19 Ocak 2015 Pazartesi

SİVİL ÖRÜMCEK AĞININ DÜĞÜMCÜSÜ




TESEV – 1 
AMERİKAN CFR’NİN KOPYASI BİR KURULUŞ
Mustafa Yıldırım
TESEV’in ne olup olmadığını, birçok dergide yayınlamıştık. Ayrıca TESEV, 2004 yılında yayınlanan “Project Democracy – Sivil Örümceğin Ağında” kitabının da en önemli bölümü olmuştu.
Son günlerde, TESEV’in Ordu ile ilgili değerlendirme kitabı yayınlanınca Genel Kurmay Başkanı konuştu ve ortalık ayağa kalktı. Ancak toz duman arasında TESEV’in ne olup olmadığı yine anlaşılamadı. Şimdi Türkiye basınının yer vermediği TESEV geçmişini özetleyelim:
Nejat Eczacıbaşı, 1961’de ‘Ekonomik ve Sosyal Etütler Konferans Heyeti’ni oluşturdu. Seçkin kuruluş daha sonra ‘Sosyal Etütler Konferans Vakfı’ oldu.
1982–1983 yılında ABD, ‘yarı açık’ “Anti-Communist Leage” örgütlenmesinden ‘açık operasyon’ örgütlenmesine geçmişti. Artık ülkelerde, dernek, vakıf, meslek odaları örgütlenmesiyle bir ağ oluşturulacak ve iç-dış siyaset içerden denetim altına alınarak, uzaktan kumandaya bağlanacaktı. Türkiye de operasyonun hedefi olmakta gecikmedi.
Bu arada, 1984 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Vakfı, Ankara Üniversitesi Siyasi Bilimler Vakfı ve Eczacıbaşı’nın Vakfı ortak girişimle TESEV’i kurdular. Kuruluşa ayrıca 200 kişi katıldı. (Kurucuların tam listesi için bkz. Sivil Örümceğin Ağında 23. ve 24. Basım)
TESEV kurucu ve yöneticileri arasındaki seçkin kişiler, Türkiye’de oluşturulacak geniş ağın düğümlerini oluşturdular. Kişiler kişilere, kurumlar kurumlara bağlanıyordu. Birkaçını anımsamak yeterlidir:
Bülent EczacıbaşıFeyyaz Berker (Tekfen Holding), Can Paker (Henkel-TUSİAD, Sabancı Holding, Soros Açık Toplum), İshak Alaton (Alarko Holding), Mehmet Kabasakal (ISO, TESAV, CHP, Sosyaldemokrasi Okulu), Hasan Karaçal (DPT, Tarih Vakfı), Ziya MüezzinoğluÜstün Ergüder(Boğaziçi Ünv. Rektörü, Soros Açık Toplum, Sabancı Üniversitesi, IPM- İstanbul Politika Merkezi),Gündüz Aktan (Emekli B. Elçi, TESEV direktörü, sonradan ASAM Başkanı), Kemal Kılıçdaroğlu (Hesap Uzmanı), Cüneyt Zapsu…  (IPM ve Amerikan bağlantıları için bkz. Ortağın Çocukları, 2. ve 3. Basım)
Kurucular arasında ve yönetimde yer alan 4 kişi bağlantıları ilginçleştiriyor. Bunlardan Tarhan Erdem, CHP eski milletvekili, eski Sanayi Bakanı, 1999–2000 arasında CHP Genel sekreteriydi. Erdal İnönü’nün 2 yıl önce (2004) son siyasal parti girişimi olarak başlattığı “Yeni Oluşum’un tüzüğünü hazırladı. Ancak Tarhan Erdem’in en erdemli işi, Doğan Medya Koordinatörlüğü ve Radikal’de köşe yazarlığıdır.
TESEV direktörü Özden Samberk, Dışişleri Müsteşarı, Almanya, İspanya, Belçika ve İngiltere’de Büyükelçi idi. Turgut Özal döneminde Cumhurbaşkanlığı danışmanıydı. TESEV’e hareket getirdi. Kürt konferanslarına katıldı.
