busia bir kabineyi yönetiyordu. Çok güçlü entelektüeller ve politikacılar vardı kabinede. Bu yüzden kafasındaki tüm planları hayata geçiremedi.
“Örneğin kırsal kalkınmaya yönelik planları vardı fakat bunu gerçekleştiremedi. Nkrumah döneminde işe başlayan memurları uzaklaştırmak gibi işlerle uğraştı. Hatta mahkeme kararlarını kabul etmeyeceğine yönelik beyanlar verdi.”
‘Halkın tümü aynı yönde ilerlemek istiyorsa başkanlık iyi’
Gana’da 1972 yılındaki darbenin ardından yeniden başkanlık sistemine geçildi. Ülke halen bu sistemiyle yönetiliyor.
1950’lerde diplomasiyi Ankara’daki İngiltere Büyükelçiliği’nde çalışırken öğrendiğini ve Menderes dönemini çok iyi hatırladığını anlatan Asante’ye göre en iyi yönetim sistemi, “İyi bir başkan tarafından yönetilen bir başkanlık sistemi”:
“Başkanlık sistemi, hızlı gelişmeye ve ilerlemeye uygun bir sistem. Halk tarafından desteklenen popüler bir başkan olduğu sürece… Eğer halkın tümü aynı yönde ilerlemek istiyorsa ve büyük bir halk desteği varsa başkanlık iyi bir sistem.”

Malavi: ‘Kararnamelerle yönetilen parti devletine dönüştü’
Malavi de 1964 yılında parlamenter sistemle bağımsızlığını ilan ettikten sonra 1966’da başkanlık sistemine geçti. Kurulduğu tarihten itibaren ülkeyi başbakan olarak yöneten Hastings Kamuzu Banda o tarihte başkan oldu.
Bugün 73 yaşında olan Cuthbert Kachale, Malavi’nin yaşadığı dönüşümün tanıklarından.
“Malavi başkanlık sistemine geçerek bir diktatörlüğe dönüştü” diyor Kachale:
“İlk başta parlamentonun gücü vardı. Fakat başkanlığa geçince Malavi, Banda’nın kararnamelerle yönettiği bir parti devletine dönüştü.”
Banda başkanlığa geldikten 5 yıl sonra, 1971’de “ömür boyu başkan” ilan edilmişti.
‘Başkanlığa geçildi, korku krallığı kuruldu’
O dönemde bir bürokrat olan Kachale, başkanlık sisteminde Malavi’nin nasıl yönetildiğini şöyle anlatıyor:
“Yeni uygulamada parlamento seçimlerinde her bölgeden 5 vekil öneriliyor, Banda vekillerden birini seçip parlamentoya atıyordu. Vekilleri atadığı gibi istediği zaman da görevden alıyordu.
“Böylece Malavi tek adamın yönettiği bir ülke oldu. Banda da başkanlığı bunun için istiyordu: Ülkeyi muhalefet olmadan tek başına yönetmek.”
Kachale, başkanlığa geçişle birlikte ülkede bir “korku krallığı” kurulduğunu söylüyor. “Bu terör döneminde 20 bin insan yaşamını yitirdi. Banda’ya karşı çıkan herkes ya hapse atıldı ya da öldürüldü” diyen Kachale, başkanlık sisteminde parlamentonun başkanı hiçbir şekilde sorgulayamadığını anlatıyor.
Bugün Zimbabve’de bir eğitim kurumunun başında bulunan Kachale, 1981 yılında Banda rejiminden kaçarak ülkesini terk etmek zorunda kaldı.

