21 Ekim 2016 Cuma

AHMET TANER KIŞLALI, ELİNDE MEŞALE...



Aydın, mayına basma tehlikesini bile bile,
doğru bildiği yolda yürüyen kişidir.
Ahmet Taner Kışlalı

Yine bir yurt sorunuyla yüklü, ne zaman kalemi elime alsam, hep o doruklara yöneliyor, onları düşünüyor, o öncülerin kitaplarını okuyorum: “O doruklar” dediğim; en başta Atatürk, sonra onun silah ve çalışma arkadaşları, Cumhuriyetimize kanat gerenler, Kemalist aydınlarımız...  Hep onlardan feyz almaya çalışıyorum. Yeni bir fikir ya da çözüm mü arıyorum, önce onların bıraktığı mirasa başvuruyorum. Çünkü yaratıcılığın, yeni şeyler bulmanın bir sürekliliğin, kuşaklar-arası bir işbirliğinin ürünü olduğuna inanıyorum.
Bu akşam, yine öyle bir akşam.
Masamın başında, ışıklar içindeyim... Yücel’ler, Tonguç’lar, Tütengil’ler, Üçok’lar, Aksoy’lar, Mumcu’lar...
Ve Ahmet Taner  Kışlalı...
Karanlık, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı 21 Ekim 1999’da aramızdan aldı.
Elimde son kitabı, Ben Demokrat Değilim (1999), bir sönmez meşale; dünyamı, tüm varlığımı ve bilincimi gürül gürül aydınlatmakta.
“Genç yüzü, Yunus’ça sevgiyi, engin hoşgörü”yü doya doya yaşayarak, Atatürkçülüğün bu yiğit “sınır neferi“ne yeni sorular yöneltiyorum. Her soruma kadife kadar yumuşak, ancak ölçülü ve kararlı sesiyle, akıcı konuşmasıyla berrak, doyurucu yanıtlar alıyorum.
A.T.Kışlalı; yapıtlarında “Türkiye’nin sorunlarını,  karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri” sürekli işlemiştir. Bu tehlikelerden biri de, Batı’nın Türkiye’ye yönelik “ortak strateji”sidir. Görüşleri çok isabetlidir. Çünkü okudukça taşlar yerine oturur, zihin aydınlanır. 
‘***’
İlk sorum şu oldu: “Sevgili hocam, nasıl bir stratejidir bu, biraz açar mısın?”
O duru ve temiz, örnek Türkçesi ile alçakgönüllü, hemen anlatmaya başladı:
- Strateji hem ABD’de, hem de Avrupa’da geliştiriliyor.
Amerika Birleşik Devletleri; CIA istasyon şefleriyle, CIA Türkiye ve Ortadoğu masası şefleriyle, CIA güdümündeki bilim adamlarıyla, CIA patentli Türkiye uzmanları ile Amerikan irtibat subaylarıyla, hayırsever (!) Amerikan kuruluşlarıyla, Türkiye’de hep şu görüşleri egemen kılmaya çalıştı:
“Kemalizm günümüzde geçerliliğini yitirmiştir. Atatürk ilkeleri ‘Yeni Dünya Düzeni‘ ile birlikte ölmüştür. Köktendincilik Türkiye için ciddî bir tehlike değildir. Nurcular ilericidir... Türkiye’nin ‘Yeni Dünya Düzeni‘ içindeki yeri, ‘ılımlı İslam‘la bütünleşmesindedir... Türkiye  Kürt kimliğini kabullenmelidir... Kürtlere özerklik vermelidir... Atatürk, devrim tarihi kitaplarından çıkarılmalıdır... Atatürk’ü bırakın, Turgut Özal’a sarılın.”
Strateji, Avrupa kaynaklarında da açıkça sergilenir. Süddeutche Zeitung’ta (1998) yayınlanan şu haberde olduğu gibi : “On yıl içinde, üç güçlü siyasal sistem battı ve yok oldu. Bu sistemler, İran’da Şah monarşisi, Sovyetler Birliği’nde politbüro komünizmi ve Yugoslavya’da federatif devlet, en az Türklerin Kemalist modeli kadar dayanıklı görünüyordu.  Her üç devlet de Türkiye Cumhuriyeti ile paralellik gösteriyordu. Hepsi de dinsel ya da etnik çelişkiler yüzünden yıkıldılar. Üstelik Türkiye’de her ikisi de var.”
ABD’nin hedefi, yorum gerektirmeyecek kadar açık.
