14 Şubat 2019 Perşembe

Atatürk‘ün 4 Ocak 1922’de Lenin‘e yazdığı mektubun tam metni. (Sansürsüz)


Sovyet arşivinde yapılan çalışmalar, bir gerçeği daha ortaya çıkardı. Atatürk’ün bundan 81 yıl önce, 4 Ocak 1922 tarihinde Lenin’e yazdığı mektup, Türk basınında sansürlenerek yayımlandı. Bu mektup, ilk kez, 26 Mayıs 1969 tarihli Akşam gazetesinin 5. sayfasında çıktı. Ali Kemal Meram’ın hazırladığı “Devlet Kurulurken Mustafa Kemal’den Sovyetlere Sovyetler ’den Mustafa Kemal’e Mektuplar ve Milli Mücadele” başlıklı yazı dizisi içinde yayımlanan mektubun belirli paragrafları ne hikmetse yok olmuştu. Anlayacağınız gibi yok olan kısımlar Atatürk’ün Kapitalizm hakkında söyledikleri idi!

“Memleketimizi düşmandan kurtardıktan sonra, kamusal ehemmiyet taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetme niyetindeyiz. Böylece gelecekte büyük kapitalist sınıfların efendiliğinin ülkede hâkim olmasının önüne geçmiş oluruz. ”Ankara, 4 Ocak 1922.

“Değerli Başkanım,
Ankara’da genel bir saygı ve sempati kazanan yoldaş Frunze’nin ülkemizden ayrılısı vesilesinden istifade ederek, şahsi his ve fikirlerimden başka, gizli olarak, Türk siyaseti konusundaki görüşlerimi ve bilhassa, Türk-Rus münasebetlerini, size, kısaca açıklamak isterim.
Bildiğiniz gibi, Türk ve Rus halkları, yüzyıllarca sürdürülmüş boyunduruk zincirini bir hamlede silkip attıktan sonra, kendi halklarının da bu yolu takip edeceklerinden dolayı büyük korkuya kapılan büyük Batılı emperyalist ve kapitalist kuvvetlerin saldırısına uğradığından, halklarımız arasındaki yakınlık ve anlaşma, kendiliğinden gelişmiştir.
Hatırlayacağınız gibi, müşterek umutların ve benzer şartların neticesi olarak ortaya çıkan fikirlerin gelişmesi, hükümetlerimiz arasında resmi münasebetlerin kurulmasına yol açmış ve bilhassa bu münasebetlerde tayin edici bir rol oynamıştır.

Türkler ve Ruslar, tarihleri, yüzyıllarca sürdürülmüş kanlı savaşlarla doldurulduktan sonra, hemen anlaşmış ve uzlaşmışlardır. Bu vaziyet, öteki ulusları şaşkınlığa uğratmıştır. Pek çoğu, dostluğun geçici olduğu ve şartların zoruyla sağlandığı konusunda bir inanca sahip olmuşlardır. Hâlâ da bu inançtadırlar. Fakat iki halkın hangi şartlarla ve ne ölçüye kadar birbirlerini anlayıp sevdiğini ve eski kavgaların, zalim yöneticilerin kışkırtmaları ile çıkmış olduğunu, son savaşta asker ve subayların birbirleriyle nasıl isteksizce savaştığını görmüş olanlar, birkaç sene önce oluşan yeni vaziyetin sürekli ve istikrarlı olduğunu kabul etmekte gecikmeyeceklerdir. Çünkü bu vaziyet tabii olandır ve eski istihdafı ayakta tutan suni düşmanlık ise son nefesini vermiştir.
Türkiye’nin rejim değiştirmesi, Rusya’da olduğu gibi, sosyal bir devrimle ortaya çıkmış olmayıp, yabancı devletlerin saldırı ve hâkimiyetlerine karşı bir başkaldırma türünde olduğundan, dünya kamuoyunun dikkatini çekmemiştir. Bu başkaldırış, canlı ve gerçek olarak dile getirilmemiştir. Yüzeysel de olsa, ülkemiz hakkında bir bilgiye sahip olanlar, 1918 Mütarekesi’nden, özellikle 16 Mart 1920’den beri alınan yolun çok büyük olduğunu kabul edeceklerdir.

Yüzyıllardan beri her şeyde efendilerine ve saraylılara ve daha sonra oligarşiye bağlı kalan Türk halkı, 1919 yazında girişilen savaşla, kendi kaderinin sahibi olmayı başarmıştır.

Açık konuşuyorum. Erzurum ve arkasından Sivas kongrelerinde bir araya gelen delegeler, halkların kendi kaderlerini tayin hakkını öngören bir hükme varmışlardır. Siz, değerli Başkanım, daha Dünya Savaşı’ndan önce, bu hususu müdafaa etmekteydiniz. Bu kongrelerde kabul edilen kararlarla, İstanbul’un yetersiz ve yeteneksiz ellerdeki iktidarı tasfiye edilecek ve yeni yöneticileri, bizzat milletin kendisi seçecektir. Büyük Millet Meclisi’nde bulunanlar, Türkiye’de yeni bir dönemin başladığını ve Türk halkının artık uzun süreden beri olduğu gibi kendi yöneticilerinin himayesi altında değil, efendisiz yaşayabileceklerini ilan ettiler. 16 Mart 1920 darbesinden sonra 23 Nisan’da Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde toplanan halk temsilcileri, milletin iradesini ve kaderini bağımsız ve hâkim bir varlık olarak tayin etme arzusunu ilan ettiğinde, bu isteğin, bütünüyle gerçekleşmesi milli bir gaye olmuştur.

Şimdi, bütün bunlar gerçekleşiyor. Halk tarafından seçilmiş olan temsilciler, sadece yasama kuvvetini değil, aynı zamanda, yürütme kuvvetini de doğrudan, kendi seçtikleri ve her hareketlerinde onlara hesap verecek vekâletler aracılığıyla ellerinde bulundurmaktadırlar. İstisnai olarak, milletin bağımsızlık ve güvenliğinin söz konusu olduğu fevkalade hallerde, halk temsilcileri, yargı vazifesini İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla yerine getirmektedir. Görüldüğü gibi, bizde iktidarın üç fonksiyonunun ayrılığı mevcut değil. Batı’da kapitalist sistemin bütün milletin üzerindeki efendiliğini güçlendirmek ve bu sınıfın iktidarı istismar etmesi için özenle hazırlanan bu sistem, nefret uyandırmaktadır. Bu bakımdan, biz kapitalist sistemden daha çok, Sovyet sistemine yakınız.

