1 Ağustos 2016 Pazartesi

Kemalizm'e son, Osmanlı ile öğünün, Fethullahçı olun



DEĞERLİ DOSTLAR;
Bu yazı 28 Şubat 2016 tarihinde yayınlanmıştı.
Aradan 5 ay geçmiş. Türkiye FETÖ darbe girişimi ile yüz yüze geldi.
Bu darbe hepimizin gözleri önünde, bağıra - çağıra geliyorum dedi..
Yetkililer (Hükümet – TSK – Muhalefet Partileri) hep sustular.
Özelikle AKP iktidarı döneminde FETÖ yandaşları hep korunup kollandı.
Bu gün FETÖ başarısız darbe girişimi gerekçe edilerek OHAL kapsamında  Kemalizm kültürü ve felsefesi de değişmeli” diyen batılıların emir ve direktifleri eksiksiz uygulanıyor.
NATO’DAN çıkmayı akıllarına bile getirmeyen/getiremeyenler tarafından TSK tasfiye ediliyor.
Bu günü CIA eski Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller'in şu sözleri özetliyor.
“Kemalizm'e son, Osmanlı ile öğünün”
Bu nedenlerle 28 Şubat 2016 tarihli yazımızı bir kez daha yayınlama gereği duyduk. Bu günü anlamamıza katkısı olur umarım. M. Özyürek
Darbeler’in niçin geldiğini anlamak için insanlık tarihinin gördüğü en büyük katliam devleti ABD’nin ve ABD emperyalizminin Brüksel Eyaleti, Avrupa Birliği ülkelerinin 1900’lü yıllardan bu yana Türkiye ile ilgili olarak izledikleri politikaları bilmek gerek:
ABD’li senatör Upshow’un, 1927 yılında ABD Senatosu’nda, Lozan hakkında yaptığı konuşmasını aynen aktarıyorum: 
"Lozan Antlaşması, Timurlenk kadar hunhar, Korkunç İvan kadar sefil ve kafatasları piramidi üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatör’ün zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır.
Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya, bütün uygar uluslara onursuzluk getiren bir diplomatik anlaşmayı kabul ettirmiştir. Buna her yerde ‘Türk Zaferi’ dediler."
Bir başka Amerikalı parlamenter senatör King aynı yıl senatoda yaptığı konuşmada, Türkiye’de kapitülasyonların kaldırılmış olmasının, uluslararası anlaşmalara aykırı olduğunu söyleyerek; “Türkler cahil, fanatik ve nefret dolu insanlardır” diyordu.
Harvard Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörlerinden Albert B.Hart, öğretim üyeleri arasında topladığı 107 imzalı bir metni, senatörlere ve hükümet yetkililerine göndermişti.
Bu metinde şunlar yazılıdır:
"Türklerin Avrupa ve uygar uluslar çerçevesinde yeri yoktur. Kemalist rejim mutlaka çökecek ve milliyetçi Türk Hükümeti’nin amaçları asla gerçekleşmeyecektir."
İngilizlerin çok saygı duydukları, yaşlı Başbakanları Gladstone, 19. yüzyıl sonlarında Türkler için şunları söylüyordu: "İnsanlığın tek insanlık dışı tipi Türklerdir."
1919 yılında İngiltere Başbakanı Lloyd George’un görüşleri ise şöyleydi:
"Türkler, ulus olmak bir yana, bir sürüdür. Devlet kurmalarının ihtimali bile yoktur... Yağmacı bir topluluk olan Türkler, bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır."
Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye Danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü’nün Müdürü Udo Steinbach, 15 Eylül 1998 günü Lingen Akademisi’nde verdiği konferansta şunları söyledi:
"Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk Devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur.
Olmadığını Türkiye’de yaşayan Türk–Kürt, Müslüman–laik, Alevi–devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu?! Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri bugüne dek neden yok etmediler bilinmez."
CIA İstasyon Şefi Paul Henze, 1933 yılında bir rapor hazırlıyor: "21. Yüzyıla Doğru Türkiye."
Ve şu "Sav"ları savunuyor:
"Atatürk ilkeleri soğuk savaş döneminde görevini yapmıştır; ama 'yenidünya düzeni' ile birlikte gerekliliği de kalmamıştır. 'Klasik Atatürkçülük' ölmüştür. Aydınların imam-hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. İran ve Arap parası ile desteklenen köktendincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir. Atatürk’e 'deccal' diyen Said-i Nursi ve Nurcular ilericidir. Nakşibendiler geriye dönük değillerdir; Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile bağlantıyı sağlayabilirler..."
