Sovyet
arşivinde yapılan çalışmalar, bir gerçeği daha ortaya çıkardı. Atatürk’ün
bundan 81 yıl önce, 4 Ocak 1922 tarihinde Lenin’e yazdığı mektup, Türk
basınında sansürlenerek yayımlandı. Bu mektup, ilk kez, 26 Mayıs 1969 tarihli
Akşam gazetesinin 5. sayfasında çıktı. Ali Kemal Meram’ın hazırladığı “Devlet Kurulurken Mustafa
Kemal’den Sovyetlere Sovyetler ’den Mustafa Kemal’e Mektuplar ve Milli
Mücadele” başlıklı yazı dizisi içinde yayımlanan mektubun belirli paragrafları
ne hikmetse yok olmuştu. Anlayacağınız gibi yok olan kısımlar Atatürk’ün
Kapitalizm hakkında söyledikleri idi!
“Memleketimizi düşmandan kurtardıktan sonra, kamusal ehemmiyet taşıyan
büyük işletmeleri devlet eliyle yönetme niyetindeyiz. Böylece gelecekte büyük
kapitalist sınıfların efendiliğinin ülkede hâkim olmasının önüne geçmiş oluruz. ”Ankara, 4 Ocak 1922.
“Değerli Başkanım,
Ankara’da
genel bir saygı ve sempati kazanan yoldaş Frunze’nin ülkemizden ayrılısı
vesilesinden istifade ederek, şahsi his ve fikirlerimden başka, gizli olarak,
Türk siyaseti konusundaki görüşlerimi ve bilhassa, Türk-Rus münasebetlerini,
size, kısaca açıklamak isterim.
Bildiğiniz
gibi, Türk ve Rus halkları, yüzyıllarca sürdürülmüş boyunduruk zincirini bir
hamlede silkip attıktan sonra, kendi halklarının da bu yolu takip
edeceklerinden dolayı büyük korkuya kapılan büyük Batılı emperyalist ve
kapitalist kuvvetlerin saldırısına uğradığından, halklarımız arasındaki
yakınlık ve anlaşma, kendiliğinden gelişmiştir.
Hatırlayacağınız
gibi, müşterek umutların ve benzer şartların neticesi olarak ortaya çıkan
fikirlerin gelişmesi, hükümetlerimiz arasında resmi münasebetlerin kurulmasına
yol açmış ve bilhassa bu münasebetlerde tayin edici bir rol oynamıştır.
Türkler
ve Ruslar, tarihleri, yüzyıllarca sürdürülmüş kanlı savaşlarla doldurulduktan sonra,
hemen anlaşmış ve uzlaşmışlardır. Bu vaziyet, öteki ulusları şaşkınlığa uğratmıştır.
Pek çoğu, dostluğun geçici olduğu ve şartların zoruyla sağlandığı konusunda bir
inanca sahip olmuşlardır. Hâlâ da bu inançtadırlar. Fakat iki halkın hangi
şartlarla ve ne ölçüye kadar birbirlerini anlayıp sevdiğini ve eski kavgaların,
zalim yöneticilerin kışkırtmaları ile çıkmış olduğunu, son savaşta asker ve
subayların birbirleriyle nasıl isteksizce savaştığını görmüş olanlar, birkaç
sene önce oluşan yeni vaziyetin sürekli ve istikrarlı olduğunu kabul etmekte
gecikmeyeceklerdir. Çünkü bu vaziyet tabii olandır ve eski istihdafı ayakta
tutan suni düşmanlık ise son nefesini vermiştir.
Türkiye’nin
rejim değiştirmesi, Rusya’da olduğu gibi, sosyal bir devrimle ortaya çıkmış
olmayıp, yabancı devletlerin saldırı ve hâkimiyetlerine karşı bir başkaldırma
türünde olduğundan, dünya kamuoyunun dikkatini çekmemiştir. Bu
başkaldırış, canlı ve gerçek olarak dile getirilmemiştir. Yüzeysel de olsa,
ülkemiz hakkında bir bilgiye sahip olanlar, 1918 Mütarekesi’nden, özellikle 16
Mart 1920’den beri alınan yolun çok büyük olduğunu kabul edeceklerdir.
Yüzyıllardan
beri her şeyde efendilerine ve saraylılara ve daha sonra oligarşiye bağlı kalan
Türk halkı, 1919 yazında girişilen savaşla, kendi kaderinin sahibi olmayı
başarmıştır.
Açık
konuşuyorum. Erzurum ve arkasından Sivas kongrelerinde bir araya gelen
delegeler, halkların kendi kaderlerini tayin hakkını öngören bir hükme
varmışlardır. Siz, değerli Başkanım, daha Dünya Savaşı’ndan önce, bu hususu
müdafaa etmekteydiniz. Bu kongrelerde kabul edilen kararlarla, İstanbul’un
yetersiz ve yeteneksiz ellerdeki iktidarı tasfiye edilecek ve yeni
yöneticileri, bizzat milletin kendisi seçecektir. Büyük Millet Meclisi’nde
bulunanlar, Türkiye’de yeni bir dönemin başladığını ve Türk halkının artık uzun
süreden beri olduğu gibi kendi yöneticilerinin himayesi altında değil,
efendisiz yaşayabileceklerini ilan ettiler. 16 Mart 1920 darbesinden sonra 23
Nisan’da Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde toplanan halk temsilcileri,
milletin iradesini ve kaderini bağımsız ve hâkim bir varlık olarak tayin etme
arzusunu ilan ettiğinde, bu isteğin, bütünüyle gerçekleşmesi milli bir gaye
olmuştur.
