Cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş bir gericilik dalgası her yandan
saldırıyor. Her geçen gün saldırının dozu daha da artıyor. Bu giderek
azgınlaşan, pervasızlaşan Siyasal dinci-gericiliğe karşı ortaya çıkması olası
direnişi daha baştan yok etmek, etkisiz, eylemsiz kılmak için emperyalist
sermaye ve işbirlikçileri tarafından projelendirilmiş planlar 1950’li yıllardan
bu yana siyasal iktidarı elinde tutanlarca uygulanıyor. Siyasal dinci
iktidarların bu amaçlarına ulaşabilmesi, ulusal kimlikten, ulusal bilinçten
yoksun içinde bulunduğu topluma yabancı bir kuşak yaratmakla olanaklıdır. Buna
ulaşmanın en temel araçlarından birisi ve en önemlisi ise eğitim
sistemidir.
Eğitim ortamını dinselleştirme
Çabaları; “İslamcı nesil yetiştirme” tasarımını kurgulayanların en
başarılı örneklerinden biri olan Kültür Bakanı Nabi Avcı’nın, "İmam
Hatip okulları özünde milletin eğitime müdahalesidir, bir halk
hareketidir" söylemi ile,
Ya da “Proje okul”
kapsamına alınan Kabataş Lisesi’ne müdür yardımcısı yapılan Şakir Voyvot’un “Bütün
okulları İmam-hatip yapma zamanı geldi. Şimdi elhamdülillah dağı taşı
dolduracağız”. Safsatası ile başlamış değildir.
Daha kurtuluş savaşının başlarında;
Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i ilhak Cemiyetlerine karşı, emperyalist
devletler yanlarına padişahı da alarak diğer işbirlikçilerle (şeriatçılar ve
Kürt milliyetçileri) birlikte Sevr’i dayatmak için; İngiliz Muhipleri cemiyeti,
Wilson Prensipler Cemiyeti, Kürdistan Teali Cemiyeti, Teali İslam Cemiyeti vb.
gibi kuruluşlarla Mustafa Kemal ve O’nun devrimlerine karşı savaş açarak O’nu
ve arkadaşlarını ölüm cezasına mahkûm ettirmişlerdir.
Kemalist Cumhuriyetin Milli Eğitim sistemini altüst eden, Türkiye’yi
parçalayacak alt yapıyı oluşturan ulusal bilinci, ulusal kimliği yok etmeyi
planlayan ilk anlaşma ABD ile 27 Aralık 1949 tarihinde imzalanan "Fulbright” Anlaşmasıdır.
ABD Fulbright bürosu, Fulbright komisyonu, Fulbright bursu, Fulbright
kredisi, …vb. çok sayıda ad altında, yalnız Türkiye’de değil, hemen bütün
ekonomik, siyasal işgali altındaki ülkelerde çalışmalarını sürdürmektedir.
27 Aralık 1949 tarihli;
"Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması hakkındaki
Anlaşma”nın en önemli özelliği; Türkiye’de
kazanılacak Amerikan yanlısı kadroların eğitilme biçiminin saptanması ve bu iş
için gerekli giderleri karşılama yöntemlerinin belirlenmesidir. Belirlemeler
aynı zamanda, Amerika’nın Türkiye’ye göndereceği uzman, araştırmacı, öğretim
üyesi adı altındaki personel için de yapılmaktadır. ABD’ye, Türkiye’de
"yardım” edip "iş birliği” yapacak, geleceğin "Türk”
yöneticilerini yetiştirmek üzere, Amerika’ya götürülecek Türk öğrenci, öğretim
üyesi ve kamu görevlilerinin konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir. Bu
anlaşma yalnızca eğitim değil, siyasal yaşamı emperyalizmin güdümüne sokan bir
karşı devrim hareketidir.
