5 Mart 2015 Perşembe

YATAĞA ATILAN GAZETECİLER - Yılmaz Dikbaş



Irak’a karşı çok önceden tasarlanmış saldırının arifesinde, ABD Başkanı George W. Bush haince bir yalan uydurdu, “Saddam’ın elinde kitlesel imha silahları var!’ korkusunu dünya halklarının yüreklerine soktu.

ABD yönetiminin akıl almaz baskılarına karşın, Birleşmiş Milletlerin Irak’a gönderdiği silah başdenetçileri işlerini kaybetme pahasına dürüst davrandılar, ‘Irakta kitlesel imha silahı yok!’ diye raporlar yazdılar.

Yalanının tutmadığını gören George W. Bush hemen kıvırttı, ‘Irak’ta rejim değişikliği’ dünya barışı için gereklidir palavrasını uydurdu ve ABD ordusuna saldırı emrini verdi.

Yanına İngilizleri, Polonyalıları, Avustralyalıları ve Peşmergeleri de alarak 265 bin kişilik askeri güce erişen ABD ordusu, Mart 2003’te Irak’a girdi, 20 Mart’ta Bağdat düştü.

Yönetiminde Siyonistlerin egemen olduğu PENTAGON, yani ABD Genelkurmayı, Irak’a saldırırken 775 gazeteciyi de beraberinde götürdü. Ancak bu gazeteci, yazar, çizer, fotoğrafçı ve editöre yola çıkmadan önce bir kontrat imzalattı:
“Pentagon’un görmediği, onaylamadığı hiçbir haber ya da fotoğrafı hiçbir yere göndermeyeceğime, yayınlamayacağıma ve Pentagon’dan izin almadan hiçbir haber yapmayacağıma söz veririm.”

Pentagon’la anlaşan bu 775 gazeteciye ‘Embedded’ gazeteciler adı verildi.

‘Embedded’ İngilizce bir sözcük, anlamı, bir şeyin içine girip yerleşmiş.

775 gazeteci, Pentagon’un içine girmiş, bu kurumla bütünleşmiş, özleşmişti.

Bir avuç dürüst yazar bu ahlâksızlığa karşı çıktı, ‘embedded’ sözcüğü üzerinde oynayarak, bu gazetecilere ‘embedded’ değil, ‘inbedded’ demek yakışır dedi!

‘İnbedded’ sözcüğünün anlamı şu: ‘yatağa girmiş’

Açıkça anlaşılıyordu, 20 Mart 2003 günü ABD ordusuyla Bağdat’a giren 775 gazeteci, aslında, Pentagon’un ‘Yatağa attığı gazetecilerdi’.

Gönüllüyüm, imza bile veriyorum, beni yatağa atın, diyen gazetecilere, özgür gazeteciler diyebilir misiniz? Gazetecilerin yatağa atıldığı bir ülkede basın özgürlüğünden söz edebilir misiniz?

İşte bugün, 19 Mart 2011, ABD yanına İngiltere, Fransa ve İtalya’yı alarak Libya’ya saldırdı. Libya saldırısıyla ilgili haberleri tüm dünyaya, başlıca iki medya grubu veriyor, ikisi de Siyonistlerin: Reuters ve Associated Press.

Açın bizim gazeteleri, tüm Libya haberlerinin kaynağı olarak bu isimleri göreceksiniz.

Bu iki medya grubu, yatağa attığı gazetecilerle Libya haberlerini yapıp yayınlıyor…

Yatağa atılan gazeteciler ABD’de var da, Türkiye’de yok mu?

Hiç olmaz mı?

Türkiye’de en az 2000 gazeteci, yazar, çizer, editör, genel yayın yönetmeni ve televizyon programcısı, AB’den hibe aldılar.

Ben bunlara, AB’nin hibe vererek iğfal ettiği gazeteciler, adını verdim, yeni çıkan kitabım “İĞFAL”de bunları ayrıntılı olarak anlattım.