Fikret Toksöz, Marmara Belediyeler Birliği sekreteridir ve Murat Belge Başkanlığında kurulan Helsinki Yurttaşlar Derneği kurucusudur. Toksöz, aynı zamanda TESEV’in “yerel otonomi” çalışmalarında baş aktördür.
CIA-RAND COOPERATION ve TESEV
TESEV kurucuları ve yönetim kurulu üyeleri arasındaki en ünlü kişiye geçmeden önce ‘RAND Corporation’ı anımsayalım. Bu şirket, 1948’de ABD Hava Kuvvetleri ve silah sanayicileriyle birlikte kurulmuştu. ‘Think Tank’ adı bu kuruluşla başladı. RAND, güvenlik tasarımları, raporları hazırlayarak devletine ve sanayicilere yarar sağlamaktadır.
Yönetiminde generaller ve CIA emektarları bulunuyor. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türkiye’de istasyon şefliği yapmış olan Paul Bernard Henze ve Graham Edmund Fuller de RAND’da görevlidirler. RAND, ‘Graduate Institute’ adlı eğitim kurumuyla ülkelere destek vermektedir.
TESEV kurucusu Yılmaz Argüden de, bu mekteptendir. Argüden, 1978-1980 arasında Koç Holding ARGE’de yönetim kurulu başkanıydı, 1980-1985 arasında RAND’ın Stratejik Analizcisi, daha sonra Dünya Bankası Kredi Bölümü yöneticisi oldu. 1991 yılında Başbakan Mesut Yılmaz’ın Başdanışmanıydı. 2006’da İsrail kurucusu olarak bilinen ve dünya para ağının en büyük aktörü sayılanRothscild’ların İstanbul Şubesi yöneticisi oldu.
TESEV’in danışmanları arasındaki T.C Dışişleri Bakanlığı eski görevlileri, çok sayıdaki akademisyen, şirket yöneticisi geniş bir ağ oluşturmaktadır. RAND için Türkiye’de İslam raporunu hazırlayan, Georgetown University CMCU (Müslüman Hırıstiyan Anlayış Merkezi- Merve Kavakçı ve Fethullah Gülen konferanslarıyla dikkat çekti) ve Sabancı Üniversitesi öğretim görevlilerinden Sabri SayarıFlorida International University’ den Oktay Ural, Dünya Bankası’ndan Baran TuncerSabancı Üniversitesi rektörü Tosun TerzioğluColumbia University’den Dani RodrikMoon’un Kasım Gülek’ten sonraki PWPA Türkiye Temsilcisi Erdoğan AklinHurşit Güneş en ünlüleridir.
Ordu-Siyaset” araştırmacısı, İsrail örgütü WINEP bültenlerinin en önemli kişisi, İngiltere’den Türkiye’ye gönderilen Alevi-Sünni araştırmacılarının destekçisi William Hale, TESEV konferansçıları arasında en dikkat çekici kişidir. (WINEP-Türkiye-CIA, AKP ve TSK geniş ilişkileri için bkz. Ortağın Çocukları)
*
TESEV, ABD’nin ve AB’nin ortaklaşa yürüttükleri Türkiye’yi özerkleştirme (Bana göre ‘Anadolu Federe Devleti’ oluşturma), Ortadoğu, Kafkasya ve Asya’da ‘kolonileştirme’ girişimlerinin en önemli destekçisi ARI Derneği ile birlikte Türkiye Sivil Örümcek Ağı’nın ilmik dokuyucusudur.
7.10.2006
SİVİL ÖRÜMCEK AĞININ DÜĞÜMCÜSÜ
TESEV – 2
T.C. KARŞITLARIYLA İŞBİRLİĞİ
Mustafa Yıldırım
Boğaziçi Üniversitesi Vakfı, Ankara Üniversitesi Siyasi Bilimler Vakfı ve Eczacıbaşı’nın Vakfı ortak girişimiyle ve ayrıca 200 kişinin katılımıyla oluşturulan TESEV’in kurucuları arasından bazı büyük şirketlerin sahiplerini ve yöneticilerini, ABD’nin güvenlik şirketi RAND (İşbirliği yapan bazıları ‘think-tank’ diyerek toplantılarını aklamaya çalışıyorlar) bağlantılı kişileri, evinde George Soros ile toplantı yapanları, üniversite rektörlerini anımsatmıştık.