Sosyal alanda da, memleketimizde benzer değişimler olmuştur. Yeni vaziyetimizin ve ekonomik şartların gereği olarak, toplumun, artık istismara baş eğmemek konusundaki kararının neticesi olarak, herhangi bir çaba göstermeksizin, başkalarının emeği ile yaşayan parazitler sınıfı bütünüyle ortadan kalkmamışsa bile, bu sınıfa girenlerin sayısında büyük bir azalma olmuştur.
Modern Türkiye’de, imparatorluk döneminin efsanevi zengin sınıfı artık yoktur. Büyük arazi sahiplerinin gelirleri artık düşmüştür. Şimdi, Türkiye’de herkes düzenli çalışmak zorundadır. Sonuç olarak, bugünün Türkiye’sinde atılan adımlar herkes içindir.

Türkiye, Batı Avrupa’ya olduğundan çok, bir bakıma Rusya’ya, özellikle son birkaç ayın Rusya’sına daha yakındır. Sonra, memleketlerimiz arasında bir başka mühim benzerlik, bizim, kapitalist ve emperyalist düzene karşı savaşmamızdır. Kapitalizm Türkiye’de, Avrupa’da ve eski Rusya’da olduğundan daha zayıf gelişti. Fakat vaziyet, büyük teşebbüslerdeki hemen bütün kapitalin yabancılar tarafından yatırılmış olmasıyla şiddetlenmiştir. Halkımızın istismarını kolaylaştırmak için kurulmuş olan kapitülasyon sistemi, gelişmemizi engellemiş ve bizi bu sömürüye tahammül etmeye mahkûm etmiştir.

Bu rejimi ortadan kaldırma hedefine sahip bugünkü mücadelemiz her şeyden önce kapitalizme karşı yönelmiştir. Biz memleketimizi düşman istilasından kurtardıktan sonra, kamusal ehemmiyet taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetme niyetindeyiz. Böylece gelecekte büyük kapitalist sınıfların efendiliğinin ülkede hâkim olmasının önüne geçmiş oluruz. Türkiye’nin büyük devletler ve onların uyduları tarafından hâlâ açık veya kapalı olarak çılgınca saldırılara hedef olmasının nedeni, bütün mazlum milletlere kurtuluş yolunu göstermiş olmasıdır.

Bütün bunlar, Türkiye’nin bütün müesseseleriyle ve bugünkü hükümetiyle sadece Sovyet Rusya’da güven hissi yaratabileceğini, Batı’nın ise, bize düşman gözüyle bakmasını gerektireceği gerçeğini ortaya koyar.

Milletlerarası siyaset alanında Türk-Fransız anlaşması, Rus-İngiliz ticaret anlaşması gibi, şartların zoruyla vücut bulmuştur. Bu anlaşma, gelecekte imzalayabileceğimiz anlaşmalar gibi, ideallerimizden vazgeçtiğimiz anlamını taşımaz. Sizi kesin surette temin ederim ki, her halükârda Büyük Millet Meclisi’nin Türkiye’si bugüne kadar Sovyet Rusya’ya karsı takip ettiği siyasetten vazgeçmeyecektir ve bu konuya dair yayılmış bütün söylentilerin hepsi yalandır.

Yine aynı şekilde sizi temin ederim ki, Sovyet Rusya’ya karşı doğrudan veya dolaylı olarak asla hiçbir anlaşma yapmayacağız ve hiçbir koalisyona girmeyeceğiz. Son zamanlarda meydana gelen aramızdaki bütün yanlış anlaşılmalar, her şeyden önce Ankara- Moskova arasındaki yazışmaların oldukça yavaş olmasından kaynaklanmaktadır.

Değerli Başkanım, bu içten açıklamaların iki halkımız ve hükümetimiz arasındaki dostane ve kardeşçe münasebetleri daha da kuvvetlendireceği ümidiyle samimi kardeşlik hislerimi kabul etmenizi dilerim.”

Mustafa Kemal
 Kaynak: burakeklik.wordpress.com


8 Şubat 2019 Cuma

Üreten Cumhuriyet Türkiyesi’nden her şeyini “Satan Yeni Türkiye’ye”


Hepsi birer Cumhuriyet projesi olarak kurulan ve ülkenin kalkınmasında önemli yer tutan kamu kuruluşlarının satışlarında sıra savunma sanayine geldi. AKP döneminde stratejik öneme sahip çok sayıda kuruluş uluslararası şirketlere satıldı. Son olarak Sakarya’daki Tank Palet Fabrikası; “Erdoğan’ı gördükçe âşık oldum. Böyle ilahi bir aşk iki erkek arasında olabiliyor.”, diyen Ethem Sancak ve Katar ortaklığına devredilerek kamunun ve ordunun büyük oranda zarar görmesinin önü açıldı.

Peki, kimdir bu Ethem Sancak?

Milyarlık kamu ihaleleriyle yıldızı AKP döneminde parlayan yandaş beslemelerden sadece biri. Her fırsatta Erdoğan’a aşkını ilan etmekten çekinmeyen Sancak için Tank Palet Fabrikası feda edilmiş oldu. 1990’larda İstanbul’da ilaç dağıtıcısıyken AKP’yle birlikte Türkiye’nin sayılı zenginleri arasına girmeyi başaran Sancak, 2014 yılında TMSF’nin sattığı BMC’yi 751 milyon liraya satın almıştı. Savunma sanayisine önemli derecede araç üreten BMC’nin sahip olduğu arsaların değeri sadece 1.5 milyar lira.

Aslında şu günlerde gündemde olan Tank Palet Fabrikasının peşkeş çekilme sözü 2014 yılında verilmiş. Erdoğan’ın kamuoyunda yükselen tepkileri bastırmak için; “Bunlar yalancı, özelleştirme ve satış yok.”, sözleri sadece yapılan ihaneti gizleme amacını taşıyor. Çünkü aynı Erdoğan ihale öncesi; “BMC’ye devrini yaptık”, diyerek ordu malını Katar menşeli bir firmaya sattıklarını itiraf ediyor açıkça.

Her fırsatta yerli ve milli olduklarını iddia edip üretim yapan ne varsa satışa çıkaran bir örgütlü suç çetesiyle karşı karşıyayız.

Bugün Tank Palet Fabrikasında oynanan bu oyunun ne kadar büyük olduğu çok açık ortada. Türk Savunma Sanayi Zirvesinde yine aynı Erdoğan, Altay Tankının Arifiye’deki fabrikada üretileceği müjdesini vermişti. O zaman fabrika Milli Savunma Bakanlığına aitti. BMC firması da bu tankın üretimi için bakanlıkla sözleşme imzalamış ve üretimle ilgili Sakarya çevresinde bir fabrika kuracağı sözü vermişti.

Sonra ne oldu peki?