Şimdi,
bütün bunlar gerçekleşiyor. Halk tarafından seçilmiş olan temsilciler, sadece
yasama kuvvetini değil, aynı zamanda, yürütme kuvvetini de doğrudan, kendi
seçtikleri ve her hareketlerinde onlara hesap verecek vekâletler aracılığıyla
ellerinde bulundurmaktadırlar. İstisnai
olarak, milletin bağımsızlık ve güvenliğinin söz konusu olduğu fevkalade
hallerde, halk temsilcileri, yargı vazifesini İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla
yerine getirmektedir. Görüldüğü gibi, bizde iktidarın üç fonksiyonunun ayrılığı
mevcut değil. Batı’da kapitalist sistemin bütün milletin üzerindeki
efendiliğini güçlendirmek ve bu sınıfın iktidarı istismar etmesi için özenle
hazırlanan bu sistem, nefret uyandırmaktadır. Bu bakımdan, biz kapitalist
sistemden daha çok, Sovyet sistemine yakınız.
Sosyal
alanda da, memleketimizde benzer değişimler olmuştur. Yeni vaziyetimizin ve
ekonomik şartların gereği olarak, toplumun, artık istismara baş eğmemek
konusundaki kararının neticesi olarak, herhangi bir çaba göstermeksizin,
başkalarının emeği ile yaşayan parazitler sınıfı bütünüyle ortadan kalkmamışsa
bile, bu sınıfa girenlerin sayısında büyük bir azalma olmuştur.
Modern
Türkiye’de, imparatorluk döneminin efsanevi zengin sınıfı artık yoktur. Büyük
arazi sahiplerinin gelirleri artık düşmüştür. Şimdi, Türkiye’de herkes düzenli
çalışmak zorundadır. Sonuç olarak, bugünün Türkiye’sinde atılan adımlar herkes
içindir.
Türkiye,
Batı Avrupa’ya olduğundan çok, bir bakıma Rusya’ya, özellikle son birkaç ayın
Rusya’sına daha yakındır. Sonra, memleketlerimiz arasında bir
başka mühim benzerlik, bizim, kapitalist ve emperyalist düzene karşı
savaşmamızdır. Kapitalizm Türkiye’de, Avrupa’da ve eski Rusya’da olduğundan
daha zayıf gelişti. Fakat vaziyet, büyük teşebbüslerdeki hemen bütün kapitalin
yabancılar tarafından yatırılmış olmasıyla şiddetlenmiştir. Halkımızın
istismarını kolaylaştırmak için kurulmuş olan kapitülasyon sistemi, gelişmemizi
engellemiş ve bizi bu sömürüye tahammül etmeye mahkûm etmiştir.
Bu rejimi ortadan kaldırma hedefine
sahip bugünkü mücadelemiz her şeyden önce kapitalizme karşı yönelmiştir. Biz
memleketimizi düşman istilasından kurtardıktan sonra, kamusal ehemmiyet taşıyan
büyük işletmeleri devlet eliyle yönetme niyetindeyiz. Böylece gelecekte büyük
kapitalist sınıfların efendiliğinin ülkede hâkim olmasının önüne geçmiş oluruz.
Türkiye’nin büyük devletler ve onların uyduları tarafından hâlâ açık veya
kapalı olarak çılgınca saldırılara hedef olmasının nedeni, bütün mazlum
milletlere kurtuluş yolunu göstermiş olmasıdır.
Bütün
bunlar, Türkiye’nin bütün müesseseleriyle ve bugünkü hükümetiyle sadece Sovyet
Rusya’da güven hissi yaratabileceğini, Batı’nın ise, bize düşman gözüyle
bakmasını gerektireceği gerçeğini ortaya koyar.
Milletlerarası
siyaset alanında Türk-Fransız anlaşması, Rus-İngiliz ticaret anlaşması gibi,
şartların zoruyla vücut bulmuştur. Bu anlaşma, gelecekte imzalayabileceğimiz
anlaşmalar gibi, ideallerimizden vazgeçtiğimiz anlamını taşımaz. Sizi kesin
surette temin ederim ki, her halükârda Büyük Millet Meclisi’nin Türkiye’si
bugüne kadar Sovyet Rusya’ya karsı takip ettiği siyasetten vazgeçmeyecektir ve
bu konuya dair yayılmış bütün söylentilerin hepsi yalandır.
Yine
aynı şekilde sizi temin ederim ki, Sovyet Rusya’ya karşı doğrudan veya dolaylı
olarak asla hiçbir anlaşma yapmayacağız ve hiçbir koalisyona girmeyeceğiz. Son
zamanlarda meydana gelen aramızdaki bütün yanlış anlaşılmalar, her şeyden önce
Ankara- Moskova arasındaki yazışmaların oldukça yavaş olmasından
kaynaklanmaktadır.
Değerli
Başkanım, bu içten açıklamaların iki halkımız ve hükümetimiz arasındaki dostane
ve kardeşçe münasebetleri daha da kuvvetlendireceği ümidiyle samimi kardeşlik
hislerimi kabul etmenizi dilerim.”
Mustafa
Kemal
Kaynak: burakeklik.wordpress.com