TESEV’in yayınladığı bazı raporlara ya da konferanslara bakıp “Ne var bunda? İşte onlar da fikirlerini yayınlıyorlar!” diyenler çoğunlukta. Bu raporlar ve konferanslar, TESEV yöneticilerinin açıklamalarından, kurucuların-yöneticilerin sivil ağ bağlantılarından, yurtdışı katılımlarından, konferansçıların kimliklerinden ve ABD-İsrail destekçisi çalışmalarından, ABD istihbarat ve dışişleri görevlerinin ilişkilerinden ayrı tutulduğunda, salt düşünce eylemi olarak görülebilir.
Örneğin ‘İmam Hatip Okulları’ ya da ‘Müslüman Kadınlar’ araştırmalarını, ABD’nin “Uluslararası Din Hürriyeti” operasyonundan; iç göç ile ilgili çalışmayı, Lozan’ın mübadele maddelerinden ve Kürt federe devleti girişimlerinden; ‘azınlık hukuku’ çalışmalarını, ABD-AB’nin “Müslüman azınlıkların hakları tanınmalıdır” çağrılarından.
Tümünü, ABD Kongresi’nce hazırlatılarak, Kurtuluş Savaşçılarını birer iç isyancı konumuna indirgeyerek, Lozan’ın yasal temellerini yok sayan raporla birlikte, Pekin-Varşova konferanslarında ABD delegelerini Türkiye karşıtı konuşmalarından ayrı değerlendirirseniz senaryonun tümünü anlamamış olursunuz.
TESEV’in çalışmalarını olumsuz bulanların çoğu, vakfın kurucu-yöneticilerinden birkaçının ilişkileriyle sınırlı eleştirilerde bulunurken, bu vakfın kurucusu şirketleri ve ABD bağlantılarını görmezden gelmektedirler.
Bu son derece doğal, çünkü TESEV, Sivil Örümcek Ağı’ndaki önemli işlevine uygun olarak birçok kurum ve kişiyle içli-dışlı çalışıyor; devletin kurumlarından büyük destek alıyor.
TESEV KİME KİMİNLE ÇALIŞIYOR
TESEV’in çalışmaları Türkiye’nin ulusal yapısına olumlu katkı sağlamaktan çok,  ABD-AB-Yunanistan-İsrail ittifakına destek yığmaktadır. Bu desteği büyütmek için elinden geleni yapan TESEV’in ulusal güvenliğin tartışıldığı günlerde İstanbul’a getirip konuşturduğu yabancılardan birkaç örnek, vakfın işlevini anlamlandıracaktır:
Strobe Talbot, ABD’nin ünlü güvenlik elemanlarındandır. TESEV, her konuğuna yaptığı gibi Talbot’u da Boğaziçi Üniversitesi’nde konuşturdu.
TalbotIrak’ın silahlı işgalini aklayacak konuşmayla Türkleri ABD desteğine çağırıyordu.Talbot aslında kendi devletinin çıkarlarına bağlı bir kişidir. Onu bir düşünür gibi, tarafı olduğumuz bir savaş başlamak üzereyken getirenler, onun şu açıklamasını bilmiyor olamazlar:
Demokrasiler (ülkeler), ticaret ve diplomaside güvenilir ortaklar olmalıdırlar ve Amerikan çıkarlarına uyumlu savunma ve dış politika izlemelidirler!
Zaten TESEV Direktörü eski Büyükelçi Özden Samberk de, Irak’ın işgalinden önce “Bir sivil toplum lideri olarak diyorum ki, Türkiye’nin yeri stratejik müttefikinin yanıdır” diyerek Amerikan dış politikasına yeterli desteği vermişti.