Ethem Sancak’ın sahibi olduğu BMC sözleşmeyi iptal ediyor, arkasından tankın üretileceği fabrika özelleştiriliyor.

Askeri fabrika kimlere peşkeş çekiliyor dersiniz?

Sancak’ın sahibi olduğu BMC firmasıyla, % 49,9 oranında ortaklığı bulunan Katar Silahlı Kuvvetleri Endüstri Komitesi’ne!

Evet yanlış duymadınız ordumuz artık Katar’ın emrinde!

Bir ülkenin Milli Savunma Sanayisini özelleştirmek demek o ülkeye yapılmış en büyük ihanet değil midir?

Dillerinden düşürmedikleri “yerli ve milli” anlayışlarının ölçüsü de, çok sevdikleri Arap dostlarının bulunduğu Katarlılarla beraber kurulan bu kirli ortaklıkta gizli değil mi?

Ortaya çıkan resim çok açık. Kaçak Saraylı Reis’e hediye edilen 450 milyon dolarlık uçan sarayın da bedeli ödenmiş oluyor aynı zamanda. Araplara düşkünlüğünü; “Benim için İslam’a sarılmış dik duran bir Arap, ruhunu Batıya satmış olan 50 Türk’e bedeldir.” sözleriyle anlatan Sancak ve AKP’giller tayfası için Türk Ordusu’nun mallarını Katarlılara teslim etmekte bir sakınca yok. Çünkü onların vatanları olmadığı için vatan sevgileri de bulunmaz. Onlar için önemli olan tek şey emperyalizmin uşaklığını yapmak. Bunları yaparken de kendi sülalelerinin ve yandaşlarının küplerini, doymak bilmez bir açgözlülükle, doldurmak. İşte Ethem Sancak ve onun gibileri ülkemizin kaynaklarını sömüren kan emicilerinden başkaları değildir.

Basında çıkan haberlere göre Katar ülkede ne var yok adeta silip süpürmüş durumda. Türkiye’yi Katar’a pazarlayan AKP’li Sancak, aynı zamanda DEİK/Türkiye-Katar İş Konseyi’nin Başkanlığını yürütüyor.

Sancak’ın sahibi olduğu ve ülkemiz açısından stratejik değer taşıyanı BMC fabrikasının % 50’lik hisseleri Katarlılar tarafından satın alındı.

Bugüne kadar ABank, Finansbank, Digitürk, Ankas, Banvit’i satın alan Katar, Türkiye’nin en değerli yalısı Er Bilgin Yalısı’nın da yeni sahibi.

Ocak 2017’de Erdoğan’la birlikte havadan Trabzon üzerinde keşif yapan Katar Emiri’nin bir diğer dileği de Sürmene yaylalarına el atmak olmuş. Bu keşiften sonra Emir’in beğendiği ormanlık alan 7 ayrı yerden aynı anda kış günü yanmaya başlıyor. Sabotaj olduğu çok açık-belli bu olayın perde arkasında Trabzon’un da Katar’a mı satıldığı sorusu akla geliyor. Bir yandan da değerli Osmanlı tablolarını toplayan Katarlı dostlarıyla bu kadar sıkı ilişki içine girip ülkemizin kaynaklarını ve güvenliğini Araplara teslim edenler bilsinler ki;

Mustafa Kemal’in önderliğinde verilen Birinci Kurtuluş Savaşı’nı kendine bayrak yapan,

Verilecek İkinci Kurtuluş Savaşı’yla nihai kurtuluş için mücadele eden,

Laik Cumhuriyet’in değerini bilen ve sonuna kadar kazanımlarına sahip çıkan,

Bilimselliği ve Laikliği kendisine rehber edinmiş,

Ve Laik Cumhuriyet’le gelen reformları

Yüreğinde ve bilincinde yaşayan ve yaşatan,

Tam bağımsızlıktan ve laiklikten asla ödün vermeyen

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir tek yurttaşı

Bütün bu Arap dünyasının şarlatanlarına BEDELDİR!..



Milli ve yerli olmak ha…

Kâğıttan kumaşa, çimentodan demir çeliğe 15 yılda 46 fabrika kurmuş Gazi Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti’nden, yeraltı ve yerüstü tüm kaynaklar ile tüm fabrikaların, kamu kurum ve kuruluşların yerli ve yabancı tekellere yok pahasına satıldığı günlere geldik.
Hırsızlar çetesinin patronu her seferinde “yerli ve milli” masallarına başvursa da artık geminin çok fazla su aldığını herkes biliyor. Bu nedenle ülkedeki Antika Tefeci-Bezirgân Sınıf temsilcileri gemiyi ilk terk edenler arasına girdi bile.
Türkiye’nin sayılı patronları arasında yer alan Sabancılar ailecek Malta vatandaşlığına geçti. Yine Murat Ülker’in başında bulunduğu Yıldız Holding de 7 milyar dolarlık borcunu yapılandırıp elinde bulunan Ülker hisselerini Londra merkezli şirkete sattı. Ülker’in yurt dışına servet aktarımından sonra finansal çevrelerde benzer dedikodular Doğuş Grubu için de dolaşmaya başlandı. Hürriyet’te yer alan Dinçer Gökçe ve Şebnem Turhan imzalı kulis haberlerine bakılırsa Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından Doğuş da benzer yollara başvurup; “Ülker’e yaptığınız gibi benim de borcumu yapılandırın”, deme telaşına düştü.

Denizin bittiğini gören yandaş beslemeler de her türlü pisliğe o kadar çok bulaşmış durumdalar ki, şimdiden hazırlık yapıyorlar. Çoğu ailesiyle birlikte ceplerindeki pasaportlarla bekliyor. Yarın öbür gün işler tersine döndüğünde hepsi kendini kurtarma derdine düşecek. Reislerine bağlılıkları bir uçağa atlayıp yurt dışına kaçmaları kadar yakın olacak.  Tarih boyunca kurulan devletlerin nasıl çöktüklerini incelediğimiz zaman ilk önce zengin ve varlıklı insanların o ülkeyi terk ettiğini görürüz. “Küresel Varlık Göçü”nün Türkiye’ye ilişkin verilerine göre, 2016 ve 2017 yılları arasında varlıklı dilimin % 12’si servetlerini yurt dışına aktardı. AfrAsia Bankası tarafından hazırlanan “Küresel Varlık Göçü Raporu”nda yer alan veriler şunu gösteriyor: Yurt dışına aktarılan servetlerin çoğu Avrupa ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne taşındı.