Şentop: Bu ülkelerle Türkiye’yi kıyaslamak çok ayıp
Parlamenter sistemden başkanlığa geçen bu üç ülkenin de benzer şeyler yaşaması, Türkiye’nin de aynı şeyi yaşayabileceği anlamına mı geliyor?
Bu soruyu, AKP İstanbul Milletvekili, partinin Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK) üyesi ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Mustafa Şentop’a sorduk.
Sorularımıza yazılı yanıt veren Mustafa Şentop; Türkiye’nin Zimbabve, Gana ve Malavi’yle kıyaslanmasına tepki gösterdi.
“Başkanlık konusunda adını andığınız ülkelerle Türkiye’yi kıyaslamak çok ayıp bir şey. Fransa da başkanlığı tartışıyor, Mugabe gibi mi olacak?” ifadelerini kullanan Şentop, şöyle devam etti:
“Tarihlerinde muhtar seçimlerini bile düzgün yapamayan ülkelerle, demokrasi geçmişi 150 yıla ulaşan, tarihinde hukuk ve adalet esaslı büyük devletler kurmuş Türkiye’yi kıyaslamak bir Oryantalist yaklaşımı.
“Başkanlık tartışması 1967’den beri var Türkiye’de. Tayyip Erdoğan, başkanlık sisteminin ideali olduğunu 20 Nisan 2003’te bir TV programında söylemiştir. Tayyip Erdoğan’ın içinde yer aldığı siyasi hareketler 1969’da parti programına başkanlık sistemini getireceklerini yazmışlardır. Tayyip Erdoğan İstanbul İl Başkanlığı yaparken başkanlık sistemini savunmuştur. Kendisini bizzat dinleyenlerden biri benim. Başkanlık tartışmasının yaklaşık 50 yıllık geçmişi var Türkiye’de.”
Bir ülke neden başkanlığa geçer?
Peki parlamenter sistemle yönetilen bir ülke neden başkanlık sistemine geçmeye ihtiyaç duyar?
Austin Teksas Üniversitesi’nden John Gerring, başkanlık sistemine geçmek için genel motivasyonun “iktidarı başkan olacak kişinin elinde yoğunlaştırmak” olduğunu söylüyor.
Chicago Üniversitesi’nden Peter Buisseret’e göre ise bu sorunun “iyi gerekçeler” ve “kötü gerekçeler” olarak iki yanıtı var.
“İyi olanı zayıf koalisyonlarla yönetilen, hükümetlerin sık sık değiştiği ülkelerde görülebilir. Bu ülkeler istikrarlı bir yönetime kavuşmak için başkanlığa geçebilir” diyen Buisseret, şöyle devam etti:
“Kötü olanı ise yürütmenin parlamentoya hesap vermek istemediği ülkelerde gözükür. Bu ülkelerde yürütmenin başındaki kişi kendini parlamentodan bağımsız kılmak ister, her yasa için parlamentonun desteğini almaya çalışmak istemez. Bunun üzerine başkanlığa geçilebilir.
Özellikle kutuplaşmış, bölünmüş toplumlarda yürütmeyi kontrol etmek çok önemli görülür ve yürütme gücünü elinde bulunduranlar, parlamentodaki çoğunluğu kaybetseler bile yürütmeyi mümkün olduğunca uzun süre ellerinde tutmak için başkanlık sistemine geçmek isteyebilir.”

Nakşibendi Cumhuriyeti / Orhan Gökdemir



Bizim devlet geleneğimiz tarikatların kucağında doğdu. Osman, Orhan, Murad Ahiydi. Gerçi bugünkü manada bir tarikat sayılmazdı Ahilik. Dinle bağının derecesini tam olarak bilemiyoruz. Adı geçen bu sultanlar Müslüman mıydı, bu noktada da kesin bir bilgiye sahip değiliz. Önde gelen tarihçiler, Osman adının bu kurgudan bir sapma olduğunu, bu ismin ilk sultana sonradan yakıştırılmış olabileceğini iddia ediyor. Aslı Odman veya Otman olmalıdır. Henüz devletin devlet, tarikatın tarikat olmadığı bir zaman aralığıdır. Açık olan tek şey İslamizasyonun bu üç sultandan sonra gerçekleştiğidir.

II. Murad Bayramiydi. Bu tarikatın kurucusu Hâce Bayramı Veli, Hâce Bektaşi Veli ile birlikte Osmanlının ilk döneminin en önemli iki tarikatıdır. Hâce, hacılığa değil hocalığa bir göndermeydi. Her ikisi de Anadolu’ya göçerken geçtiği bütün coğrafyaların rengini almış, karşılaştığı bütün inançların kokusuna bulanmıştı. Bu halleriyle hem İslam’dı hem İslam dışıydı.

Yavuz Selim Sümbüli, Kanuni Süleyman Gülşeniydi. Sünbülilik biraz tuhaf bir tarikattı. Gülşenilik Mevleviliğin bir versiyonuydu. I. Abdülhamit Nakşibendi, II. Abdülhamit Şazeliydi. III. Selim Mevlevilikte, Abdülmecid Cerrahilikte karar kılmıştı. Abdülaziz Bektaşi, Mehmet Reşat Mevleviydi. V. Murad modern bir yol tutturmuş Mason olmuştu; 112. İslam halifesidir. Ama her halükarda Bektaşi kızılının solduğu Sünni yeşilinin baskın hale geldiği bir tablodur bu. Osmanlı sarayının rengidir nihayetinde ve tarihini Yavuz Selim ile başlatabiliyoruz.