John Brademas, Yunan asıllı eski senatör, Onasis Vakfı Başkanı ve Helen Mirasını Koruma Vakfı Başkanı idi. Daha da önemlisi Sivil örümcek Ağı’nın merkez örgütü NED’in on yıla yakın başkanlığını yapan kişiydi. Öylesine önemli bir adamdı ki, yönetiminde TESEV’den de kişiler bulunanTUSİAD heyeti, Amerika’ya gidip, T.C. Anayasasının değiştirilmesiyle ilgili raporu Brademas’a vermişti.
19 Şubat 2001 para krizinden hemen sonra Kemal Derviş, arkadaşı John Wolfowitz’in de desteğiyle T.C. hükümetine bakan olarak atanmıştı. Derviş’in sözüyle “kriz içinde reformlar” yapılmaya başlanmıştı. Sıra, Kıbrıs’ın Annan Planı denilerek, ABD-AB-Atina İttifakına devrine gelmişti. TESEV, Brademas’ı İstanbul’a getirdi. Brademas, Boğaziçi’nde Atina tezlerini sonuna dek propaganda etmek ve kişisel dostluklar edinmek olanağı buldu.
John Brademas’ın Türkiye sevgisi(!) geçmişe dayanmaktadır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın hemen ardından öne geçen Brademas, hem Türkiye’ye, hem de Kıbrıslı Türklere karşı ambargo yasalarının çıkmasını sağlamıştı.
ABD hazinesinden ve AB fonlarından milyonlara varan dolar ve Euro alan, Quantum bankerlerinin temsilcisi Soros’un en büyük parasal desteğine sahip olan TESEV, ABD tarafından en çok desteklenen ARI Derneği ile birlikte daha birçok T.C. aleyhtarını İstanbul’a taşımıştır. Bunların içinde en önemli Türk düşmanı ise Yunan asıllı Amerikalı John Sitilides’tir. (Quantum bankerlerinin hanedanlarlıklar, kara-para, P2 Masonları ilişkileri için bkz. Sivil Örümceğin Ağında)
Atina’nın Amer54ika’daki beşinci kolu John Sitilides, Abdullah Öcalan’ın teslim günlerinde Türkiye aleyhine imza toplayarak, Amerikan Başkanı’na dilekçe veren kişidir. Onun ve Alan Makowsky gibi, TESEV konuğu İsrail destekçilerini, “Ordu Siyaset” uzmanı İngilizleri, Washington’da ortaklık geliştirdikleri Sorosçuları bu satırlara sığdıramayız. 8.11.2006
SİVİL ÖRÜMCEK AĞININ DÜĞÜMCÜSÜ
TESEV – 
YABANCININ RESMİ PARASIYLA ‘SİVİL’ RAPORLAR
Mustafa Yıldırım
ABD’yi oluşturan herhangi bir federal devlette, ya da herhangi bir A.B devletinde, bir dernek ya da vakıf, ya da kişi, yabancı devletten para alarak iç siyasete müdahale ederse,
Ülkesinde etnisitelere ayrılıkçılık düşüncesini aşılamaya girişir ve ülkesinin anayasasını değiştirmek için çalışır ve parayı veren devletin politikalarına (çıkarlarına) uygun olarak, komşu devletleri kayıran ya da komşularını işgal edenlerin arkasına kitle desteği yığmaya girişirse,.
Ülkedeki rejim karşıtı girişimlerde bulunanlara, “düşünce özgürlüğü” ya da “din hürriyeti” diyerek arka çıkar ve devletinin kuruluş ilkelerinin değiştirilmesi için çabalarsa,
Yabancı devletlerin deneyimli istihbaratçılarıyla yabancı devletin ulusal çıkarlarını korumak için yemin etmiş elemanları da ‘danışman’ ya da ‘konferansçı’ adı altında çalışmalara katılırlarsa.
Bu elemanlar içerdeki siyasal partilere eleman eğitimi verir ve ülkenin gençlerini içerdeki ortağın çocuklarıyla birlikte örgütlerler ve NATO gençlik örgütleri kuraralarsa.
Yabancı devletin resmi parasıyla beslenen örgütler, TBMM Anayasa komisyonuyla birlikte çalışır ve komiteler kurarlarsa,
Bir derneğin başkanı, “Amerika’nın yerinde olsam yasalar çıkmadan bir kuruş vermem!” diyerek kendi ülkesine karşı bir tür şantaj önerirse,.