Emperyalizmin kurnaz sözcüleri "Fulbright” Anlaşması ile ulaşmak istedikleri amaçlarını ve beklentilerini
saklamıyorlar. Mc.Namara ABD Senato Dış İlişkiler Komitesinde 1962 yılında
yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
“Gelecek yıl Amerikan askeri okullarında yabancı uluslardan 18.000 kişi
eğitim görüyor olacaktır. Bu kişilerden her biri, demokrasimizin nasıl
çalıştığına tanık olacak, bizim hükümet geleneklerimizi ve felsefemizi
öğrenecektir. Ülkelerine döndüklerinde de her biri bunun uygulayıcısı
olacaktır” (Ç. Yetkin, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika, s.32)
İşte bu karşı devrim hareketinden sonra egemenlerin siyasal alandaki
temsilcileri eğitim sistemini kelimenin tam anlamıyla “sömürge eğitim sistemine” dönüştürmüşler, eğitim sistemi akıl ve
bilimden arındırılmış, çağdaşlığa sırtını dönmüş ve dinselleşmiştir. Bu
anlaşmadan sonradır’ ki ülkemizde Türk kimlikli ABD yurttaşları, Bakan,
Başbakan hatta Cumhurbaşkanı olabilmiştir.
Binlerce örnek arasından
yalnızca birkaçını sıralayalım;
·Başbakan Menderes, 1957'de Ödemiş'te halka yaptığı konuşmasını bir
kasaba imamı gibi bitiriyor: "Allah, münafıkların şerrinden hepimizi
korusun." Genel seçimler yaklaşınca hızını alamıyor ve seçmene şu
vaatlerde ulunuyor: "İstanbul'u
ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camii'ni de ikinci bir Kâbe yapacağız."
·3 Aralık 1950: Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni
dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 günlü, 12073 sayılı kararnamedeki
yasaklama kaldırılıyor. Böylece Kuran kursu ve imam hatip okullarına
yeşil ışık yakılıyor.
·1955'te Başbakan Menderes, DP Meclis grubunda arkadaşlarına şöyle
sesleniyor: "Siz öyle güçlüsünüz
ki, şu anda isterseniz Anayasa'yı bile değiştirebilir, hilafeti bile
getirebilirsiniz."
·26 Haziran 1965: Milli Eğitim bakanı Cihat Bilgehan, "İmam
hatip okullarını bitirenlerin, ilkokul öğretmeni olabileceklerinin"
müjdesini veriyor.
·17 Mayıs 1967: İmam hatip okullarını bitirenlere üniversitelere girme
hakkı tanınıyor.
·19 Şubat 1969: Mehmet Şevki Eygi adlı, emperyalizmin maşası İslamcı
yazar, ABD'nin 6. Filosu'nu protesto eden yurtsever gençler üzerine "ABD
bizim Kâbe’miz, cihada hazır olun" sloganları ile dincileri
saldırtıp o günün tarihlere "Kanlı Pazar" olarak geçmesini
sağlamıştır.
·1974- 1977: Din kültürü ve ahlak dersi zorunlu kılındı.
·1975-1976: Bir yıl içinde 70 imam hatip okulu açılıyor.
·1976-1977: Bir yıl içinde 77 imam hatip okulu daha açılıyor.
·1977-1978: Açılan bu imam hatipler yetmemiş olacak ki bir yıl içinde
86 imam hatip okulu daha açılıyor.
·7 Eylül 1980: MSP'nin Konya'da düzenlediği Kudüs mitinginde yobazlar
tarafından şu sloganlar atılıyordu: "Dinsiz devlet yıkılacak elbet...
Şeriat gelecek... Laiklik dinsizliktir... Anayasa Kuran… Ya şeriat ya ölüm...
Cihada hazırız..."
·12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren, 10 Ağustos 1981 tarihinde
Çanakkale'de yaptığı konuşmada: "Muhterem din adamlarının elini
öpeceğiz" diyordu
·Darbe rejimi, 2842 sayılı yasayı 16.6.1983 tarihinde yürürlüğe koyarak
bu yasanın 10. Maddesiyle İmam Hatip
Lisesi mezunlarının yükseköğretim kurumlarına girmelerini sağladı.