İşte bu, AB hibeleriyle iğfal edilmiş gazetecilerden biri, Mehmet Altan, 19 Mart 2011 tarihli Star gazetesindeki köşesinde, “Çanakkale Savaşı gerekli miydi?” başlıklı yazısında şöyle dedi:

“Ve dün biz bundan doksan altı yıl önce kendi kendimize yarattığımız ve o dönemin en parlak insanlarını yok ettiğimiz ‘Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünü idrak eyledik…”

Tüm İngiliz tarih kitapları, Çanakkale saldırısının tasarımcısı ve Majesteleri Kraliçe’nin onaylamasıyla uygulayıcısının, görkemli Britanya İmparatorluğu’nun kibirli Bahriye Bakanı Winston Churchill olduğunu yazıyor, ateşli geçen savaş kabinesinin toplantı tutanakları devletin resmi belgeleri arasında duruyor.

Ama Mehmet Altan, Çanakkale Savaşını kendi kendimize yarattığımızı yazıyor!

Sakın ola Mehmet Altan’a; namussuz, şerefsiz, alçak, yalancı, sahtekâr gibi sözcüklerle yüklenmeye kalkışmayınız! Bu hem doğru olmaz hem de gerçeği görmenizi perdeler.

Gerçek şu: Mehmet Altan, görev adamıdır. Nasıl Pentagon’un yatağa attığı gazeteciler görev yapmışlarsa, AB hibeleriyle iğfal edilmiş Mehmet Altan da şimdi kendisine verilen, Türk tarihini çarpıtmak ve Mustafa Kemal Atatürk’ü değersizleştirmek görevini yerine getirmektedir.

Yine aynı yazıda, AB’nin iğfal ettiği Mehmet Altan şunu söylüyor:

“Zaten Çanakkale savaşlarında komutan Alman Liman von Sanders, yardımcıları Vehip Paşa, Cevat Paşa, Esat Paşa’lardı… Miralay Mustafa Kemal Bey, komuta kademesinde ancak 34. sıradaydı…”

Çanakkale Savaşının tasarımcısı görkemli Britanya İmparatorluğu’nun kibirli Bahriye Bakanı Winston Churchill, tam 21 yerinde Mustafa Kemal’den söz ettiği, toplam 1668 sayfalık üç cilt, “The Great War” adlı kitabının 659. sayfasında şöyle yazıyor:

“At the head of the 19th. Division there stood in this strange story, a Man of Destiny, Mustapha Kemal Bey”

Türkçesi:

“Bu garip öyküde, 19. Tümenin başında, Geleceği Yazan Adam, Mustafa Kemal Bey bulunuyordu”

Churchill’in toplam 1668 sayfalık üç cilt “Büyük Savaş” kitabında Alman General Liman von Sanders’in adı sadece 6 kez geçiyor, komuta kademesinde Mustafa Kemal’den çok üstlerde bulunan Vehip Paşa, Cevat Paşa ve Esat Paşa’ların esamisi bile okunmuyor!

Hiç komuta kademesinde 34. sırada bulunan bir subay, Tümen komutanı olur mu?

Peki, Churchill, sözü edilecek 33 komutan varken neden tutmuş da 34. sıradaki Mustafa Kemal’i öne çıkarmış? Hem de o çok kibirli Churchill’in Mustafa Kemal’i tanımlarken kullandığı deyime bir bakar mısınız: Man of Destiny, Geleceği Yazan Adam!

Biliyorum, komik olacak ama sorayım.

Siz Çanakkale Savaşının tasarımcısı, görkemli Britanya İmparatorluğu’nun Bahriye Bakanı Winston Churchill’in kendi yazdığı tarih kitabındaki sözlerine mi inanacaksınız, yoksa AB’nin iğfal ettiği Mehmet Altan’a mı?

Yatağa atılmış gazetecilere de asla inanmayız, AB hibeleriyle iğfal edilmiş gazetecilere de!

Bu gerçeği bıkmadan, usanmadan ve yılmadan halkımıza duyurmak, anlatmak birinci derecede görevimizdir.