Erdoğan, 17 yıllık saltanatını demokrasinin şaha kalktığı bir süreç olarak nitelendirip överken,  AKP döneminin son günlerinde işte bunlar yaşanıyor. TÜİK verilerine göre de 2018 yılında bir önceki yıla göre yurt dışına göç edenlerin sayısında % 42 oranında bir artış söz konusu. Buna göre 253 bin 640 kişi Türkiye’den göç etti. Sürekli aynı gemideyiz yalanlarını söyleyenlerin gemiyi ilk terk edenler olması da tesadüf olmasa gerek.



Türkiye’yi adım adım uçuruma sürükleyen AKP’giller ve Tayyip için çanlar çoktan çalmaya başladı

Buğdayı Rusya’dan, mercimeği Kanada’dan, samanı Bulgaristan’dan, eti Sırbistan’dan ithal edip askeri ve ulusal güvenliğimizi de Katar’a havale ediyorsak, AKP’nin “Gayri Milli ve Gayri Yerli” olduğu açıkça ortada. Bir zamanlar tarım ülkesiyken şimdi buğdayından samanına her şeyini ithal eder duruma düştük.

TMO’ya buğday, arpa, mısır, pirinç ve kuru bakliyat için gümrük vergisi sıfırlanıp ithal etme yetkisi verildi. Soğandaki durum da aynı. Üreticiyi desteklemek yerine gümrük vergisi sıfırlandı ve ithal soğanı gözler duruma düştük. 31.10.2006 tarihinde AKP iktidarı tarafından çıkartılan Tohumculuk Kanununa göre “Yerli Tohum Dikmek, Ekmek ve Satmak Yasak”.

Hububatından sebzesine kadar genleri ile oynanmış ve kısırlıktan kansere kadar çeşitli hastalıklara sebep olan tohumlukları İsrail’den almaya mecbur bırakıldıysak yerli ve milli olma nerede kaldı?

“Hülooğğ”cular Reislerine; “Dik Dur! Seninleyiz”, diye seslenirken hangi duruştan bahsettikleri belli değil. Ülkesinin toprağından taşına, havasından suyuna, ekmeğinden soğanına her şeyini pazarda satılığa çıkaran birinin dik durması nasıl beklenir? Biyolojik olarak evrim geçiren insan türü iki bacağının üzerinde dik durmayı başarsa da asıl dik duruş ancak onurla mümkün olur.

Bu dik duruş, bu onur sadece biz Gerçek Devrimcilerde vardır. Sahip olduğumuz insancıl erdemlerle ve mücadeleye olan bağlılığımızla AKP’giller tarafından kandırılmış, düşünemez hale getirilmiş, kuşatılmış kitleleri de biz örgütleyeceğiz.

Ant olsun ki;

Bağımsızlığımız, çocuklarımız, geleceğimiz, umutlarımız için,

Yerli ve yabancı şirketlere peşkeş çekilen fabrikalarımızı, kurumlarımızı ve 96 yıllık Laik Cumhuriyet’in tüm kazanımlarını geri almak için,

İnancımızı ve ahlâkımızı yerle bir edip yok etmek isteyenlere karşı

Kıvılcımlı Usta’nın düşünce oğulları ve kızları olarak;

İkinci Kurtuluş Savaşı destanını yazıp

Proletaryanın önderlik ettiği Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi’ni öreceğiz,

Ve sonunda Devrimci Mücadelemizi zaferle sonuçlandırıp Demokratik Halk İktidarımızı kuracağız.


5 Şubat 2019 Salı

Atatürkçü Cumhuriyetçi İlahiyatçılardan Diyanet İşleri Başkanlığına Açık Çağrı


                                          
KAMUOYUNA BİLDİRGE -2

Diyanet İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924’te, Şer’iyye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılmasının ardından kurulmuş bir Cumhuriyet kurumudur.

Kuruluşuna büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülük ettiği başkanlık, Cumhuriyetimizin temelini oluşturan laiklik ilkesi ve millilik vasfı doğrultusunda görev yürütmek zorundadır. Bu, 136. Madde mucibince anayasal bir zorunluluk olduğu kadar aynı zamanda kurucu kadroya karşı gösterilmesi gereken bir vefa borcudur.

Ne var ki Diyanet İşleri Başkanlığı, uzun yıllardır anayasal çizgisinin dışına çıkmakta, laiklik karşıtı akım ve uygulamalar karşısında en hafif ifadeyle sessiz kalarak zımni bir onayın faili olmaktadır.

15 Temmuz FETÖ darbe girişiminin ardından Diyanet İşleri Başkanlığının binlerce personeli hain örgütle bağlantısı nedeniyle görevden alınmıştır. FETÖ terör örgütü liderinin bir zamanlar Diyanet personeli olarak çalıştığı da herkesçe malumdur. Diyanet bünyesinde daha evvel Kara Ses Cemalettin Kaplan ve benzeri pek çok gerici, laiklik karşıtı sözde din görevlisinin barındığı da bilinmektedir.

Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 12.07.2017 tarih ve 27 sayılı kararı ile yayınlanan "Kendi Dilinden FETÖ: Örgütlü Bir Din İstismarı" isimli eserin tetkikinden de anlaşılacağı üzere; Diyanet İşleri Başkanlığı, FETÖ elebaşının, başkanlığın yönetimindeki camilerde "Vaiz" unvanıyla 1970'li yıllardan beri yapmış olduğu konuşmalarından haberdardır. Başkanlığın, söz konusu çalışmada İslam dışı ilan ettiği bu konuşmalardan, murakıpları ve müfettişleri vasıtasıyla haberdar olması kuvvetle muhtemeldir. Buna karşın, 15 Temmuz 2016 silahlı kalkışmasını izleyen günlere kadar, bu terör örgütü ve onun fikir öncülleri hakkında herhangi bir tepki koymaması oldukça düşündürücüdür.

Bugün dahi kurum bünyesinde gerici ve laiklik karşıtı oluşumlara mensubiyet duyan ciddi sayıda personelin bulunduğunu tahmin etmek hiç de zor değildir.

Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığı mensubu pek çok imam hatibin (din görevlisi) özellikle Cuma vaazlarında gündelik siyasete dair konulara girerek cemaat arasında huzursuzluk, küskünlük ve bölünmelere yol açmakta olduğu, kamuoyuna yansıyan çok sayıda örnekle sübuta ermiş bir meseledir.

Biz, Atatürkçü Cumhuriyetçi ilahiyatçılar ve din araştırmacıları olarak; Diyanet İşleri Başkanlığını, en temel görevlerinden olan Cumhuriyete ve onun vazgeçilmez ilkesi olan laikliğe sahip çıkma görevini gerektiği gibi yerine getirmeye davet ediyoruz.