İngiliz derin devletinden Andrew Duff, Eylül 2005’te şöyle demiş:
"Türkiye Avrupa’nın gerçek partneri olabilmek için klasik milliyetçi Kemalizm’le mücadele etmelidir. Devletin gücü azaltılmalıdır. Kemalizm reforme edilmeli ve bu eski liderin fotoğrafları kamu binalarının duvarlarından indirilmelidir.
Türkiye artık Kemalizm’de değişme gereğiyle yüzleşmeli. Sadece yasalar, anayasa değil, Kemalizm kültürü ve felsefesi de değişmeli. Türkiye’nin, merkeziyetçi yönetim yapısından adem-i merkeziyetçi (yani federatif yapı) yapıya geçmeye ihtiyacı var. Diyarbakır’da bölgesel otonomiye varacak şekilde merkeziyetçi yapının değişmesi iyi olur. Bunu sadece Güneydoğu için değil diğer bölgeler için de öneriyorum."
Emperyalizmin sözcülerinden Reiner Albert, Almanya’nın Mannheim kentinde Katolik Teoloji Fakültesi’nde "dinler ve kültürler arası diyalog" dersleri verirken şöyle diyor:
"Türklerin Almanya’ya uyum sağlayamamalarının en büyük sorumlusu, Türkiye’de aldıkları Kemalist eğitimdir. Farklılıklara karşı son derece hoşgörüsüz bir ideoloji olan Kemalizm insanları ister istemez, Almanya’ya karşı mesafeli, hatta düşman yapıyor."
Eski CIA Türkiye şefi Graham Fuller;
"Bugün Türk devletinin bir sorunu varsa, bu da aslında Kemalizm’in değişmez bir değerler paketi olarak var olmayı sürdürmesidir. Gerekli olan devletin liberalleşmesi ve zaman içinde birçok imparatorluğu yönetmiş Türk halkının tarihsel dehasının önünün, kendisini çağdaşlaştıracak şekilde açılmasına izin verilmesidir. Kemalist 'devletçilik' anlayışı da eskide kalmıştır. Dışardan kurum ithal etme politikası ile Türkiye on yıllar boyunca biraz işlevsel bir altyapı kurmayı başardı, ancak ergenlik çağında olan bu ekonomi liberalleşme yönündeki gerçek önemli adımı, 1980’li yıllarda Cumhurbaşkanı Özal’ın özelleştirme ve ekonomiyi yabancı sermayeye açma politikaları ile birlikte atabildi.
Nerdeyse Türklerin hepsi devletçi ekonomiyi ulusal pazar ekonomisine dönüştürme ihtiyacını görüyorlar. Aynı şekilde bir zamanlar köklü kültürel devrimin pederşahi programında yer alan 'devrimcilik' ve 'reformculuk', bugün sivil toplumun sürekli gelişmesi ve devletin liberalleşmesi olarak anlaşılıyor."
Ufuk Güldemir'in CIA eski Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller' la yaptığı ve 26 Şubat' ta Cumhuriyet'te yayımlanan söyleşisinde en çarpıcı sözler şuydu: "Kemalizm'e son, Osmanlı ile öğünün, Fethullahçı olun!"
Kurt Ziemke, Alman asıllı Ortadoğu uzmanı, 1930 yılında "Die Neu Türkei" (Yeni Türkiye) adında bir kitap yayımlamıştır. 
Bu kitapta, Almanya’nın Türkiye’ye yönelik uygulaması gereken politika ve stratejisi anlatılmaktadır.
Bu strateji ve politikalara göre: 
"İngilizler Musul’da hedeflerine ulaşmak için bir yandan Türkiye’deki ayrılıkçı hareketlere destek verirken bir yandan Atatürkçü akımın yayılmasını engelleyecek önlemlere başvurmuşlardır. Yapılması gereken 'Laik Cumhuriyet'in hem din düşmanı, hem de Kürt düşmanı olduğu temasını ortaya atıp işlemektir."
Ziemke'nin bu projesi doğrultusunda dış ve iç Türkiye Cumhuriyeti düşmanları "dinsiz Atatürk" propagandasına 1930'larda başlamışlardır. 
Amerika, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra 1945'lerde Almanya ve siyasetine el koyduğunda, 1930'ların bu Alman stratejisini hemen Türkiye'de uygulamaya başladı.
Denebilir ki, Türkiye' de Kürt ayrılıkçı hareketinin tohumları 1945'ten itibaren Amerika ve yerli işbirlikçileri tarafından atılmıştı... 