Alman “dostlarımız”a göre ise, sıra şimdi Türkiye’de! Bu sözde dostlar Türkiye’ye yeni bir Sevr kaftanı giydirmeye hevesleniyor. Niçin? Dinci güçler yeniden cüret bulduğu için... Batılı dostların sırtını sıvazladığı, birçok devletin yardım ettiği etnik terör sürdüğü için...
Oysa o üç sistemin yok oluşu, Atatürk’ün haklılığını kanıtladı. Batıp gidenler O’nun yolunu izlemeyenlerdi: Laik ve demokratik bir çağdaşlaşma... Kültür ortaklığına ve yurttaşlık bağlarına dayalı bir ulus... Bunlardan biri ya da öbürü, o sistemlerde yoktu.
‘***’
Aklıma doğal olarak şu soru geldi: Batı’nın Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığı acaba nereden kaynaklanıyordu? Şimdi bunu öğrenmeliydim. Sordum: “Batı Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne neden karşıdır?” 
Birden oturduğu yerden doğruldu, yaptığı derin araştırma ve irdelemelerden aldığı güçle, hiç duraksamadan  “Batı beş nedenden dolayı Atatürk’e ve Cumhuriyet’e karşıdır” dedi ve saymaya başladı:
Bir: Türkiye’nin bağımsız hareket edecek kadar güçlenmesi, Batı’nın çıkarları ile bağdaşmaz. Oysa Kemalizm, tam bağımsızlık ilkesine dayanır.
İki: Ilımlı İslam’la bütünleşmiş yarı çağdaş bir Türkiye, Batı’nın çıkarlarına daha uygundur. Oysa laiklik  Kemalizm’in altı okundan biridir.
Üç: Türkiye Kürtlere özerklik verirse, sonunda bağımsız bir Kürt devleti kurulur. Bunun Batı’ya iki yararı vardır: Petrol bölgesinde, Batı’ya muhtaç “kukla bir devlet“e kavuşacak. Türkiye’nin Ortadoğu’da büyük bir güç haline gelmesi önlenmiş olacak. Bu hedef ancak Türkiye’nin üniter yapısının bozulması koşuluyla gerçekleştirilebilir. Oysa Atatürk’ü yıkmadan, Türkiye’nin üniter yapısını bozma olanağı yoktur.
Dört: Küreselleşme, emperyalizmin yeni ideolojisidir. Yeni Dünya Düzeni’nde uluslararası sermayenin önündeki iki engel, “ulusal devlet“ ve “devletçilik”  anlayışlarıdır. Ulusalcılık ve devletçilik de Atatürk’ün altı oku arasındadır ve ayrıca Anayasamızda yer alır.
”Pazarlığı güçlü bir ulusal devletle yapmak yerine, zayıf bir yerel birimle yapmak” emperyalizmin işine gelir.  
Beş: Kemalist rejim, Batı’nın uydusu Ortadoğu ülkelerindeki çağdışı rejimlerin korunması açısından tehlikeli bir örnektir.
1920’ler  dünyasında da Batı’nın tercihi Atatürk değil, Vahdettin’di. Batı; o tarihten beri, temelde değişmedi.
‘***’
- Öyleyse Avrupa Birliği’ne de kuşkuyla bakmalıyız, değil mi?
- Elbette... Avrupa Birliği Türkiye karşısında hep yanlı ve ikiyüzlü olmuştur.
Örneğin Die Zeit’ın sahip ve başyazarının şu sözü unutulmamalı : “Şeriatçı bir Türkiye AB’ye giremez. Ama Kemalist bir Türkiye de AB’ye giremez.”
Ya AB’nin şu ikiyüzlülük kanıtlarına ne dersin?
AB; Türkiye’ye “Yunanistan’la sorunlarını çöz, Kıbrıs’ta ödün ver, askerlerini çek” der. Ama Yunanistan’a dönüp “PKK terörüne verdiğin desteği çek, Yunan askerinin Kıbrıs’ta işi ne?”  demez.
Türkiye’ye “Demokrasini düzelt“ der. Ama sıra, örneğin Slovakya’ya gelince “Canım, zaman içinde düzeltirsin”  diye yumuşar.
Kıbrıs; uluslararası anlaşmalara göre Türkiye’nin üye olmadığı bir uluslararası kuruluşa üye olamaz. Ama konu “kendilerine yakın olanlar”ın çıkarları ile ilgiliyse, AB hukuk falan tanımaz. Hıristiyan Kıbrıs’ı içine almak için kolları sıvar.