Bu cümleden hareketle;

Diyanet İşleri Başkanlığı, tüm yurtta Cuma hutbelerinde din ve vicdan özgürlüğünün yanı sıra, bu özgürlüğün ve çağdaş devlet sisteminin teminatı olan laikliğin önemini anlatmak zorundadır. Bu sebeple laiklik konulu vaaz ve hutbeler hazırlatılıp vaiz ve imam hatiplere okutulmalıdır.

Başkanlık, her yıl Çanakkale Zaferi'nin yıldönümünde olduğu gibi; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı, 30 Ağustos Zafer Bayramı gibi milli günlerimizde de cami cemaatine ve tüm halkımıza yönelik mesajlar yayınlamalı, Anıtkabir’deki törenlere başkan düzeyinde katılım sağlamalıdır.

Başkanlık; kurucu önderimiz büyük Atatürk’ün anma yıldönümü olan 10 Kasım günlerinde de Atatürk'ü konu alan etkinlikler düzenlemeli ve son dönemde artan, Atatürk'e yönelik saldırılara karşı sesini yükseltmelidir. Bu konuda, Milli Mücadele'de Atatürk'e destek veren 153 din adamından örnekler verilmeli ve bu şahsiyetler, yeni nesillere tanıtılmalıdır.

Başkanlığın internet sitesine büyük Atatürk’ün fotoğrafı ve hayat hikâyesi konulmalıdır.

Başta Alevi ve Caferi yurttaşlarımız olmak üzere İslam’ın farklı yorumlarına mensup bütün Müslümanlara ve ilaveten tüm farklı inanç sahiplerine yönelik her çeşit ayrımcı tutum ve uygulamaların son bulması için kurum tarafından ciddi ve samimi gayret gösterilmelidir.

Diyanet İşleri merkez ve taşra teşkilatı; mezhep, tarikat ve cemaatlerin baskısından kurtarılmalıdır.



Kamuoyuna saygılarımızla ilan ederiz.



Cemil KILIÇ  - İlahiyatçı Yazar
Gani AŞIK /  Emekli Müftü – Eski Milletvekili
Kamil Hayati AYDIN / Emekli Müftü – Yazar
Mehmet GÖL  /  İlahiyatçı  - Emekli Kültür Müdürü – Yazar
Mehmet Ali ÖZ / İlahiyatçı Yazar
Yusuf Gökhan ÇOLAK  / Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
Yusuf DÜLGER  / Emekli Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni – Yazar
Lütfullah Kaleli / Emekli Din Görevlisi – Yazar
Ömer Sağlam / Din Araştırmacısı – Yazar
Veli GÜN / İlahiyatçı – Emekli Eğitimci

Çiftçi küstürüldü, gelecek endişe verici


Türkiye’nin gündeminden enflasyon, özellikle de gıda enflasyonu hiç eksik olmuyor. Çarşı pazarda el yakan fiyatların, 31 Mart’ta yapılacak seçimlerde sandığa yansıyacağı konusunda herkes hemfikir. Bunun farkında olan AKP rejimi, hayatın tüm alanlarından eksik etmediği polisiye önlemler ile sebze fiyatlarını düşüreceğini de umuyor ve deniyor.

Yakın zamanda, soğan fiyatı arttı diye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla soğan depolarına baskınlar yapıldı. Ama baskınlar fiyatı düşürmedi. Sonuçta iktidar çözümü soğanın gümrük vergisini sıfırlayarak ithalatta buldu.

Soğanı marketlerdeki diğer yüksek sebze fiyatları ile “mücadele” izledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan 21 Ocak’ta marketlerle ilgili açıklamalarında özetle şöyle dedi: “Faiz, enflasyon düşerken marketlerde hâlâ sebze-meyve fiyatları düşmedi. Bu marketlerde, benim halkımı sömürme mücadelesini devam ettirenler varsa bunun hesabını da sorma görevi bizimdir ve sorarız.”

Oysa birilerinin Erdoğan’a hatırlatması gerekiyordu: Faizin, enflasyonun vergi indirimleri ile düşüyor görünmesi, gıda fiyatlarını düşürmüyor. Çünkü tarımsal üretimde kullanılan dışa bağımlı gübre, yem, ilaç gibi girdilerin fiyatı düşmediği gibi, sürekli olarak artıyor. Girdi maliyetlerini düşürmeden, fiyatlar nasıl düşebilir ki?

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre tarım üreticileri, yani çiftçiler, 2018’de ürün fiyatlarını ancak yüzde 16 artırabildi. Buna karşılık sanayi ürünlerinin fiyatı yüzde 34’e yakın arttı. Bu da tarım ile sanayi fiyatları arasındaki makasın 18 puana çıkması demek. Oysa tarım ve sanayi ürünlerinin fiyatları, 2003‘ten 2017’ye kadar birbirine çok yakın seyretmişti. 2018 bir kırılma yılı oldu. Bu kadar sert ayrışma ile birlikte korkulan, tarım üreticisinin küskünlüğünün daha da artması ve çiftçinin üretimden iyice uzaklaşması.

AKP rejimi, özellikle gıda ürünlerindeki artışı ithalatla terbiye etme gibi sonuç vermeyecek bir önlemle uğraşırken yüzleşmekten kaçtığı asıl sorun tarımsal ürün arzı yetersizliği. Bu durum, Merkez Bankası’nın 2018 Üçüncü Çeyrek Enflasyon Raporu’nda şöyle ifade edilmişti: “Türkiye’de işlenmemiş gıda ürünlerinde zaman zaman ortaya çıkan arz açıklarının ani ve yüksek fiyat artışlarına sebebiyet vermesi asıl itibarıyla yapısal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu noktada, etkin ve dinamik bir tarımsal üretim planlaması yapılamaması önemli bir yapısal sorun olarak görülmektedir. Üretim planlaması yapılabilmesi için tarımsal istatistik, rekolte tahmini ve erken uyarı sistemi altyapısının güçlendirilmesi gerekmektedir.”

Üreticinin tarımdan uzaklaşması artarken, terbiyevi ithalatla üretici daha da soğutuluyor. Bunun sonucu, tarımın milli gelirdeki payının hızla azalması. Bu pay, 1998’de yüzde 10 iken 2017’de yüzde 6’ya kadar indi, 2018’in ilk dokuz ayında ise yüzde 3,7’ye kadar gerilemiş durumda.

Önemli bir tarım ve hayvancılık potansiyeli olan Türkiye’de tarımın gerilemesi, aslında 1980 sonrası izlenen politikalara kadar uzanıyor. 1980 öncesi dönemde tarıma önemli destekleri olan kamu kuruluşlarının Hazine’ye yük oluşturduğu gerekçesiyle özelleştirilmesi, tarımı önemli bir destekten mahrum bıraktı.