Güneydoğu'da, daha önce Atatürk'ün parçaladığı aşiret yapısını yeniden kurmak üzere, Atatürk döneminde Batı'ya sürülen aşiret reislerini, şeyhleri yeniden Güneydoğu'ya aşiretlerinin başına gönderilmesini ve DP'den milletvekili olmalarını sağlayan ABD, milletvekili olan bu aşiret reislerini işbirlikçi haline getirerek kendi politikalarının Türkiye’deki sözcüleri haline getirmişti.
NATO'ya alınır alınmaz, dönemin Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, 2. Mahmud döneminde kaldırılan Mehter Takımı'nı 1952'de yeniden kurdurtmuştu! 
ABD Dışişleri Bakanı J. F. Dulles, 1956'da; "Din ve siyaset birbirinden ayrılmaz. Dünya işlerini çözümlemekte seçeceğimiz yol dini görüştür" demecini veriyordu.
Bu demeçten hemen sonra Menderes'in buyruğuyla partide "Anayasa'dan laik yönetim ilkesi atılarak yerine din devleti ilkesi konulması" çalışmaları başlatılmıştır.
Son olarak 2006 yılında Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu'nda kabul edilen raporda yer alan Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için öne sürdüğü ön koşullara bakalım: 
1. Ermeni soykırımı koşulsuz kabul edilmeli.
2. Aynı zamanda Türkler "Pontus ve Süryani" soykırımı yaptıklarını kabul etmeli.
3. Lozan’da azınlık olarak sayılmayan Alevi ve Yezidiler ve diğer tüm halklara azınlık hakları tanınmalıdır.
4. Başta Üniversiteler olmak üzere tüm eğitim ve kamu kurularında kılık kıyafet serbestliği tanınmalı (türbanın).
5. Kıbrıs Rum tarafına liman ve hava alanları koşulsuz açılmalı, Kıbrıs'tan Türk askerleri hemen çekilmeli.
6. Rum Ortodoks Patrikhanesi'ne bağlı Ruhban Okulu açılmalı.
22 Oca 2016'da ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, çalışma ziyareti kapsamında Türkiye'ye geldi. 
Bakın, Biden kendisi ile görüşmek için kuyruğa giren siyasal iktidar, Muhalefet Partileri ve Sivil Toplum örgütleri temsilcilerine verdiği talimatlar nelermiş:
1. Suriye'ye kendi başınıza müdahale edemezsiniz!
2. PYD-YPG, bizim Ortadoğu’daki kara gücümüzüzdür. Bu nedenle, bizim Kürt koridoru işimizi baltalamaya yönelik ve bu güçleri hedef alan operasyon yapamazsınız!
3. Kendi başına yeni terörist gruplar oluşturamazsınız. İncirlik'in denetim ve kontrolü, NATO dolayısıyla ABD'ye aittir. Buraya müdahale edemezsiniz.
4. Irak'ta, ABD’den habersiz inisiyatif alamaz, Barzani, Nuceyfi, Abadi ile bizim bilgimiz dışında bir görüşme, uzlaşma, antlaşma yapamazsınız! Musul ve Kerkük, ABD için yaşamsal önem taşımaktadır. Bu bölgelere müdahaleniz söz konusu değildir!
5. Güneydoğu ve Kandil'e operasyonlarını bitireceksiniz. "Çözüm masası" yeniden ve ivedilikle oluşturulmalı, PKK'nın istekleri karşılanmalı.
6. Yeni Anayasa’da "Atatürkçülük" ve "Türk Milleti" yer almamalı.
7. İhvan ve/veya IŞİD konusundaki kararlar, İsrail ile işbirliği ve İsrail'in önerileri doğrultusunda alınmalıdır.
Joe Biden, tüm bunları isterken NATO'dan çıkartmaya kadar varan çok sert tehditler savurmayı da ihmal etmedi... 
Joe Biden’in düzenlediği "yuvarlak masa" toplantısına, HDP’den Leyla Zana, Ayhan Bilgen ve Altan Tan, MHP’den Oktay Vural, AKP’den Galip Ensarioğlu ve Orhan Miroğlu ile CHP’den Fikri Sağlar ile Sezgin Tanrıkulu katıldılar.
Aynı isteklerin, daha sert ve acımasız bir yöntemle dün Mustafa Kemal Atatürk'e dayatılmaya çalışıldığını biliyoruz. 
Peki, Mustafa Kemal Atatürk nasıl bir tavır almıştı?!
Şimdi, ona bakalım... 
Büyük Taarruz’un hazırlıklarının sürdüğü günlerde, 3 Mart 1922’de Batı'nın saldırgan devletleri için şunları söylüyordu:
"İstilacı ve saldırgan devletler, yerküresini kendilerinin malikânesi ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mecbur esirler saymaktadırlar.