·Bununla da yetinmeyerek, 1983 yılında 1739 sayılı yasanın 31.
maddesinde yaptığı değişiklikle, cami imamı olarak yetişenlerin okullarda
öğretmen olmalarına yasal dayanak hazırlandı.
·1980`lerde Demirel, "İmam Hatip Okulları`nın gayesi sadece
din adamı yetiştirmek değildir. Dini bilen Türk vatandaşları doktor, mühendis, hâkim
olsa daha iyi değil mi?"
·Süleyman Demirel, 1980`lerde çeşitli dergilere verdiği söyleşilerde
ilginç açıklamalar yapmıştı. "Bugün Türkiye`yi bir arada tutan en
büyük bağ, millet bağı olarak söylüyorum. Müslümanlıktır. Allaha şükür Müslümanız.
Ve bizi millet yapan bağ olduğu için Müslümanız değil. Müslümanlığımız bizi
millet yapmıştır. Kim bunu tahribe kalkarsa altında kalır"
·Mart 1987: Demirel, Öğretim Birliği Yasası'nın bir devrim yasası
olduğunu ve değiştirilmesinin olanaksız olduğunu göz ardı ederek şunları
söylemiştir: "Siyasetin emrinde din
değil, başka hakların kullanılmasına yaptığı gibi, siyaset dine hizmet edecek.
Bunda yadırganacak bir şey yok. ...Tevhidi Tedrisat Kanunu bir semavi kitap
değildir. Şayet Kur’an kursları ve din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış
olan din eğitimi değildir. Tevhidi Tedrisat Kanunu'dur. Laiklik çiğneniyor diye
yapılan tartışmalar, bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı
altına almaktır."
·1989: TCK'nın Türkiye'de din
devleti kurulmasını suç sayan 163. Maddesi kaldırıldı. Bu maddenin
kaldırılmasına karşı çıkan aydınlar birer birer öldürülmeye başlandı.
·2 Temmuz 1993: Sivas'ta her yıl geleneksel olarak düzenlenen Pir
Sultan Abdal Kültür Etkinliklerinin 3. gününde, yobazlar ortalığı kana buladı. Ülkemizin
yetiştirdiği en değerli aydın, düşünür, bilim adamı, sanatçı ve
edebiyatçılardan 37 kişi diri diri yakıldı.
·Çoğu çevre illerden gelerek Madımak Oteli'ni ateşe verenlerin attığı
ortak sloganları şunlardı: "Zafer
İslam'ın... Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak!.. Şeriat gelecek
zulüm bitecek... Kahrolsun laiklik..."
·1997: Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, "Laiklere şeriat enjekte
edilecek" diyordu.
·1997: Şevki Yılmaz,
"Allah'ın size soracağı soru şöyle: Küfür düzeninde İslam Devleti olsun
diye niye çalışmadın?"
·Hasan Hüseyin Ceylan, "Bu vatan bizimdir, rejim bizim
değildir kardeşlerim. Rejim ve Kemalizm başkalarınındır. Türkiye yıkılacak
beyler!".
·Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, “Bu törenlere içim kan ağlayarak
katılıyorum. Bu düzen değişmeli. Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola
harman ola. Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini eksik etmesin.”
·Şanlıurfa Belediye Başkanı Çelik, "Ben kan dökülmesini istiyorum.
Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi olacak." diyorlardı.
·Bugün AKP yöneticilerinin rehber aldıkları Necip Fazıl Kısakürek,
kendisinin tarikatlara bağlılığını böyle dile getirecek idi: “Benim şeyhim, bu tarikata kul olmuş, ben
de köpek olurum.” dedi.
·20002 DEN SONRA;
·8 yıllık temel eğitimin kaldırıldı, 4+4+4 kesintili eğitim modelinin
uygulamaya sokuldu.