‘***’
Batı’nın, gülen yüzünün ardında gizlediği gerçek kimliği görmüştüm. Peki, emperyalizm düşmanca planlarını nasıl eyleme dönüştürüyordu? Sordum: “Batı, Türkiye stratejisini nasıl uygulamaya koyuyor?”
Atatürk Cumhuriyeti’ne beyni ve yüreğiyle bağlı ödünsüz yurtseverin gözlerinin yaşardığını fark ettim:
-Uygulama için iki cephe açtılar: Biri dışarda, öbürü içerde.
Dışarda, Türkiye’yi parçalama planları yaptılar.
Önce ASALA... Bu bitince PKK’yı pazarladılar. Apo’nun çapını çok aşan bu örgütlenme, onların eseriydi. PKK terörünü Kürtlerin kurtuluş mücadelesi olarak gördüler.  “Çekiç Güç“ helikopterleri ile yardım ettiler. Önce “Türkiye etnik terörle baş edemez” inancını yaymaya çalıştılar. Bu sökmeyince “Kürt sorunu”nu uluslararası boyutlara taşımaya kalkıştılar. Ardından, “Ermeni sorunu”nu yeniden ısıtıp sofraya getirdiler.
Etnik farklılıkların yanı sıra mezhepsel farklılıkları da kaşıdılar. Ortadoğu haritasını, kendi çıkarlarına göre yeniden çizmeye heveslendiler.
İçerdeki cepheleri 12 Eylül ile Turgut Özal oldu. Stratejilerini onlara uygulattılar.
CIA’nın ürettiği tezleri, içerdeki papağanlara kolayca yinelettiler. Çünkü Kemalizm ihanete uğramıştı. Türkiye’nin son yarım yüzyılına damgasını vuranlar, Atatürk yolundan adım adım uzaklaşmışlardı.
12 Eylül yönetimi şu kötülükleri yaptı: ABD servislerinin “Ilımlı İslam,” “Türk-İslam sentezi” telkinini bayrak yaptı. Atatürk’ün kurduğu hemen bütün kurumları kapattı. Türk-İslam sentezini resmî ideoloji haline getirdi. Devleti bu ideolojinin yandaşlarına teslim etti. Zorunlu din dersini Anayasa’ya soktu.
Turgut Özal’ın ülkemize verdiği zararlar ise çok daha büyük oldu: ABD servislerinin telkiniyle, “ikinci cumhuriyet“ ideolojisini, küreselleşme ile bütünleşmiş olarak Türkiye’nin gündemine soktu. Ceza Kanunu’ndan 163. maddeyi kaldırtarak, Şeriatçı güçlerin önünü açtı. Şeriatçı sermayenin güçlenmesini sağlayacak önlemler aldı. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet yerine, 2.cumhuriyet’in kurulması için uğraştı. Kürtçülere federasyon umudu verdi.
ABD’nin Turgut Özal’a biçtiği misyon şuydu: “Ilımlı İslam’la bütünleşmiş, yarı laik, yarı çağdaş, etnik bölünmeleri siyasal yapısına yansıtmış, Ortadoğu’da ABD’nin çıkar bekçiliğini üstlenmiş, bir yeni cumhuriyet!...”   