Sonuç olarak, Dünya iki guruba ayrılmaktadır.
Birincisi Doğu ki, kendi varlığını, bağımsızlığını artık kavramıştır, bu bilinçle el ele vermiştir.
Diğer bir gurup daha var ki bunlar, sırf kendi hırslarını tatmin için çalışmaktadır.
Bunların amacı zulüm ve baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz."
“Reis Paşa Doğru Görmüştü”, Atilla İlhan Cumhuriyet, 18.02.2002 
"Biz Batı emperyalizmine karşı, yalnızca kendi kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz.
Aynı zamanda Batılı emperyalistlerin, bütün güçleri ve bilinen bütün imkânlarıyla, Türk ulusunu emperyalizmin aracı olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz.
Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz."
“Milli Kurtuluş Tarihi”, Doğan Avcıoğlu, İstanbul Matbaası, 1974, 2.Cilt, sf.846 
1921 yılında, silah gereksiniminin üst düzeye çıktığı savaş günlerinde ise şunları söylüyordu:
"İlkbahara kadar üç ay içinde bu silahları elde edemezsek, diplomasi kanallarıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız.
Bunu arzu etmiyorum.
Biliyorum ki, Batı ile uyuşma, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir."
“Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, İst. Mat., 1974, 1.Cilt, sf.265 
Olanaksızlıkların çaresizliğiyle, Batının manda ve himayesini kabul etmek isteyenler için 1919 yılında; "Ahmaklar memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar" deyip, manda önerilerini kesin bir biçimde reddediyordu.
Bu açıklamaların en çarpıcı olanlarından birini, 29 Ekim 1930 yılında Ankara Türk Ocağı'ndaki Cumhuriyet Bayramı kutlamasında yapmıştır. 
Amerikan Associated Press Muhabiri Miss Ring, Atatürk’e; "Türkiye’nin ne zaman Batılılaşacağını, Amerikanlaşacağını" sorduğunda, şu yanıtı almıştı:
"Türkiye bir maymun değildir.
Hiçbir milleti taklit etmeyecektir.
Türkiye ne Amerikanlaşacak, ne de Batılılaşacaktır.
Türkiye yalnızca özleşecektir."
“Türkiye; 29 Ekim 1930, Türkiye; Mart 2002” Turgay Tüfekçi, Orkun Dergisi, Mart 2002, Sayı 49, sf.4 
Mahmut ÖZYÜREK, 28 Ocak 2016, Isparta

Amacını aşan KHK'ler AYM'ye taşınmalıdır./ ÖMER FARUK EMİNAĞAOĞLU



Yapılmak istenen darbe teşebbüsünde bulunanlardan hesap sormak ise, mutlaka hukuk gözetilmelidir.
Olağanüstü KHK'ları ile neler yapılabilir, neler yapılamaz...
Olağanüstü hal KHK'ları ile hükümet ancak, olağanüstü halin amacını aşmayacak biçimde düzenlemeler yapabilir.
Olağanüstü hal KHK'ları ile yasalarda değişiklik yapılmamalı, bu yolla yürürlükte tutulacak olağanüstü hal KHK'ları ile değişen yasalar üzerinden, olağanüstü hal adeta süresiz kılınmamalıdır.
Tüzel kişiliklerin/derneklerin, faaliyetten alıkonulması ve kapatılması, olağanüstü hal durumunda bile, TMY 89-90 maddeleri uyarınca sadece ve sadece mahkeme kararı söz konusu olabilir. Aksi anlayış, tüzel kişiler dışındaki (gerçek) kişilerin de yargılanmadan, olağanüstü hal KHK'ları ile cezalandırılmaları ve verilecek cezaların kesin kabul edilip derhal infaz edilmesi ile yani yargısız infaz ile eşdeğerdir.
Nasıl ki gerçek kişilerin yargısız infazı, yani gerçek kişilerin olağanüstü hal KHK'ları ile cezalandırılmaları ve bu cezaların infaz durumu kabul edilemez, tüzel kişiler için de olağanüstü hal KHK'ları yoluyla bu nitelikteki düzenlemeler kabul edilemez.
Olağanüstü hal KHK'ları yoluyla, her konuda ve de sınırsız biçimde her türlü düzenleme yapılamaz. Olağanüstü hal KHK'ları ile yapılacak düzenlemelerde, mutlaka olağanüstü halin amacı ve sınırları gözetilmelidir.