Bütün Avrupa Birliği ülkelerinde tarıma destekler korunur ve yer yer artırılırken Türkiye’de kamu maliyesinde mali disiplin sağlamak adına destekler azaltıldı. 18 Nisan 2006 tarihinde kabul edilen Tarım Kanunu ile çiftçiye destek yasal güvenceye alınmış gibi oldu ama fiili harcamalar farklı seyretti. Yasada, “Bütçeden ayrılacak kaynak, gayri safi milli hasılanın yüzde birinden az olamaz” denilmesine karşın çiftçi örgütü Türkiye Ziraat Odaları Birliği’ne göre uygulamada destekler, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GYSH) yüzde 0,56’sında kaldı. 2018’de faiz dışı bütçe harcamaları yüzde 22’ye yakın artarken tarım destekleri yüzde 14 artabildi ve tarıma desteğin toplam bütçe harcamalardaki payı yüzde 2’yi bulmadı bile. Oysa tarımsal istihdam, ülke istihdamında yüzde 19’a yakın paya sahip.

Desteklerin azalması ile birlikte çiftçinin motivasyonu da azaldı. Bu da tarımı önemli bir nüfus için geçim alanı olmaktan çıkardı. Tarımsal üretimi gerçekleştiren çiftçi sayısı hızla azalıyor. 2000’de 21,5 milyon olan istihdam içinde tarımsal istihdam 7,7 milyon ile yüzde 36’ya yakın bir büyüklüğe sahipti. 2018’e gelindiğinde ekim ayında istihdam 29 milyondu ama tarımın toplamdaki payı yüzde 18,4’e geriledi. Başka bir ifadeyle, tarımdaki istihdam 17 yılda 2,4 milyon azalarak 5,3 milyona geriledi.

Özellikle genç kuşak kırsal nüfusun tarımı deneyimlemeden kentlere akması dikkat çekiyor. Tarım Bakanlığı ortalama çiftçi yaşını 55 olarak tahmin ediyor. “Genç çiftçi” yetiştirilmesi için başlatılan ve gençlere 30 bin TL (Yaklaşık 6 bin USD) hibe verilmesinden ibaret projeler ise sonuç vermekten uzak görünüyor.

Kırsalda yaşlanan nüfus ve üretimsizlik, tarımsal alanların ciddi oranda boş kalmasına neden olduğu gibi tarım alanları, özellikle kent merkezlerine yakın olanlar, inşaat arsasına dönüştü. TÜİK tarım verilerine göre toplam tarım alanları 2001 yılında 41 milyon hektar iken 2017 yılında 38 milyon hektara geriledi. Tarım alanının bu kadar kısa sürede yüzde 7,3 oranında azalması endişe verici. Sulama altyapısı da yetersiz. Tarım alanlarının ancak üçte birinde sulu tarım yapılması ise bir diğer önemli sorun.

Hayvancılık da gerileme halinde. Mera alanları daralıyor, ot verimi düşük. Endüstriyel yeme dayalı hayvancılık politikası sonucu, yem ham maddesinin yüzde 50’den fazlası ithalata bağımlı. Artan dövizle birlikte yem fiyatları da tırmanıyor ve hayvancılığı geriletiyor. Yem sanayinin en önemli girdilerini oluşturan arpanın yeterlilik derecesi yüzde 89, mısırın ise yüzde 88. Bu da yemde ithalata başvurulmasını gerektiriyor.

Özetle, tarım ve hayvancılık dışa bağımlı hale getirilirken döviz fiyatındaki sert artış 2018’de tarımı da sert biçimde vurdu ve çiftçiyi tarımdan soğutacak olumsuzluklara yol açtı, tarımın yapısal olan sorunları biraz daha ağırlaştı. Yapılması gereken, tarladan sofraya sorunları bir bütün olarak ele almak ve kronik hale gelen sorunlara çözüm üretmek. Bu sorunların en başında yüksek girdi fiyatları, çiftçinin demotive olması, üretimi terk etmesi, çiftçi yaş ortalamasının 55’i bulması, pazarlama zincirindeki sorunlar nedeniyle ürünün tüketiciye pahalı ulaşması geliyor. Ürün kayıpları, iklim değişikliğine bağlı felaketler, ithalatın yarattığı tahribat, üretici örgütlenmesinin yetersizliği konuları üstünde de hassasiyetle durulması gerekiyor.

Bu sorunların tümünü kucaklayan bütüncül bir tarım politikasının oluşturulması ve kararlılıkla uygulanması, tarımı ayağa kaldırmanın ön adımları olacaktır.
Mustafa Sönmez


ALINTI; https://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2019/02/turkey-ailing-agriculture-faces-even-bleaker-future.html

3 Şubat 2019 Pazar

Göller bölgesinin incisi «salda Gölü» ne MİLLET BAHÇESİ yapmak ihanettir.



Geçtiğimiz yaz Türkiye’nin Maldivleri’nde yapılmak istenen 30 bin kişilik festivale izin vermeyen kurumun başındaki bakan, Salda Gölü’nde her türlü festivalin yapılacağı düzenlemeleri de içeren Millet Bahçesi yapılacağını açıkladı…
Yusuf Yavuz
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un Burdur’un Yeşilova ilçesinde bulunan Salda Gölü’nde Millet Bahçesi yapılacağını açıklaması tepkilere neden oldu. CHP Burdur Milletvekili Mehmet Göker, Salda Gölü’nün dünya üzerinde Mars’ın toprak yapısıyla benzer özellikler taşıyan iki bölgeden biri olduğuna dikkat çekerek, “Doğal sit alanı olan Salda Gölüne park yapmak çevreye ve Salda Gölü markasına ihanet olacaktır” görüşünü dile getirirken gölün korunmasına yönelik bilimsel çalışmalarda bulunan Yard. Doç. Dr. Erol Kesici ise “Yapay parklar şehir içerisinde yapılmalı. Burası doğal müze. Pamukkale neyse Salda Gölü de aynı değerdedir. Burası zaten eşsiz bir doğal tabiat parkı” diye konuştu.
500 BİN ZİYARETÇİYİ AĞIRLAYAN SALDA GÖLÜ’NE MİLLET BAHÇESİ
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Burdur’un Yeşilova ilçesinde bulunan Salda Gölü’nün yılda 500 bine yakın ziyaretçi ağırladığını belirterek göl çevresinde 300 bin metrekarelik alanda Millet Bahçesi yapılacağını açıkladı. Yapılacak düzenlemelerin bölgedeki istihdamı artıracağını dile getiren Bakan Kurum, şöyle konuştu:

PROJE 300 BİN METREKARELİK ALANDA UYGULANACAK
“Biz burayı Cumhurbaşkanlığımızın dün açıkladığı manifesto çerçevesinde çevreyi korumak adına, şehirlerimizi korumak adına özel çevre koruma bölgesi ilan edeceğiz. Bu ilan çerçevesinde, bulunduğumuz yaklaşık 300 bin metrekarelik alanda Salda Millet Bahçesi yapacağız. Bu da bir ilk olacak. Millet Bahçesi Projesi çerçevesinde buraya gelen turistlerimiz, yapacağımız otoparkta araçlarını park edecek. Geliş gidiş yollarını daha iyi şartlar altında yapmak suretiyle bu bölgeye gelen vatandaşımızın bungalov evlerde, kafeteryalarda dinlenmesi, yürüyüş yollarında, gezinti alanlarında gezmesini sağlayacak birçok düzenlemeyi de bu proje kapsamında yapmış olacağız.”