·Program değişiklikleri tartışmaları ile öğretim programlarında dinsel
referansların kullanılması, ders kitapları ve yardımcı kitaplara dini ifadeler
konulması sağlandı.
·Ders yükünü azaltma bahanesiyle felsefe, bilim, sanat derslerinin
sayısı azaltıldı, buna karşın seçmeli din dersleri dayatmasının arttı.
·MEB-Diyanet iş birliği ile okul öncesinde, kreşlerde, fiilen dini
eğitim verilmeye başlandı.
· Dini vakıflar aracılığıyla
okullarda “değerler eğitimi” adı altında “dini değerler eğitimi”
ve dini içerikli seminerlerin yaygınlaştırıldı.
·FETÖ’den ele geçirilen okulların büyük bir çoğunluğu imam hatip
yapıldı.
·Siyasal iktidar FETÖ’nün okullarının boşluğunu Millî Eğitim Bakanlığı
ile paralel çalışan, TÜRGEV, Maarif Vakfı ve ENSAR gibi Orta çağcı tarikat
öğütlenmeleriyle doldurmaya başladı.
Görüldüğü
gibi, “İslamcı nesil yetiştirme” tasarımını kurgulayanların en
başarılı örneklerinden biri olan Kültür Bakanı Nabi Avcı yalnız değildir.
Türkiye'de gericilik, ABD emperyalizminin gölgesinde, onun himaye ve desteğinde
palazlanmış hem batıcı sistemin evladı hem de sahte muhalefeti olarak bu düzen
tarafından tekrar tekrar üretilerek, toplumsal güç kazanarak Cumhuriyet
yükünden kurtulmak için elverişli bir olanak elde etmiş ve hatta iktidarı tüm
kurumlarıyla ele geçirmiştir.
Yazının başından bu yana
yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere; Türkiye’de ne zaman ki emperyalizme,
yabancı sermayeye bağımlılık artmıştır; faşist ve dinci gericilik yükselişe geçmiştir.
Batıcı yağmacı sistem bu yayılmacı saldırıda yalnız değildir. Türkiye’de
batıcı yağmacılarla iş birliği içinde olan sermaye ile gericilik de fiilen ittifak
halindedir.
Türkiye’de hemen her konuda siyasal iktidarlara aba altından sopa
gösteren TÜSİAD – TOBB ve benzeri para babası sermaye örgütlerinin yukarıda
sıraladığımız dinci gerici söylem ve eylemlere karşı suskunluğu bir yana örtülü
ve açık destek verdiği bilinen bir gerçekliktir.
Türkiye tarihinin hiçbir döneminde ABD emperyalizmini, Batı yağmacılığını
hedef alan en küçüğünden dahi bir gerici hareket yoktur. Tüm gerici
yapılanmaların özü, mayası, aydınlanmaya, bağımsızlığa, özgürlüğe karşı saldırı
amacıyla kurulmuş kontrgerilla yapılanmalarına dayanır.
Kemalist devrimin işgal güçlerinin top mermilerine bile aldırmadan
ortaya koydukları devrimci eğitim programı, 27 Aralık 1949 tarihinde imzalanan
"Fulbright” Anlaşması ile
düzenlenen karşı devrim operasyonu ile emperyalizmin, batılı yağmacıların ‘etki
ajanlarına’ teslim edilmiştir. Eğitim alanına sokulan bu virüs zaman içinde
metastas yaparak (yayılarak) kan bedeli kazanılıp kurulan laik
demokratik Devrimci Cumhuriyeti kemirerek çökertmiştir...
AKP iktidarı içten içe çürütülmüş, yozlaşmış, kendi özgür iradesinden
yoksun hale getirilmiş bir sistem üzerinde tepinmekte, cumhuriyetin ayakta
kalabilmiş son kırıntılarını silip süpürmektedir...
AKP, iktidarını softalığa, bilim düşmanlığına, karanlığa, ilkesizliğe
ve örgütlü cehalete son 50 yıldır verilen ödünlerin üzerine yapılandırmıştır.