Yılmaz Dikbaş 19 Mart 2011

dikbas@...
www.kalinka.com.tr
www.dikbas.tv

2 Mart 2015 Pazartesi

“Kemalizm sonradan uyduruldu!” İddiası Artık Bitmeli



Atatürkçülük, Kemalizm’i sulandırıp; Batı, ABD ve NATO’ya uyumlu bir Atatürk ideolojisi icat etmek için Demokrat Parti döneminde ortaya atılmış bir anlayıştır.
Bu anlayışı zihinlere yerleştirmek için, Atatürk’ü yüzeysel ve bulanık olarak anlatıp algılatmak gerekiyordu. Bu yapıldı. Atatürkçülük adına darbe yapıldığında da, silah zoruyla yapıldı. (Y.Dikbaş)
“Kemalizm sonradan uyduruldu!” İddiası Artık Bitmeli
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kurucu ideolojisi var. Ülkeyi kuran ve şekillendiren düşünce sistemi, 1920’lere ve 1930’lara egemen olmuştur. Adını Bağımsızlık Savaşı’nın önderi ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemâl Atatürk’ten alır. Buna “Kemalizm” denmiştir.
Çeşitli kişiler ve kesimler, çeşitli çıkarlar için bu gerçeği yok sayarak farklı bir tarih anlatmaya çalışıyorlar. Onların kandırdığı kişiler de bu kurguları yayıyorlar. Öne sürülen savlar birden fazla. Birleştikleri nokta “Kemalizm, Atatürk’ün ölümünden sonra ortaya çıkarıldı.” iddiası. Bu iddiaya göre 10 Kasım 1938’e kadar hiçbir şekilde Kemalizm’den bahsedilmemiş olması gerek.
Bugün ne yazık ki çok yaygınlaşmış olan bu iddiayı çürütecek pek çok kanıt vardır. Belli başlı olanlarını sıralamaya çalışalım.
Birincisi; Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935’te yapılan 4. Büyük Kurultayı’nda kabul edilen Program’ın girişinde “Partinin güttüğü bütün bu esaslar, Kabalizm prensipleridir.” denmiştir.[1] (Kemalizm yerine Kabalizm denmesinin nedeni, Mustafa Kemâl’in bir dönem öz Türkçecilik anlayışı sonucunda Kemâl olan adını Kamâl ile değiştirmesidir. Mustafa Kemâl daha sonra bu girişimden geri adam atacaktır.) 1953’teki 10. Kurultay’a kadar Kemalizm, parti programındaki yerini korumuş, bu tarihte kaldırılarak “Atatürk Yolu” kavramı getirilmiştir.[2]
İkincisi; 1934’ten itibaren yeni rejimi dünyaya anlatmak için Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından Fransızca ve Türkçe olarak basılan derginin adı “La Turquie Kemâliste” yani “Kemalist Türkiye’dir. Devlet tarafından basılan ve Falih Rıfkı Atay, Burhan Asaf Belge, Vedat Nedim Tör gibi ünlü aydınların yazı yazdığı bu dergilerde Kemalizm, Kemalist kavramları kullanılmıştır.
Üçüncüsü; 1936’da Edirne Milletvekili Şeref Aykut ve yazar Munis Tekinâlp’in yazdıkları iki kitabın adları “Kemalizm’dir. Kitaplarında Kemalizm’i açıklamaya çalışmışlardır.
Dördüncüsü; TBMM tutanaklarından görüleceği gibi Atatürk döneminde mecliste defalarca Kemalizm’den, Kemalist olmaktan bahsedilmiştir. Örneğin 5 Temmuz 1931’de söz alan Mahzar Müfit Bey (Kansu) Biz Kemalist’iz efendiler; biz ancak ve ancak Kemalizm mektebinin evlâtları…” şeklinde konuşmuştur.
Beşincisi; gazete ve dergi arşivleri ile makale bibliyografyalarına bakıldığı zaman anlaşılacağı gibi dönemin basın-yayın organlarında Kemalizm ifadesi, Türk Devrimi’nin ideolojisi olarak kullanılmıştır.
Altıncısı; yabancı basın kuruluşları, yabancı devlet adamları da 10 Kasım 1938’den çok önce Kemalistlerden bahsetmeye başlamıştır. Aslında bu kavramın ortaya çıkışı, Bağımsızlık Savaşı mensuplarını açıklama şeklinde olmuştur. Mustafa Kemâl Paşa’nın önderliğindeki Anadolu hareketinden Kemalistler diye bahsediliyordu. Bu elbette 1919 ile 1923 arasında daha çok askerî bir deyim olmakla birlikte ideolojik Anadolu’daki hareketin milliyetçi, bağımsızlıkçı yönünü de içerir. Buna da bir örnek vermek gerekirse Hollanda’nın Nieuwe Rotterdamsche Courant gazetesinin Balkan muhabiri Van Cruyf’ün 5 Şubat 1921 tarihinde “Kemâlistan” başlığıyla yazdığı şu satırları okuyabiliriz. “Bu arada Kemâlistan Hükûmeti, kararlı ve metodik bir şekilde mâliye, adalet, eğitim ve orduyu yapılandırmaya devam ediyor, ülkenin iç yönetimini sağlam temeller üzerine kuruyor ve acil bayındırlık çalışmalarını ifa ediyor.”[3] Mütareke döneminde İngiliz Yüksek Komiseri Horece Rumbold’un İngiliz Dışişleri Bakanı George Curzon’a gönderdiği 7 Ocak 1922 tarihli raporun şu bölümünü de örnek gösterebiliriz: Kemalistlerle anlaşmaya varılamaz; çünkü Anadolu’nun tam bağımsızlığını istiyorlar.”[4]