MESCİT VE FESTİVAL ALANLARI DA YAPILACAK
Göl etrafındaki çarpık düzenlemeye de değinen Kurum, Burdur Valiliği ile yapacakları proje çerçevesinde, her türlü festivalin ve programın yapılabileceği alanların da proje içerisinde yer alacağını, buraya tuvaletler ve mescit de yapılacağını dile getirdi.
SALDA GÖLÜ İNSAN BASKISI TEHDİDİ ALTINDA

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un Salda Gölü’ne Millet Bahçesi yapılacağını açıklaması tepkilere neden oldu. Son yıllarda göl çevresinde artan insan baskısı ve hatalı kullanımlar yüzünden tehdit altında bulunan Salda Gölü’nün radikal koruma önlemleriyle yaşatılması gerekirken Bakanlığın aldığı Millet Bahçesi yapma kararı endişe yarattı.
‘PARKLAR ŞEHİRLERDE YAPILMALI, DOĞAL ALANLARI KORUNMALI’
Yard. Doç. Dr. Erol Kesici, parkların şehirlere yapılması
gerektiğini belirterek, Salda Gölü’nün korunmasını istedi.
Salda Gölü’nün çevresiyle birlikte korunması için alanda bilimsel çalışmalar yapan Yard. Doç. Dr. Erol Kesici, Pamukkale neyse Salda Gölü’nün de aynı değerde olduğunu belirterek, şunları dile getirdi: “Millet Bahçeleri, yıkılan ya da yıkılmış olan geniş alanların yeşil alanlarla donatılması amacıyla kurulacağı bildirilen alanlardı. Örneğin Konya ya da Eskişehir’de eski stadyumların olduğu alanlarda ya da İstanbul’daki Atatürk Havalimanı’nın bulunduğu bölge gibi alanlarda yapılacak yapay ağaçlandırmaları kapsıyor. Hâlbuki Salda Gölü zaten doğal bir tabiat parkı unvanına sahip. Salda Gölü bir doğa müzesi niteliğinde. Müzelerin ziyareti için uygulanan kurallar burada da uygulanmalı. Buranın yapılaşmaya değil, yönetim planında belirttiğimiz şekilde korunmaya ihtiyacı var. Yapılacak düzenlemeler de gölün dünyada örneğine az rastlanan ve canlı doku içeren beyaz kumsalların dışına yapılmalıdır. Burası zaten her yanı ağaçlarla ve endemik bitki türleriyle kaplı bir bölge. Parklar şehirlerin içerisinde yapılmalı. Doğal parklar insan eliyle yapılaşmamalı, korunmalı.”
‘SALDA GÖLÜNE MİLLET BAHÇESİ İHANETTİR, PROJE DURDURULMALI’
CHP Burdur Milletveklili ve TBMM Çevre Komisyonu Üyesi Mehmet Göker, Salda Gölü’ne Millet Bahçesi yapılmasının ihanet olacağı görüşünü savundu…
Konuyla ilgili bir basın açıklaması yapan CHP Burdur Milletvekili ve TBMM Çevre Komisyonu Üyesi Mehmet Göker ise Salda Gölü’nde yapılaşmaya kesinlikle izin verilmemesi gerektiğine işaret ederek şöyle konuştu: “Önümüzde Uzungöl gibi çok kötü bir örnek bulunmaktadır. Türkiye’nin en güzel doğa harikalarından biri olan Trabzon ilinin simgesi Uzungöl’ün çevresindeki yapılaşma nedeniyle nasıl kirlendiği ve manzarasının yok olduğu herkesin malumudur. Salda Göl’ünün çevresinde yapılacak olan bir yapılaşma gölün tüm orijinalitesini ve doğal yapısını bozacaktır. Salda Gölü ile ilgili hangi tasarruf olursa olsun ‘Ben yaptım oldu’ mantığı ile olmasını kimse istememektedir. Hastane yerinin Burdur Belediyesi’nce onaylanmadığı halde Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca onaylanarak şehrin bir ucuna yapılması örneğinde olduğu gibi, doğal sit alanı olan Salda Gölüne park yapmak, çevreye ve Salda Gölü markasına ihanet olacaktır. Salda Gölü çevresinde olacak olan herhangi bir yapılaşma doğa katliamına yol açmakla eşdeğerdir. Millet Bahçesi adı altında yapılması planlanan proje derhal durdurulmalıdır. Salda Gölü’ne ihanet eden ve gölümüze göz diken bu tarz projelere karşı mücadelemiz her zaman ve her platformda sürecektir.”



27 Ocak 2019 Pazar

“DEMOKRASİ GETİRMEK” MALI GÖTÜRMEKTİR!..


Amerika'nın, Venezuela Devlet Başkanı Maduro'yu tanımama kararından sonra, bu devletin haritada yerini gösteremeyecek kadar konudan bihaber olan Amerikan hayranları, Maduro'nun ne kadar da “kötü” bir adam olduğunu anlatmak üzere kaleme sarıldılar.

Maduro'nun “kötülükleri” öne çıkartılınca, doğal olarak Venezuela halkını kurtaracak olanlar da ortaya çıkacaktır!

Peki, kim olabilir ki bu kurtarıcılar?

Kurgunun senaristi Amerika elbette!..

***

Bağımsız bir ülkeye müdahaleyi, bu şekilde “haklı zemine” oturtabileceğini düşünen Amerika'nın eski CIA Başkanı, şimdi Dışişleri Bakanı olan Mike Pompeo, “twiter” mesajını, iyice anlaşılsın diye İspanyolca yazdı:

“Venezuela'ya demokrasi getireceğiz” dedi.

Daha önce de aynı “kutsal amaçla”; Afganistan, Irak, Libya ve Suriye'ye de demokrasi getirmek için girip, milyonlarca sivil insanın ölümüne neden olmuşlardı...