Bunun doğal sonucu olarak Türkiye Cumhuriyeti bugün emperyalist merkezlerin
istemleri dışında bağımsız adım atamayan, laik sistemden kopartılmış, sosyal
devlet yapısı İslami cemaat ve tarikat ağlarına teslim edilmiş, her düzeyde
tarikat-cemaat koalisyonları tarafından yönetilen bir ülke haline
getirilmiştir.
“Tüm bunlar olurken muhalefet ne yapıyordu?” diye
sorulabilir. Bu haklı ve doğru bir sorudur. Hemen yanıtlayalım.
Emperyalizm sömürgeleştirmeyi hedeflediği ülkelerde yalnızca gerici iktidarları
değil, gericilik karşısında direnç göstermesi, toplumsal muhalefeti örgütleyip
harekete geçirmesi olası partileri’ de sistemle uyumlu bir muhalefet olarak
dizayn eder. Türkiye’de 1940’lı yıllardan bu yana emperyalizm tarafından dizayn
edilerek “Üretilmiş, sınırlı ve kontrollü ve denetimli” bir muhalefet
söz konusudur.
Yani emperyalizm etkiyi de tepkiyi de yönetip, yönlendiriyor. Türban
olayında olduğu gibi, İktidarı kullanarak, muhalefeti de gericiliğin
cenderesine sürüklüyor. İktidar ve
muhalefet biri diğerinin denge unsuru olarak çalışacak-çatışacak, ama oy
aldıkları halka emperyalizmle hesaplaşmayı değil, uzlaşmayı önereceklerdir.
Denetim sınırları dışında örgütlenip güçlenen partiler, önce, her tür
yöntem kullanılarak düzen dışında tutulur. Emperyalist- kapitalist sistemle uzlaşmayı değil
hesaplaşmayı önceliğine koyan partilerin eylemleri yasaklanır, örgütlenmeleri
engellenir, öncüleri bir şekilde etkisizleştirilir.
Toplumsal muhalefetin kendi çatısı altında toplanmasını isteyen,
Avrupa Birliği’nin acentesi, Gümrük Birliği’nin taşeronu, tahkim yasalarının
müteahhitleri 1939’dan bu yana Batıcı sistemin, yani emperyalizmin meclis
içindeki sözcülüğünden öteye bir işlev görmedikleri gibi, bilerek ya da
bilmeyerek gericiliğin meşrulaştırılmasına hizmet etmişlerdir.
“Yolunda yürüyen bir yolcunun, yalnız ufku
görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lazımdır” diyen Mustafa
Kemal Atatürk’ün sözleri ile sonlandıralım yazımızı.
“Mandacılar diyorlar ki, bizi bağımsız bırakmayacaklar. Bizi bağımsız
bırakmazlar düşüncesi maneviyat bitkinliğinden doğan bir iman eksikliğidir. Bir
an için kabul ve teslim edelim ki, bizi devlet olarak yaşatmayacaklar, o halde
bunu biz mi isteyelim?
Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna
bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir
vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar.
Oh ne ala! Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız!
Bu ne gaflet, bu ne körlük, bu ne budalalık. İstanbul’un yüce kişileri de bu
fikirde. İçlerinden biri çıkıp da ya istiklal ya ölüm diyemiyor.”
“Kurtuluş için,
bağımsızlık için eninde sonunda düşmanla, bütün varlığımızla vuruşarak onu
yenmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz. Ordu ile, savaş ile, inat ile
bu işin içinden çıkılamaz biçimindeki kaynağı dışarda bulunan öğütlere uymakla
bir vatan, bir ulus bağımsızlığı kurtarılamaz. Emperyalistlerin pençesine düşen
bir kuş gibi yavaş, sefil bir ölüme mahkûm olmaktansa babalarımızın oğlu
sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz.” 30.12.2016 Isparta
Mahmut
ÖZYÜREK