Yedincisi; Mustafa Kemâl Atatürk’ün sağlığında yaşamış, yakınında bulunmuş kişiler herhâlde bu yazıya konu olan iddiayı en iyi yanıtlayabilecek olanlardır. Eğer Atatürk hiç Kemalizm’den bahsetmemiş, sonradan Kemalizm diye bir şey çıkarıp ona dayandırılmaya çalışılmışsa, onun devrinden kalanların bunu yazması gerek
Hâkimiyet-i Milliye (sonradan Ulus) gazetesinin başyazarı Falih Rıfkı Atay, yazdığı kitaplarda Atatürk’ün dünya görüşü ve Türk Devrimi’nin ideolojisi anlamında Kemalizm ifadesini çok kez kullanıyor. Örneğin Çankaya’dan bir bölüm: “Gericiler, bir asırdan beri, Garplılaşmanın dinden ve milliyetten çıkmak demek olduğu fikrini yaymışlardı. Kemalizm, bu masala nihayet veriyordu.”[5] Roman adlı kitabında ise Kemalist demek ise Gazi’nin kafasını anlamış olan, almış olan demektir.” der.[6]
Adalet Bakanlığı görevinde bulunmuş, üniversitelerde Devrim Tarihi dersleri vermiş Mahmut Esat Bozkurt da örneğin Atatürk İhtilâli kitabında farklı rejim ve ideolojileri karşılaştırırken Kemalizm’den bahseder.
Türk Tarih Kurumu başkanlığı yapmış 1906 doğumlu Prof. Enver Ziya Karal: “Niye Kemalizm denmiştir? Bakmışlardır, sosyalizme benzemiyor, Faşizme benzemiyor. Hitlerizme benzemiyor. Demokrasi denilen ve çok eskiden beri gelen bir meslek-i siyasete de benzemiyor, buna ayrı bir isim vermek zorunluluğu duyulmuştur ve Kemalizm denilmiştir.”[7]
Millî Eğitim Bakanlığı ve Türk Dil Kurumu’nda görev almış Hasan Âli Yücel: Kemalizm denilen doktrin, sıralanmış birtakım kuru, içi boş laflar değildir. Anayasanın benliğine girmiş bu prensiplerde Türk Milleti’nin hâli ve istikbali gizlidir.”[8]
Örnekler çoğaltılabilir. Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı döneminde yaşamış, önemli konumlarda bulunmuş kişiler “Kemalizm diye bir şey yoktu, sonradan ortaya attılar.” dememişler, Kemalizm’den bahsetmişlerdir.
Aslında temel mesele Kemalizm kavramının Atatürk tarafından kullanılıp kullanılmaması değil. Sorun, Atatürk’ün uyguladığı, ortaya koyduğu dünya görüşünün, bağımsızlık, modernleşme, kalkınma anlayışının, o özgün düşünce sisteminin yok sayılması.
Mustafa Kemâl, bir bağımsızlık savaşının önderi olmakla yetinip 9 Eylül 1922’de kenara çekilseydi o zaman özgün bir ideolojinin yokluğundan bahsedebilirdik. Ancak az gelişmiş, tüm kurumları çağın gerisinde kalmış, uluslaşamamış bir toplumda çağdaşlaşma, kalkınma, demokratikleşme, uluslaşma yolunda kökten hamleler yapan ve yepyeni bir devlet meydana getiren biri için durum böyle olamaz.
Bir yandan “Kemalizm öldü!” diyenlerle uğraşırken bir yandan da “Kemalizm hiç olmadı ki” diyenlerle uğraşmak zor. Kemalizm’in Atatürk’ten sonra ortaya çıktığı, uydurulduğu, Atatürk’ün Kemalizm ile ilgisi olmadığı iddiası artık bitmeli. Çünkü bu savı destekleyen kanıt yok, çürüten kanıt çok.
Erhan SANDIKÇI
[1] C.H.P. Programı, Ulus Basımevi, Ankara, 1935
[2] Büyük Larousse, Gelişim Yay., 4. Cilt, sf.2507; Aktaran: Metin Aydoğan, Cumhuriyet Halk Partisi – 4 (1945-1980 Dönemi), http://kuramsalaktarim.blogspot.com/2014/04/cumhuriyet-halk-partisi-4-1945-1980.html (erişim tarihi: 27.2.2015)
[3] Belgelerle Atatürk (1916-1922), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, 2003, s. 69
[4] Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk (1919-1938), 4. Cilt, 1984, s. XLIX, 169-172
[5] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 184
[6] Aktaran: Melih Aşık, Gazici liderler…, Milliyet, 18.2.2014
[7] Enver Ziya Karal, Atatürk ve Devrim (Konferanslar ve Makaleler), TTK Basımevi, S. 148
[8] Aktaran: Yaşar Nabi, Atatürkçülük Nedir?, s. 34