Eylemleri çoğaltmak olası, ama bu kadarı bile, ister ABD’de, ister Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da olsun, devletin bağımsızlığına, egemenliğine, ulusal güvenliğine aykırı görülür ve ağır ceza verilir. Söz konusu devletlerin hiç, ama hiçbiri, yabancı bir devletin siyasal partilerine bağlı örgütlerin, kendi ülkesine gelerek bürolar açmalarına ve iç siyasetini, yasalarını değiştirmek için çalışmalarına izin vermez!
T.C’nde ise tam tersidir. Devletin güvenlik kurumları yasalara dayanarak, derneklerin-vakıfların yabancı devletlerden para almasına, nyabancı güdümünde siyasal çalışmaları onaylamaktadır.
*
Bu satırların bazıları, kalburüstü işadamlarının, üniversite rektörlerinin, II. Cumhuriyetçi akademisyenlerin, kendi kendilerine ‘aydın’ diyen medyacıların örgütü TESEV’i anımsatıyor.
T.C ordusunun demokratikleştirilmesi ana başlığı altında, ordunun etkinliğini azaltma raporu üstüne Genel Kurmay Başkanı konuşmasaydı, TESEV’in işlevi sorgulanmayacaktı bile.
Bu rapor genellikle yukarıda sözü edilen eylemlerden ayrılarak eleştirilmektedir. Bu rapor, ülkenin ulusal merkezi otoritesinin zayıflatılması, ‘yerel otonomiler adı altında parçalı federe devletler yaratılması’, azınlıklara anadilde eğitim (dikkat anadil öğretilmesi değil) isteklerinin desteklenmesiyle, soykırımın tanınması konferanslarıyla, Lozan eleştirileriyle birlikte ele alınırsa, bir anlam kazanır.
Yalnızca, “Orduda itaatsizlik öneriyor” ya da “Ordumuzu suçluyor” denilirse ve konu, şu ya da bu tarikatın ve Quantum şirketi temsilcisi George Soros’un desteğine indirgenirse, ABD-AB ortak operasyonu bilerek ya da bilmeyerek gizlenmiş olur.
Aslında TESEV raporu, ABD tarafından dayatılan “project democracy” operasyonun temel ilkelerinden birini yerine getirmektedir. Rapor, ulusal orduların, devletlerin merkezi yapılarını sürdürecek olan orduları bir tür paralı askeri birlikler düzeyine indirmeyi amaçlayan AB ve ABD demokratikleşme ilkelerine de uygundur. (Bu operasyon düşünce temelinde göründü sonu Silivri’de tamamlandı)
TESEV, AB’ne uyum değişikliklerinin ve ABD’nin demokrasi ihraç politikasının gereğini yapmaktadırAB fonlarından ve ABD hazinesinden NED aracılığıyla milyonlarca dolar ya da Euro almaktadır. Quantum Bankerleri’nin temsilcisi George Soros’tan aldıklarından çok, Amerikan Dışişleri onayıyla ABD hazinesinden alınan paralarla sürdürülen politika belirleyicidir. Quantum bankerleri, açılan piyasalarda vurgunu düşünürler. ABD’nin hedefi yeni kolonilik politikasına uygun olarak Türkiye’yi mozaik-federe devletlere bölmektir.(TESEV-NED-Quantun Bankerleri ağı şeması için bkz. Sivil Öümceğin Ağında ve Ortağın Çocukları)
AB’ye giriş ‘müteaddit defalar’ desteklenmişse, ABD’ye bağlı örgütlerin, Alman-İngiliz-Fransız vakıflarının çalışmaları demokrasiye katkı olarak değerlendiriliyorsa, rapordaki birkaç taciz edici cümleye ilişkin sınırlı eleştiriler, TESEV’e ve işbirlikçilerine karşı haksızlıktır da, denebilir. Aslında TESEV’in hazırladığı raporu, kurucu ortaklardan Bülent Eczacıbaşı’nın, Tefken Holding sahibi Feyyaz Berker’in, İshak Alaton’un onaylayıp onaylamadıkları da sorulursa, durum daha iyi anlaşılacaktır.