***

Yavuz Selim’in hayatı neredeyse İran Safevi devleti ile didişerek geçti. Bu, sınırlar ötesindeki tehditten kaynaklanan olağan gerilimlerden biri değildi. Mülkü olan topraklarda yaşayan Türkmen-Kızılbaş nüfus kendisini Osmanlıdan çok Safevi devletine yakın hissediyordu. Selim bu nedenle ayaklarının altındaki toprağı hep kaygan hissetti. Öyleydi. Kızılbaş isyanları iktidarını zorluyordu. Bu isyanları Celali isyanları takip etti. Selim, her hareketinde arkasından emin olmaya çalıştı, her dış seferi bir iç sefere dönüştü. Sınıf savaşının din ve mezhep savaşı gibi göründüğü bir zaman aralığıdır. Ezilenler Türkmen Kızılbaşlardı, bu nedenle, iktidarına karşı bütün hareketler Sultana ayrımsız bir Kızılbaş ayaklanması olarak görünüyordu.

Selim, Şah İsmail’i durdurmayı ve Kızılbaş isyanlarını bastırmayı başardı. Fakat nihai zafer henüz çok uzaklardaydı. Celali isyanları sürüyor, Kızılbaşlar her yerde ayaklanmaya hazır bekliyordu. Sorunun nihai çözümü için İran ile Anadolu toprakları arasına bir “duvar” örmekten başka yol yoktu. Duvar Sünniliktir. Mısır Seferi sonucunda “kutsal topraklar” Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Orada ele geçirdiği kutsal emanetleri toplayıp İstanbul’a taşıdı. Mısır’da “keşfedilen” sözde son Memluk Halifesi III. Mütevekkil İstanbul’a gelip halifeliği sultana devretti. Böylece Hilafet Abbasi soyundan Osmanlı soyuna geçmiş sayıldı. Bütün bunları ilk “ılımlı İslam” projesi sayabiliriz. Şiiliği kuşatma ve Kızılbaşlığı bastırma ihtiyacından üretilmiştir. 

Osmanlı sarayı Kızılbaşlardan ürktüğü için Sünni oldu ve devlet içinde Sünni tarikatların örgütlenmesinin yolunu açtı. Hayat inançtan önce geliyordu ve hayat devletin tarikat tercihlerini de belirliyordu. Başlangıçta Kızılbaşlığın panzehri olarak onun şehirli ve ılımlı bir versiyonu olan Bektaşilik desteklendi, kollandı. Yeniçerilik sarayın önünde bir engel olarak dikilince bu ocakla birlikte onunla özdeşleşmiş olan Bektaşiliği de kaldırıp attı. Yerine önce Mevleviliği, o da olmayınca Nakşibendiliği koydu. Nakşibendilik Sünni bir tarikattı. Sarayın isteklerine çok uygundu ve böylece devletlû bir tarikat haline geldi. Hala öyledir.

***

Kaderin cilvesi, Kızılbaşların İran’a meyletmesini önlemek için tercih edilen Nakşibendiye İran çıkışlı bir tarikattı. Görünüşte şeriata, Kurana ve hadislere sıkı sıkıya bağlıydı ama gerçekte pragmatizm hükmünü sürdürüyordu. Kaynaklar eski İran inançlarının tarikatın oluşumunda etkili olduğunu haber veriyor. Bu senkretik yapısına karşın tutucu, padişahçı, hilafetçi, şeriatçı bir tarikat Nakşibendiye. Neredeyse yakın dönemin bütün karşı devrimlerinde bir şekilde dahli var. 31 Mart gerici ayaklanması bu tarikatın önderliğinde gerçekleşti, Kurtuluş Savaşında direnişin düşmanı. Şeyh Said ayaklanması, Menemen isyanı bu tarikatın marifeti.

Tarikat doğuşundan bu yana 20 yakın filiz vermiş. Çoğu silinip gitmiş. Bugüne kalan kollardan ikisi Said-i Nursi’nin kurduğu Nurculuk ve Süleyman Hilmi Tunahan’ın adına yazılı Süleymancılık. Said, Bitlis doğumlu bir Kürt. Süleyman Hilmi, Romanya’nın Silistre kentinden. Bu kadar farklı kültürlerden gelen iki adamın aynı tutuculukta birleşmesi ilginç ve üzerinde düşünülmesi gereken bir vaka.