*
Son sorum, doğal olarak şu oldu: “Batı nasıl bir Türkiye istiyor?”
Kaygılı ve üzgün,  şu yanıtı verdi:
- Batı’nın istediği, asla “tam bağımsız, ileri ve güçlü  bir Türkiye” değildir; bunun tam tersidir:  Yarı çağdaş, yarı bağımsız, kendi ayakları üzerinde duramayan, her zaman Batı’ya muhtaç bir Türkiye!... Ilımlı İslam’la bütünleşmiş, yarı laik, yarı demokratik, ulusal ve sosyal devlet anlayışı son bulmuş bir Türkiye’dir, özlediği...
Türkiye’yi içinde değil, sınırında, kapısının önünde ister. Ne bütünüyle içine alır, ne de dışlar. Çünkü içine alırsa giderek güçlenebilir, dışlarsa kullanamaz. Kullanmak ister, olabildiğince az şey vererek... Batı’nın ortak stratejisinin hedefi, işte böyle bir Türkiye’dir.
Öyleyse uyanık olmak, hazır olmak gerek.
Kurtuluş yeniden kaynağa dönmekle mümkün.
Karşı strateji için, Bizim Stratejimiz için temel ve malzeme oralarda:
Büyük Nutuk’ta, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde!...
Tonguç’ların, Aksoy’ların, Mumcu’ların..., yaktıkları meşalelerde! 21.10.2013
 Cihan Dura


(NOT: Bu makaleyi, yol gösterici Atatürkçülerimizden  Ahmet Taner Kışlalı’yı kaybettiğimiz 1999’dan birkaç yıl sonra kaleme almıştım. cd)

“Emperyalistler ve İşbirlikçi Hainler Atatürk Düşmanlığında Yarışıyorlar!”



21 Ekim 1999: Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı Atatürk düşmanı, yani demokrasi düşmanı gericiler tarafından suikast bombasıyla ÖLDÜRTÜLDÜ.
"Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür." diyen ödünsüz Atatürkçü Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'yı katledilişinin 17. yılında saygı, sevgi ve özlem ile anıyoruz.
"Gerçek" katillerinin hak ettikleri cezayı alacakları gün gelecektir, İNANCIMIZI KORUYORUZ
Yeri ışıklı, düşünceleri ve eylemi kılavuz olacaktır.

ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞB. YÖNETİM KURULU



Ahmet Taner Kışlalı’nın Aralık, 1994de kaleme aldığı
“Emperyalistler ve İşbirlikçi Hainler Atatürk Düşmanlığında Yarışıyorlar!” başlıklı yazısı onun niçin öldürüldüğünü gösteren örneklerden yalnızca biridir.
“EMPERYALİSTLER VE İŞBİRLİKÇİ HAİNLER ATATÜRK DÜŞMANLIĞINDA YARIŞIYORLAR!”
Atatürk, insanlık tarihinin kaydettiği zafer taklarının altından, bütün zamanların en büyük komutanlardan biri olma özelliği ile değil, bir ulusu bağımsızlığa kavuşturup, yeni, çağdaş ve gönençli bir devlet kurucusu niteliği ile de değil, asıl siyaset kuramının en büyük filozoflarından biri olarak geçmiştir…
Sakarya’nın kahramanı, Üçüncü dünyanın da öncüsü sayılabilir.
Blanco Villalta, Arjantinli siyaset bilinci

“İslam dünyasında din şampiyonu geçinen zihniyetlerin Atatürk’e din ve İslam adına saldırmaları, dinin gerçek anlamından bakıldığında, tam bir din dışılık ve alçaklık ürünüdür. Bu ürünler, İslam düşmanı Haçlılarca tezgâhlanıp pazarlanmakta, böylece, İslam dünyası denen aldatılmış kitlelerin uyanışı, şeytani Haçlı siyasetleriyle önlenmektedir.”
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk

CIA ile ilgili ünlü isimler, çeşitli toplantılarda şu düşünceyi “sistemli” bir biçimde savunuyorlar: “Türkler tarihleri ile barışmalıdır… Tabuları tartışmaktan korkmamalıdır… Türk demokrasisi İslam’la uzlaşmalıdır… Güneydoğu için federasyon çözümü tartışmaya açılmalıdır…”
Albay Person Bughes, “Atatürkçülük devrim tarihi kitaplarından çıkarılmalıdır!” buyuruyor… Amerikalı Albay, bu sözleri bir “bilimsel” toplantıda ederken, Türk Genelkurmayı nezdinde ki (katında) NATO ‘irtibat Subayı’dır.
Amerikalılar, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne” telif ücretsiz” yayınlanması için bir kitap öneriyorlar… Kitap Atatürk üzerinedir. Ve de Atatürk’ün, kendinden önceki birikimi uygulamaya koymaktan öte bir şey yapmadığını savunmaktadır.
Bazı Amerikan kuruluşları, bazı Türk kitle örgütlerine “para yardımı” öneriyorlar… Ve de “parasız” bazı “fikir”ler veriyorlar: “Kemalizm’i ve Atatürk’ü bırakın!.. Sizin izlemeniz gereken Özal’dır!..”
Yerli işbirlikçiler de tabloyu tamamlıyor.
ABD destekli 12 Eylül yönetimi, “Türk-İslam Sentezi”ni “resmi ideoloji” yapıyor. Kültür ve eğitim yaşamının köşe başlarına “sentezciler” getiriliyor… “Zorunlu” din dersleri –dünyadaki tek örnek olarak- anayasaya konuyor… “Rabıta” devlet eliyle Türkiye’ye sokuluyor.
Ve partisinden TTK ve TDK’ ya kadar, Atatürk’ün oluşturduğu tüm “bağımsız” kurumlar devletleştiriliyor…
12 Eylül gidip (!) Özal geliyor… “Vizyon” sahibi büyük devlet adamı, başlıyor savurmaya: “Atatürk de hatalar yapmıştır… Federatif çözüm tartışılmalıdır… İslam’la barışmalıdır… Başkanlık sistemi ve 2. Cumhuriyet kurulmalıdır…”
Ve “devletin temel düzenini din kurallarına dayandırmak amacıyla gösterilecek etkinlikler” yasaklayan, TCK’nin ünlü 163. maddesi kaldırılıyor…
Özal -12 Eylül sayesinde- boşaltılmış bir meydanda işe başlamıştı. Ne siyasal muhalefet vardı ortada ne de toplumsal muhalefet. Terör bile yoktu. Kitleler ise siyasetten uzaklaştırılmıştı. İdeolojilerin sonunun geldiğine –bir avuç aydın dışında- herkes inanmıştı.
Özal “dört eğilimi” birleştirip, ABD’nin çizdiği yolda “kararlılıkla yürüdü…
ABD Özal’ın yarım kalmış işlerini tamamlayacak bir “isim” arayışına giriyor…
Ahmet Taner Kışlalı, Aralık, 1994, Seçimsiz Demokrasi, s. 29–32

16 Ekim 2016 Pazar

RAHMETLİ EKREM AMCA'NIN NEOLİBERAL HAYATI




Az sonra imam, “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye soracak. Peşinen vereyim yanıtımı: İyi bilirdim vallahi. Dededen kalma bahçeli bir konakta otururdu, bizi bakkalın önünde gördüğünde Bakkal Nejat Abi’ye, “Çocuklara birer gazoz, birer de bisküvi ikram et, hesabı da bana yaz” derdi. Yazın bile çıkarmadığı ceketi ve her zaman özenle ön cebine tıkıştırdığı ışıltılı ipek mendilleri vardı. Velhasıl çok tanımasam da mahalledeki ilginç ve zararsız insanlardan biriydi benim için Rahmetli Ekrem Amca.