Bu arada bir yandan generallerin konuşması için her türlü kışkırtıcı eylem gerçekleştirilmekte, öte yandan silahlı kuvvetlerin gücünü temsil eden görevlilerin iç siyaseti doğrudan etkileyecek biçimde konuşmaları yadırganmaktadır.
Ancak unutulmamalı ki, dünyanın hiçbir yerinde, bir ülkeyi bölmek, kargaşa ortamına sürüklemek için silahlı silahsız, açıktan ya da örtülü olarak çalışılıyorsa, bağımsızlığı tehdit eden her türlü terörist eylemi ABD-AB ülkelerince türlü kamuflajla destekleniyorsa, içerde ayrışmayı hızlandırıcı etnik kışkırtıcılık alıp başını gitmişse, dinsel öbekler yabancılar tarafından korunup kollanıyorsa, siyasal partiler sivil(!) toplumun desteğini alacağız diye dolaylı ya da doğrudan yabancıların güdümüne girmişse.
Böyle bir ülkede, konuşulmakla yetinilmesine şükredilse yeridir. ABD ve Batı hayranlarının sandıkları gibi, yabancının iktisadi ve siyasi köleliği altında demokrasi geliştirilemez.
İşin aslına bakılırsa, Türk ulusu gıpta edilecek bir demokrasi kurma yeteneğine sahiptir.Bağımsız, egemen Türkiye Cumhuriyeti’nde kurulacak olan gerçek demokraside, askerlerin siyasete doğrudan karışmasına da, yabancı devletlerin güdümünde sivil örgütlenmeye ve askeri darbelere izin verilmez.
Ancak yayılmacı devletler de böyle bir demokratik gelişme istemezler! Onlar için asıl sorun, T.C.’nin bağımsız ve egemen bir devlet olarak güçlenmesi ve öteki uluslara örnek olmasıdır!
Bu durum şimdilik bir kör düğümü andırmaktadır. Ne var ki, her türden ihanete karşın, bu kördüğümü ulus kendisi çözecektir. Biraz daha acı çekilecektir, ama kesinlikle çözecektir. 10.10.2006

SİVİL ÖRÜMCEK AĞININ DÜĞÜMCÜSÜ
TESEV – 4
EMPERYALİST PARASIYLA ANTİ-FAŞİZM
Mustafa Yıldırım
TESEV’in Reagan-Bush partisinin örgütü IRI üstünden ABD merkez organı NED ile ilişkileri, 1995 yılında 79.000 dolarlık “proje” ile başlıyor. İlk yıllarda ağırlığı, Amerikalılarla Marmara ve Türkiye Belediyeler Birlikleri’yle yerel yönetimlerin “güçlendirilmesi”, “otonomlaşması” yani özerkleşmesine, siyasal partiler ve devlet reformuna veriyorlar.
IRI-TESEV-Belediye Birlikleri ortak projeleri için 1996’dan 1998’e dek NED’den alınan para 563.597 dolardır. Aynı dönemde TESEV’in yalnız başına AB’nin operasyonel ortaklığı olarak “Türkiye Devlet Reformu” için 600.000 Euro tutan bir çalışma yaptığı da eklenirse işin dış bağlantı ciddiyeti ortaya çıkar.[1]
IRI, 2000-2006 arasında, KA-DERARI Derneği ve TESEV ile gençlik örgütlenmesi, konferanslar, yolsuzluk araştırmaları için NED’den aldığı 673.000 doları kullanıyor. TESEV, 2004’te ABD Ticaret Odası’nın uluslararası “demokrasi ihracı” kuruluşu CIPE’nin NED’den aldığı 100.485 dolarla elektrik reformu işine el atıyor ve aynı yıl NED’den bu kez aracısız 40.000 dolar alarak şeffaflık çalışmaları ve “NGO’lar ve gazeteciler için yasa üstüne eğitim toplantıları” düzenliyor. Bu iş için ayrıca AB’den 86.129euro alıyorlar.[2]