Said’in ilk faaliyetleri Osmanlı döneminde. Abdülhamit’in emriyle gözaltına alındı, akıl hastası olduğuna karar verildi ve bir akıl hastanesine kapatıldı. Cumhuriyet döneminde de pek çok kez kovuşturulup, tutuklandı. 1925’te Şeyh Said isyanına katıldığı gerekçesiyle sürgüne gönderildi. Buna karşılık tıpkı Necip Fazıl gibi Demokrat Parti döneminin muteber adamıydı. Yaşadığı dönemde bir tarikat olmaktan-kurmaktan çok uzaktı. Nurculuğu bir tarikata dönüştürenler, onun yazdıklarını propaganda etmeyi bir “hizmet” olarak kabul eden Fethullahçılardı. Tarikat benzeri bir yapıydı Fethullahçılar, gizli örgütle tarikatın tuhaf bir karışımıydı. Tabloyu tamamlamak için son parçayı, Nakşibendiyeden gelen Necip Fazıl’ın kurucusu olduğu “Büyük Doğu” fikriyatını da ilave etmek gerekir. Cumhuriyet dönemi tarikatlar tablosudur bu.

***

Nakşibendilik neredeyse iki yüzyıldır devletin bir uzantısı olarak faaliyet gösteriyor. Cumhuriyetin yol açtığı kısa aranın dışında ülke sathında hep etkili. İnişli çıkışlı bir ilişkileri olmuş devletle ama hep devletin eteğinden tutunarak iş görmüş.

Cumhuriyetin tarikat tarihine verdiği kısa aradan sonra döndük başa. Cumhurbaşkanının eskisi ve yenisi Büyük Doğucu-Nakşibendi geleneğinden. Nakşibendiliğin özellikle İskenderpaşa kolu adeta Enderun Ocağı gibi. Abdulkadir Aksu, Mehmet Ali Şahin, Beşir Atalay, Ali Babacan, Ali Çoşkun, Kemal Unakıtan, Binali Yıldırım İskenderpaşa kolundan. Eskilerden Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Recai Kutan, Korkut Özal, Ahmet Tekdal, Hasan Hüseyin Ceylan, Temel Karamollaoğlu, Nevzat Yalçıntaş bu kolun uzantısı. Murat Başesgioğlu Nur talebesi. Hüseyin Çelik, Bülent Arınç Nurcu. Necmettin Erbakan’ın bir Nakşibendi-Nurcu koalisyonu olan Milli Selamet Partisi içinde çoğalıp ülke sathına yayıldılar. Ülkeyi yeniden bir şeyhler, dervişler ülkesi haline dönüştürdüler.

***

Bu hafta başında Nakşibendiyenin Süleymancılar koluna ait bir kız yurdunda çıkan yangında 11 kız çocuğu yanarak can verdi. Sebebi yurdun yangın merdivenin kilitlenmesiydi. Bina yurt olmaya elverişli değildi. Denetlenmemişti. O çocuklar sanki devlet tarafından toplanmış, yurdu işleten tarikata teslim edilmişti. Bu nedenle valisi, belediye başkanı, bakanı, başbakanı sanki o merdivende suçüstü yakalanmış gibiydi.

Hâlbuki Nakşibendiliğin Said-i Nursi’ye hizmet kolu yaz ortasında darbe yapmaya kalkıştı aynı devlete. O anda o tarikatın bir “ahtapot gibi” her yanı sardıklarını fark etti devlet. Her yerde örgütlenmişler, bütün mevkileri ele geçirmişler, devleti bir tarikata dönüştürmüşlerdi.

Yeni Türkiye’nin normalidir bu. Çünkü artık devlet devlet değil, bir tarikattır, Nakşibendi Cumhuriyetidir. Nakşibendiyenin Nurcuları kovuşturulur, Süleymancıları kollanır. Bir tarikat gider bir tarikat gelir, bir tarikat iner diğeri biner.

Ve devlet tarikata dönüştü mü kız çocukları yanar. İddia edildiği gibi elektrik kontağı değil tarikat kontağıdır yakan.

Bu tarihin dersidir: O kontağı kaldırıp o kız çocuklarını kurtaramazsan yangının ülkeye sıçramasını engelleyemezsin. Bu topraklarda hep tarikat kılığında gelir kundakçı, tutuşturur karanlığı. Marifet bu hakikati görüp harekete geçebilmektir.

Hakikat, yeni bir cumhuriyettir…Orhan Gökdemir