Demokrasi getirmek onların işidir biliyoruz da, bizimkilere ne oluyor onu anlayamadık!..

***

Amerika'nın bu “insanca” girişimine “hak” vermeden önce, dilerseniz Venezuela'yı daha yakından tanıyalım:

Simon Bolivar öncülüğündeki bağımsızlık ateşi, taa 1813 yılında Venezuela'da yakıldı.

Bolivar, modern Güney Amerika'nın çoğunda ulusal bir simge olarak görülüyor ve 19. yüzyıl başlarındaki İspanyol bağımsızlık hareketinin büyük kahramanlarından biri olarak kabul ediliyor.

“Devrime hizmet eden herkes denizleri sürdü” ünlü sözüyle, umutsuzluğu umutlaştırmış bir liderdir.

Devrimleri tamamlayamadan, Venezuela'nın İkinci Cumhurbaşkanıyken yaşama veda etti.

***

1900'lerin başlarında tekrar ABD'ye bağımlı hale gelen Venezuela'yı, uzun yıllar diktatörler yönetti.

1998'de halkın ezici çoğunluğunun desteği ile iktidar, Hugo Chavez’e geçti.

Chavez, başta petrol olmak üzere, pek çok sektörde kamulaştırmaya gitti.

Bu millileştirmeler, Chavez'i ABD'nin hedefine oturttu.

11 Nisan 2002'de ABD destekli darbe girişimi oldu, üç gün içerisinde bastırıldı...

Chavez'in ölümünden sonra, yerine bugünkü Başkan Nicolas Maduro seçildi.

Maduro, Chavez'in politikalarını sürdürdü...

***

Venezuela, ABD'nin ekonomik yaptırımlarına karşı; ulusal petrol, doğal gaz ve maden kaynakları ile desteklenen “dijital para birimi Petro”yu piyasaya sürdü; bu durum ABD'yi oldukça rahatsız etti.

Amerika derin devleti, Chavez'e kestiği faturayı, Maduro'ya ödetmeye kararlı görünüyor:

2017'de Maduro'yu ortadan kaldırmak için bir helikopter saldırısı düzenlediler.

2018'de insansız hava aracı ile başarısız suikast girişiminde bulundular.

Petrol için ne gerekiyorsa onu yapıyorlar!..

***

Söz petrole kadar gelmişken, bu konudaki bilgilerimizi de tazelememiz iyi olacak:

Tası-tarağı toplayarak Suriye'den çekilme kararı alan ABD, küresel ticaretin para birimi olan doları karşılıksız basıyor.

Doların karşılığı ABD'nin silahlı gücüdür diyenler haksız sayılmazlar!

Buna rağmen, dış borcu 18 trilyon doları bulan ABD, diğer ülkelerin doğal kaynaklarını ithalat yolu ile de adeta “gasp” ediyor!

Öyle ya, karşılığı kaba güç olan para, ödeme aracı kabul edilebilir mi?

Ediliyor işte...

ABD'nin Venezuela'ya “demokrasi getirmek” istemesi de petrolün millileştirilmesi nedeniyledir.

Bir ölçüde de olsa, millileştirme ile yağma engelleniyor!..

ABD, ham petrol üretiminde; günde 9.352 milyon varille dünya üçüncüsüdür.

Günde, 1.158 milyon varil petrol ihracı yapmasına karşın, 7.969 milyon varil ithal etmektedir.

Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun, çıkar bütün petrollerde kendisini hak sahibi görmektedir!

İhtiyaca binaen...

Bütün mesele budur...

***

İlginçtir, bizdeki Maduro yönetimi ile ilgili eleştiriler öyle vurgulu anlatılıyor ki, sanırsınız bunları Venezuela halkına değil de bize yapıyorlar:

Maduro yönetimi;

-Muhalif medyayı susturmuş, yayınlarını beğenmediği televizyon kanalları kablolu kanaldan çıkartmış,

-30 milyon nüfuslu ülkede, 20 milyona gıda kolileri dağıtmış,

-Enflasyonu yüzde 1 milyona çıkarmış,

-Günde 18 saate varan elektrik kesintileri yapmış,

-Temel gıda maddeleri ile ilaçları tedarik edemiyormuş,

-Resmi daireleri sadece Pazartesi ve Salı günleri çalıştırıyormuş,

-Güvenliği sağlayamıyormuş, bu yüzden her 21 dakikada bir cinayet işleniyormuş...

Mecliste çoğunluğu olan muhalefet ise, Başkanı görevden düşürebilmek için her yola başvurmasına rağmen başarısız olmuştur; bu başarısızlık da ordu, polis ve yargının Maduro elinde olmasına bağlıymış, bu yüzden (darbeden) başka çare kalmamışmış...

Buyurun buradan yakın!

Bu ve benzer nedenlerle, bizimkiler ABD'ye de karşıyız ile başlayan; “ama..... fakat.... lakin...” ile devam eden cümleler kuruyorlar...

***

Diyelim ki, anlatılanlar doğrudur; Maduro yönetiminin beceriksizliği, ABD’nin darbe girişimini haklı hale getirebilir mi?

Bugün Venezuela halkını sokağa çağırıp, iç savaşa sürükleyen Trump, yarın aynı şeyi, başka ülkelere ve bize yapmaz mı?

200 yıllık bağımsız bir ülke olan Venezuela'nın, uluslararası bankalarda biriktirilen 10 milyar dolar parasını, bloke etme hakkını nereden alıyorlar?

Bağımsız bir ülkenin “yönetimini belirleme” gibi sömürgeci devlet tutumunu, normal veya meşru göstermek için bir ülkedeki yönetim zafiyetleri, gerekçe olabilir mi?

Trump'un “twiter” mesajı ile geçici Devlet Başkanı olarak tanıdığı Meclis Başkanı Juan Guadio'yu, geleneksel olarak ABD uydusu olan Lima Grubuna üyeleri: Arjantin, Brezilya, Kanada, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Guatemala, Guyana, Honduras, Meksika, Panama, Paraguay, Peru ve Saint Lucia'nın tanımış olması, devletler hukuku anlamında “tanıma” yerine geçebilir mi?..

Tam bağımsızlıktan yana olan yurtseverlerin-devrimcilerin, bu olay karşısındaki duruşu son derece önemlidir.

ABD'nin yalanlarını papağan gibi tekrar etmek Türk halkına yakışmaz.

Emperyalist-sömürgecilere karşı, mazlum halklarla dayanışma içerisinde olmak ve sömürgecileri her zeminde kınamak, yapabileceğimiz ilk onurlu eylemdir...

Cemil Can