2006 yılında genel seçim kokusu alınmış olmalı ki, IRI hemen devreye giriyor ve Türkiye’de TESEV ve ARI Derneği ile ortaklaşa yürütülecek “Gençlik – siyaset, seçim kampanyaları eğitimi, IRI ayrıca stajyerlik, parlamento okulu, gençlik üstünde siyasi görüş araştırması, milletvekili adayları kampanya eğitimi” için NED’den 400.000 dolar aktarıyor.[3]
QUANTUM’DAN MILYON DOLAR
AMERIKAN MARSHALL FONU’NDAN DESTEK

TESEVQuantum bankerler şirketinin temsilcisi George Soros’u da ihmal etmiyor. SorosTürkiye’de en yoğun çalışmaları TESEV ile gerçekleştirdiklerini açıklıyor. Soros’un İstanbul’da kurdurduğu Açık Toplum Enstitüsü Derneği yönetiminde TESEV Başkanı Can Paker yer alıyor ve Soros’tan aktarılan paranın tutarı milyon doları geçiyordu.[4]
TESEV’in ilişkileri yıllar içinde Amerikan yoğunluğunu aşıp Avrupa’ya yayıldı. GMF (German Marshall Fund of the United States) Türkiye şubesinin açılması ve Suat Kınıklıoğlu’nun temsilciliğe getirilmesiyle birlikte TESEV ile GMF ortak girişimleri de başladı. 2004’te İstanbul “NATO Zirvesi” öncesinde “Yeni Bir Yol Kavşağında Türkiye” konferansını düzenlendi. Konferansta Burak AkçaparMensur AkgünMeliha Altunışık ve Ayşe KadıoğluTESEV adına bir rapor sundular.[5]
TESEV ve GMF ortak çalışmaları şöyle açıklanıyordu:
Son olarak iki senedir TESEV’in Avrupa temaslarına destek vermekte olan GMF (German Marshall Fund of the United States) ofisini yapılan ziyarette Fransa’nın Mayıs 2007′de yapılacak seçimlerin yaklaşması sebebi ile iç politikada destek sağlamak için Türkiye’ye karşı söylemler oluşabileceğinin altı çizilmiştir. Girilmekte olan hassas dönemde Türkiye’de yaşanmakta olan gelişmeleri ve süreçleri anlatan yazıların Fransa basınında yer almasını sağlamak için GMF her türlü desteği vermeye hazır olduğunu belirtmiştir. Fransa’dan Türkiye’ye medya mensubu ziyaretleri organize ederek Türkiye’deki gelişmelerin anlaşılması konusunda işbirliği yapılacaktır.”
TESEV, Aralık 2007’de TSK’nın sınır ötesi operasyonuna başlayacağı günlerin hemen öncesinde ilişkilerini geliştirmek için Avrupa’ya gidiyor ve GMF Bürosu’na uğruyor. Daha sonra da Fransa’ya geçiyorlar ve Paris’te yarı-resmi kuruluşlardan IFRI (Institute Français des Relations Internationales) ile bir panel düzenliyorlar.
Anlaşılan odur ki aracılar, “İçimize mi kapanalım?” diyerek tıpkı Osmanlı yöneticileri gibi düşünüyorlar ve adına ‘konferans’ denilen karşılıklı toplantılarda içlerini döküyorlar. Yabancı katılımcılar kendi ülkelerinin ve kurumlarının çıkarlarına uygun bilimsel(!) konuşurken, Bizans İstanbul’undan gidenler, fırsat bu fırsat deyip, Türkiye’yi karalamak için ellerinden geleni yapıyorlar.
İşin daha kötüsü, toplantıya katılan T.C. Dışişleri görevlileri ya da Ankara’daki kurumlar bu karalamaları yanıtlamıyorlar. Aslında o görevliler o toplantılara katılmakla bir bakıma karalayıcıları onaylıyorlar. IFRI ile yapılan panel-toplantı bu tutuma iyi bir örnek oluşturuyordu.