Ama cenaze töreninde herkes benim gibi düşünmüyordu. Oğulları üzüntü değil tam tersine öfke içindeydiler. Önce anlayamadım bu tavrın nedenini, sonra eski arkadaşlarım anlattılar.

Meğer bu Ekrem Amca dünyanın en müptezel insanıymış. Atadan kalma konağı on yıl kadar evvel bir müteahhitte satmış. Böyle bir satıştan normalde yirmi daire alması gerekirken, bu, “Sen bana on daire parası ver, yaşadığım müddetçe de bir daha kapımı çalma, ölünce tüm arsa senin” demiş. Ölüm haberini alınca müteahhit de elinde evraklarla cenaze evinin kapısını çalmış.

Bu kadarla da kalmamış, on dairenin parasını eski borçlarını kapatmaya harcayan Ekrem Amca, bir yandan da yepyeni borçlar yapmış. Öyle böyle borç değil, torunları bile bu borcu ödeyemezler.

Uzun lafın kısası, yıllardır imrendiğimiz o ipek mendilli, gazoz ısmarlayıcı Ekrem Amca büyüklerinin seksen yıllık birikimini tükettiği yetmezmiş gibi çocuklarına ve torunlarına seksen yıl ödeyemeyecekleri bir borç bırakmış miras olarak. Cenaze töreninde artık iyice yaşlanmış bakkal Nejat Abi’yi gördüm, “Dünyanın borcunu bıraktı da gitti, deyyus” dedi. İçtiğimiz o beleş gazozları anımsayıp garip bir suçluluk duygusuyla gözlerimi kaçırdım.

Rahmetli Ekrem Amca gibi insanlar her mahallede, hatta her ailede en az bir tane vardır. Bu insanlar kendi üç günlük konforları için gelmişlerini, geçmişlerini satmaktan çekinmezler.

Ekrem Amca’nın hayatı, 1980’li yıllardan sonra neoliberalizm olarak dünya çapında nam salmış bir fikre dayanıyor: “Geçmişini sat, geleceğini borçlandır, bugün ye iç, yarına Allah kerim.”

Bu düşünce halk dilinde, “Koy ..tüne”, “S.. anasını”, “Kefenin cebi yok”, “Battı balık yan gider” gibi sözlerle karşılık bulur. Herkes “bugün”ü yaşama telaşına girer, devletler borçlanır, milletler borçlanır, maması taksitle alınan kediler bile borçlanır ama o an için gazozlar beleş dağıtıldığından kimse durumu sorgulamaz.

Neoliberalizm kendine en uygun ortamı Reagan ve Thatcher dönemlerinde buldu. Aynı dönemde Türkiye’de de Turgut Özal iktidara geldi, “memleket bolluk gördü.” Özal’ın ardından DYP ve ANAP birbirlerini yok edene kadar bir on yıl oyalandılar. Ve ardından tek başına iktidar olarak AKP sahne aldı. O gün doğan bebeler bugün on beş yaşında gençler, AKP bir ömür kadar uzun süredir tek başına ve en neo şekilde liberal takılıyor.

Tıpkı Ekrem Amca gibi AKP de pek şık. Görüntüsü yerinde, mendili cebinde. Yediği nesillerin ihtişamlı servetinden arta kalan kırıntılarla çoluk çocuğa gazoz da ısmarlıyor, o ölene dek alacaklıların da kapıyı çalacağı yok. Öldükten sonra kalanlara Allah kuvvet versin.