Anayasa'daki düzenleme uyarınca olağanüstü hal KHK'ları için Anayasa Mahkemesine başvurulamamaktadır. Anayasa Mahkemesi, Anayasadaki bu düzenlemeyi geçmişte 1991 ve 1992 yılında verdiği kararlarda, hukuk devleti anlayışını öne çekerek yorumlamış, eğer olağanüstü hal KHK'sı yoluyla yapılan düzenleme, olağanüstü halin amaç ve sınırılarını aşmıyorsa, olağanüstü hal KHK'ları ile ilgili bu Anayasa hükmünün uygulanabileceğini ve yargı yolunun kapalı olduğunu ifade etmiştir.
Anayasa Mahkemesi, olağanüstü hal KHK'ları ile yapılan düzenlemelerle ilgili olarak kendisine yapılan başvurularda, bu düzenlemelerin adına bakarak yargı yolunun kapalı olduğunu belirtip hemen red kararı vermeyeceğini, bu düzenlemelerin adına değil içeriğine bakacağını, olağanüstü hal KHK'larının içeriğinde, olağanüstü halin amacı ve sınırları aşılmış ise, bu durumda olağanüstü hal KHK koşulları söz konusu olamayacağından, bu addaki düzenlemeleri iptal edeceğini söylemiş ve bu anlayışla, yerinde olarak 424, 425, 430 sayılı olağanüstü hal KHK'ları hakkında 1991 ve 1992 yılında iptal kararları vermiştir.
Olağanüstü hal durumunda, Anayasa'ya ve İHAS'a aykırı önlemler alınabilmesi söz konusudur. Olağanüstü hal konusunda, İHAS'a aykırı önlemler alınabileceği ile ilgili Avrupa Konseyi'ne bildirimde bulunulması durumunda, hem Anayasa'nın, hem de İHAS'ın 15 inci maddeleri çerçevesinde, aykırı önlemler alınabilir. Ancak bu durum, büsbütün de keyfi hareket etme hakkı sağlamamaktadır.
Olağanüstü hal durumunda yapılacak düzenlemelerde anayasaya ve İHAS'a aykırı önlemler alınabilecek ise de, gerek Anayasa'nın 15 inci, gerekse İHAS'nin 15 inci maddeleri mutlaka gözetilmelidir.
Hiç bir kural gözetilmeden, her şeyin olağanüstü hal KHK'leri ile yürütülmesi demek, sürecin hukuka aykırı yürütülmesi demektir. Hukuka aykırılıklar yaratmak demek, yürütülen tüm bu sürecin, yarın hukuka aykırılıklar nedeniyle, amacından uzaklaşması, etkisiz kalması, istenilen sonuçların alınamaması demektir.
Bir hukuk devletine yani bir anayasal düzene saldıranlara, bir darbe teşebbüsünde bulunanlarda bu durumun hesabı ancak hukuk yoluyla sorulabilir. Hukuk gözetilmeden yürütülecek bir süreç, yarın hukuka aykırılıklarla yüz yüze kalmayı, bu hukuka aykırılıklar nedeniyle amaçlanan sonuçların elde edilememesine yol açacağına göre, hukuka aykırılıklardan her durumda uzak durulmalı, darbe eyleminin ağırlığı ne olursa olsun, yapılacak işlemlerde asla hukuktan uzak kalınmamalıdır.
Yaşadığımız sürece bakıldığında nasıl olsa olağanüstü hal var diye, her konuda her türlü ve de olağanüstü hal sonrasına sarkabilecek nitelikte düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. Bu yolla olağanüstü hal, adeta süresiz kılınmaktadır.
Örnek vermek gerekirse, yargıç adaylarından uygun görülenlerinin, adaylık süresine bakılmaksızın, yargıçlığa alınması hükmü, olağanüstü hal KHK'sı ile getirilmiştir.
Bu yargıç adayları, süreçte hem yargıç kimliği ve donanımı yönünden sorun yaratabilecek, hem de bu durum yasa ile bile yapılmayıp, olağanüstü hal KHK'sı ile yapıldığından, olağanüstü hal hukuku ve uygulayıcıları, sistemde kalıcı/süresiz kılınmaktadır. Bu durum son derece hatalıdır.
YARSAV'ın kapatıması, hem KHK ile yapılması, hem de FETÖ ile mücadele yönünden amacı aşan bir işlemdir.
667 sayılı olağanüstü hal KHK'sına bakınca böyle örnekler oldukça fazladır.
Bu nedenle 667 sayılı olağanüstü hal KHK'sı, yürütülen sürecin hukuksuz bir temele oturup çökmemesi için, mutlaka Anayasa Mahkemesi'ne taşınmalıdır.

Ömer Faruk Eminağaoğlu