27 Şubat 2015 Cuma

Çocuklarını korumayan bir devlet çöker ....koyunları kurtlar değil çobanlar yese.../Mahiye Morgül



Kanuni hocası Yahya Efendiye “Bir devlet ne zaman çöker?” diye sorar.
            Neme lazım be Sultanım” cevabını alır.
Kanuni bunu pek anlayamaz, açıklamasını yazarak vermesini ister. Cevabı şöyle olur:
Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de nemelazım, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır, asayişe itaat hissi gider,  halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir.  (Mektup halen Topkapı’da sergilenmektedir)
Bu mektuptan bir eğitimci olarak çocuklarımızı kurttan ziyade çobandan korumamız gerektiği dersini çıkardım. Evet, çocuklarımızı kurtlar değil çobanlar yemektedir. Ders kitaplarında beyin öldürme virüsleri var.
Bugün Baro tarafından Değerler Eğitimi kitaplarının kaldırılması için iptal davası açıldığını öğrendik. Okul yurtlarında seminer adı altında okutuluyor. Ancak daha önce de yazdığım gibi, bu bir seçmeli derstir ve kitap da onun kitabıdır. Çocukların hayatla bağını kopartan, onları çocuk yaşta ölüme hazırlayan, psikolojilerini bozan bir kitaptır.
Bu kitabın diğer kitaplarla aynı felsefeyle yazıldığını benim okurlarım anlamıştır. İngilizce kitabında bile kesik kollar kesik kafalar, vampirler, Drakulalar, “turkey” yiyen dini bayramlar, parmak kuklası anne babalar... Matematik kitabında cadılar, Hayat Bilgisinde çocuğun ölümle burun buruna geldiği anlar, Türkçe kitabında boğulmakta olan çocuklar, daha neler neler... Dava açtığımız ders kitabı sayısı 10 oldu.
 Çocuklarımızı yiyen çoban kimdir diye sorarsanız; MEB onlara devredildi, kendisini lağvediyor. TÜBİTAK ve MYK Hayat Boyu Öğrenme daireleri ilk aklıma gelenler. Değerler Eğitimi kitabını Hizmet Vakfına sipariş veren merkez orasıdır. Kitabın resimlerini koyan yer TÜBİTAK Eğitim Araştırma Dairesidir.
Eğitim piyasası kuruldu ve MEB bütçesi böyle sipariş kitaplarla eritiliyor. Eğitime bu kadar bütçe ayırdık, diyorlar, harcama kalemi çok kabarık görünüyor, ancak karşılığında beyin ölümü gerçekleştiren zihin çökertme zehri yüklüyoruz çocuklara. Halkımız da eğitime iyi para harcıyoruz zannediyor.
Bir Finli eğitimci diyor ki; “Dünyada 3 ülke eğitime en fazla payı ayırıyor, İsrail, ABD ve Türkiye. Verdikleri pay alt gelir düzeyindeki çocuklara değil, zenginlere gidiyor, eğitim piyasası kurdular, onu besliyorlar. Biz ise ihtiyacı olana daha fazla pay veriyoruz, böylece her çocuğa eşit eğitim yapıyoruz.”
Bakalım eğitim bütçesi bizde nereye gidiyor?
*Özel okul patronlarına vergi indirimi ve teşvik
*Ders kitabı hazırlama ve basımı sektörüne
*Vergiden fiilen muaf kaçak basılmış ders kitaplarına
....
Bir de eğitim bütçesinden hiç pay almayan artık kapatılmış olan kurumlara bakalım:
1-Çıraklık Eğitimi kurumları kapandı.