Liberal hükümetler tüm dünyada ne yaptıysa, Türkiye’de onu yaptılar. Okurlara kolaylık olsun diye “enter”ı bol biçimde aktarayım:

1 – Önce ülkenin tüm fabrikalarını, iletişim kuruluşlarını, limanlarını satarsın. Bu fabrikalar (genellikle çimento, çelik, şeker gibi temel üretim kollarıdır) senden önce nesiller boyunca yapılan tasarruflarla yokluk yıllarında açılmıştır. Ama bir gece alınan bir kararla ve komisyonu ihmal etmeyen eş dost müteahhitlere satılıverirler. Nenen deden, anan baban aç gezmiş bu fabrikalar yapılmış ama sen bir gecede sattın hepsini. Fetih törenlerinde havai fişek gösterisi var, hiçbir masraftan kaçınılmamış, sponsoru da şu büyük holdingmiş diyorlar, gidelim mi kız?

2 – Her ülkede her kamu kuruluşu ve çalışan birliğinin sigorta fonları vardır. Bu fonlarda işçi ve emekçinin alın terinden zorla alınan paylarla büyük paralar birikir. İşte liberal hükümetler bu birikimleri de birkaç yıl içinde tüketirler. Mesela şu pek sevilen Obama, iktidara gelir gelmez bankaların trilyon dolarlık borçlarını böyle fonlarla kapatmıştı. Milyonlarca Amerikan işçisinin yetmiş yıllık birikimi yine bir gecede Amerikan bankalarına pompalanmıştı. Türkiye’de ise biliyorsunuz, deprem fonları bile harcandı. Bu fonların harcanacağı tek yer, fon sahiplerinin, yani halkın eğitimi, sağlığı, refahı olacakken, halkın bu hırsızlıklardan haberi bile olmadı.

3 –Enerji ve maden işletmeleri hemen özelleştirilir. Enerji için ekolojik uyum değil verimlilik esasıyla en pervasız hamleler yapılır. Bu kez birkaç neslin değil, insanlığın ve tabiatın binlerce hatta milyonlarca yıllık birikimi beş on yıllık servet yağması için bir kalemde yok edilir. Siz tabiat ananın Artvin’i kaç yılda bu hale getirdiğini sanıyorsunuz? Ama bakın Ali Cengiz sadece milletin değil, tabiatın da anasını bellemeye hazırlanıyor.

Madenlere gelince, hani yirmi yaşlarında yoksul çocuklarımız bu vatan için şehit oluyor ya, vatan dediğin yerin altındaki madeni de kapsıyor. O madenler o yoksul çocukları daha da yoksul kılacak bir sistem için bir avuç bezirgâna peşkeş çekilince, bir düşünün bakalım şehitler niye şehit oluyor?

Limanı, madeni, gelmişi geçmişi sattık. Sattıklarımızla Mercedes’ler aldık, nüfus artışına oranla zerre fazla yol yapmadık ama yol yaptığımızın reklamını yaptık; önce gazetecileri, sonra gazeteleri satın aldık, dilini çıkaranın gırtlağını kestik, televizyona da bastık yarışma programını keyfimiz gıcır, öyle mi? Öyle ama hazıra mal dayanmaz kardeşim. Ekrem Amca’ya atalarının mirası yetti mi? Yetmedi. O halde liberale de sadece geçmişi yemek yetmeyecek. Şimdi bir başka şeyi yemeye geldi sıra: Geleceği.

4 – Her liberal iktidar döneminde vatan ve millet elele verir ve bir borçlanma yarışı başlar. Dünyada bir tek dürüst iktidar yoktur ki, halkını genelevde çalışan seks işçilerine yapıldığı gibi borçlandırsın. Ancak pezevenk iktidarlar halka bu kötülüğü yaparlar, çünkü bu pezevenkler halkın borçlanmasından iki yönlü kazanç elde ederler:

Birincisi doğrudan kazanç: Uluslararası fonlardan %2 faizle 1 milyar dolar alır, sonra asgari ücretli garibana 10.000 TL limitli kredi kartını dağıtırsın. Yani uluslararası tefecilerden düşük faizle aldığın krediyi, halka yüksek faizle dağıtır ve tefeciliğin en iğrencini yaparsın. Gariban zaten yanıyordur, bu sarmalın içine hemen girer ve %20 faizle borçlanır, ödeyemediği yerde malını mülkünü, çocuğunun rızkını, bebeğinin süt parasını, hiç olmadı canını alırsın, milyonlarca insanın böyle kanını emersin, paraya para demez, saraylara taşınırsın; yetimin feryatlarını geçirmez altın kaplamalı duvarlar yaptırırsın.