8 yıllık eğitime geçiş adı altında tamamı kapatıldı. Meslek Liselerinin orta kısım kapatıldı, Sanayide çalışacak çıraklık ve ustalık kaynağı tıkandı. Meslek Liseleri modül sisteme geçirildi, ustalık düzeyinde mezun verecek yerde çırak düzeyinde Liseden çıkış getirildi. (Mesleki Yeterlilik Kurumunu bu tuzağın merkezindedir.)
Bu sırada İmam Hatip Meslek Liseleri meslek lisesi statüsünden çıkartıldı, onları kapanmış olan orta kısımları (İmam Hatip ortaokulu) yeniden açıldığı halde Meslek Liselerinin orta kısımları açılmadı!
2-Mesleki ve Teknik Eğitim Fakülteleri kapandı.
3-16 bin köy ilkokulu kapandı.
4-Polis Okullarını kapatma kararı geldi. (Ocak 2015)
5-Eğitim Fakülteleri ve Askeri Liseler (pek yakında kapanıyor).
Polis okullarını kapatma sürecine nasıl gelindiğini eski okurlarım bilir; Güvenliğin piyasaya devrine sıra geldi; iç güvenlikte nitelikli eleman yetiştirme programı kaldırıldı.
Mesajı şudur; kendi güvenliğini kendin kur, özel güvenlik şirketlerine talep yaratılsın!
Tansu Çiller hizmetlerin sektöre devredileceğini Dünya Bankasına söz verdiği (GATS 1995) yılın ertesinde 28 Şubat 1996 asimetrik darbesini yedik. Özellikle eğitim hizmetlerinin sektöre devredilmesi için halkın şaşırtılması gerekiyordu, gereği yapıldı.
Sanki İmam Hatip Liselerinin orta kısımları kapanmıştı. Şimdi bakın, İmam Hatip Ortaokulları 10 yaşında başlatıldı ve Din Eğitimi dersleri çoğaltıldı, içeriği ise İslam öğretmekten uzaklaştırıldı. Böyle kitaplar Değerler Eğitimi adı altında şimdi bir daha karşımıza çıktı. Süreci görmeden sade bu kitapları konuşmak eksiktir.
Eğitimin küresel canavarlara para kandırma programına oturtulduk, bu sırada eğitimin gericileştirilmesi bu programın parçasıdır. 2006’da MYK Hayat Boyu Öğrenme dairesiyle birlikte geldi Değerler Eğitimi dersi ve bakın okul dışında öğrenme tuzağı kuruldu.
......
Son on yılda eğitimin niteliğinin değişmesiyle birlikte gördüğümüz toplumsal çöküşü konuşacak olursak; aile içi şiddet, kadına şiddet ve tecavüz, işsizlik, geçimsizlikten intiharlar, kredi kartı borçlarından intihar, borçlu kadınların geneleve düşmesi ve fuhuş, çocuk kaçırmalar, organ mafyası, vd. Toplumsal çöküş yaşıyoruz.
Şiddet toplumunda büyüyen bir nesil getirdik.
Eğitimde çöküşü konuşuyorduk. Bütün bu çöküşün altında korunaksız bırakılan çocuklarımızı düşünelim. Ders kitaplarına koyduğumuz virüslerle çocuklarda disleksi, dispraksi, diskalkuli, disgrafi gibi yeni algılama bozukluğu sorunları başladı.
Son beş yılda psikologa giden çocuk sayısındaki artışı konuşamıyoruz, halktan gizleniyor. Psikologlar bu yıkımdan para kazanıyor, bunun da piyasası kuruldu.
Çocuklarımızın eğitimini küresel canilerin eline verdik, onlar çocuklarımızı beyinlerinden yemeye başladı.
Çocuklarımızı kurtlar değil onları korumakla görevli çobanlar yiyor.
Yahya Efendi doğru söyler. Çocuklarını korumayan bir devlet çöker.
           
27 Şubat 2015
            Mahiye Morgül