İkincisi dolaylı kazanç: Boğazına kadar borçlu işçi, memur, köylü, esnafın tek korkusu vardır, istikrarın bozulması ve borçlarının katlanması. Bunun için hepsi sana sessizce itaat ederler. Zamanla hiçbir şeye itiraz etmeyen kölelere dönüşürler. Bir taşla iki kuş vurmuş olursun: Halkın hem boynunu sıkar, hem boynunu bükersin. İnsanlık onurunu paspas gibi ezersin ve senden iyisi olmaz. Bir düşünsenize, halkı borçlandırmak kadar kazançlı bir iş var mı bu dünyada?

Ama sadece millet değil, devlet de borçlanır. Bir örnek vereyim: Türkiye’de altı yüz bin araç varken birinci köprü ve E5 otoyolu yapıldı. Bu yol ve köprü neredeyse tamamı peşin parayla yapıldı, kalan bakiye de kısa sürede kapatıldı. Ki o yıllarda bu ülke hala Osmanlı’nın Dolmabahçe Sarayına yaptırdığı avizenin borcunu ödüyor ve İstanbul’da sadece üç buçuk milyon kişi yaşıyordu. Aradan kırk üç yıl geçti, motorlu araç sayısı otuz beş kat artıp yirmi bir milyon oldu, İstanbul nüfusu Suriyeliler hariç on yedi milyona ulaştı ve neoliberal hükümetimiz üçüncü köprü yaptı, hem de kredisine kefil olduğu müteahhit arkadaşa on yıl ileriye doğru borçlanarak.

“Benden önce hiçbir şey yoktu” edebiyatıyla iki köprüyü, iki otoban hattını yok saydı ve biz geçsek de geçmesek de sekiz yıl daha o köprünün borcunu ödeyeceğiz. Alkış lütfen, alkış yetmez davul ve zurna getirin… Bu arada yıllar önce bitmesi gereken İstanbul İzmir otobanı hala bitmedi, dünyada bu kadar büyük nüfus ve ekonomi merkezinin birbiriyle otobanla bağlı olmadığı tek ülke Türkiye. Ama hesapta yol yaptılar, Ekrem Amca da gazoz ısmarlardı, ne işimize yaradıysa?

Geçmişin birikimlerini bir çırpıda vakumlanırken, aynı hızla geleceğe borçlanmak neoliberal iktidarların ortak özelliği. Fakat bir aptalsan ve sadece şu ana bakarsan sanki bir şeyler değişmiş ve ilerlemiş gibi görünebilir, yollar aynı da olsa Mercedes’ler, BMW’ler hayli çoğaldı değil mi? Nasıl da parıldıyor namussuz otomobiller, Tıpkı Ekrem Amca’nın ipek mendillerinin göz alıcı parıltıları gibi.

Ekrem Amca ailesinde kendinden önce yaşayan iki, hatta üç neslin birikimini kısacık bir sürede tüketti; kendinden sonra iki hatta üç nesil ödenemeyecek bir borcu da geride kalanlara miras bıraktı. Andropoz döneminde azıp kuduran bu amca kim bilir hangi anlamsız lüksler için yüz elli yılın birikimini on beş yılda yok etti.

Şimdi ne yapacağız? Bu on beş yılda iki gazoz içtik diye, Ekrem Amca’ya teşekkür mü edeceğiz? Yoksa öfkeli oğullarının kucaklarındaki küçük torunlarına bakıp iç çekerek, tevekkül mü edeceğiz?

İmam geldi, mahalleli saf tutuyor… Hadi cemaati Müslümin, safları sıklaştıralım. Buyurun cenaze namazına.

A.   İlyas Bassoy