7 Aralık 2007’de yapılan o panel-toplantıda Helsinki Yurttaşlık Derneği (Her yıl ABD’den 37.500 Dolar alır) kurucusu, Soros’un Açık Toplum Derneği danışmanı, dönekliği “fikir o…puluğu” olarak niteleyecek denli açık sözlü olan Burhan Belge’nin oğlu, bir zamanların antiemperyalizm kuramcısıMurat Belge ile Woodrow Wilson Center kursiyeri-bursiyeri Osman Cengiz Çandar’ın açıklamaları çarpıcıdır.
Eczacıbaşı-Tekfen-Ankara Üniversitesi Vakfı ortak kuruluşu olan TESEV’in Paris toplantısında Murat Belge ve Osman Cengiz Çandar’ın söyledikleri Türkiye’de yankılanmadı; ancak onlar görevlerini yapmanın huzuruyla İstanbul’a döndüler.
Huzurlu kişilerden Murat Belge de o toplantıda, Avrupa’nın Türkiye’ye karşı daha çok dayatmalarda bulunması gerektiğini şu sözlerle diledi:
Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyorum ancak benim için AB daha önemli. Türkiye’nin gerekli şartları yerine getirmemesi halinde AB’ye üye olmasını istemiyorum… Ayrıca soykırım zamanında doğmamış olmama ve bunun sorumluluğunu taşımama karşın, Türkiye’nin bugünkü inkârından dolayı kendimi sorumlu hissediyorum…
“Bunlar bildik şeyler” demeden önce Murat Belge’nin kesin yargısını okuyalım:
Bu şartlarda Türkiye’nin AB üyesi olmasını desteklemek, Türkiye’de hâkim faşizme katkıda bulunmak anlamı taşımaktadır.”
Murat Belge, şeyhlerle, şıhlarla, azınlık milliyetçileriyle, Amerikan-AB-Suudi hazinesiyle ortaklaşa kurulmuş olan demokrasi cephesinin temel görevinin “anti-faşist” mücadele olduğunu ne de güzel açıklıyor.
Osman Cengiz Çandar’ı ayrıca tanıtmaya gerek yok. O işinin iyi bir ustası olduğundan daha da artistik konuşmuş:
Türkiye uzun dönem Orta Doğu’ya ilgisiz kalmıştır. Son dönemde Türkiye, anormal olarak nitelenebilecek bu durumdan çıkıp, bölgesini adeta yeni baştan keşfetmekte; birçok sorunda önemli ve etkin bir kolaylaştırıcı rol oynamaktadır. Öte yandan, Türkiye’nin bölgedeki bu etkinliğinin ülkedeki İslami etkiyle ilgili olup olmadığı sorusu akla gelebilir. Bu sorunun cevabı evettir. Bir akademisyen gözüyle, PKK’nın adını her andığımda başına terörist sıfatını ekleme zorunluluğu duymuyorum. Aslında bu yanlıştır da.”
Kendisinin ‘akademisyen’ olduğunu vurgulayan Osman Cengiz Çandar, Paris’te kendini gösterdikçe göstermiş ve demiş ki:
PKK’nın mücadele gücü zayıftır ve stratejik saldırılarla yetinmektedir, Türk Ordusu ise bu örgütle mücadelesinde merhametsizdir.
TESEV’in alt müdürlerinden Mensur Akgün, tepe başkanlarından Can PakerAhmet İnsel,TÜSİAD temsilcisi Serap Atan da orada konuştular ya da konuşmaları yönlendirdiler; ancak T.C. Dışişleri’nin resmi görevlisi, Avrupa Birliği’ndeki Genel Sekreteri Oğuz Demiralp’in orada bulunma gerekçesi ve şu yaklaşımlara verdiği (ya da vermediği) yanıt her zaman merak konusu olacaktır.
Paris-Almanya dönüşünde TESEV müdürü televizyonlara çıkıp, ABD – Türkiye – AKP işbirliğini allayıp pulladı. ABD – AB – Soros – Alman parasıyla işleyen TESEV’in asıl patronları olan Eczacıbaşıile Tekfen Holding sahiplerinin bu olan bitene bir diyecekleri de olmalı kuşkusuz.
Ancak şu halimize bir bakınız ki; yüzyıl önce yabancılar doğrudan önemli görevlere getirilirken, son yıllarda yabancıların yerine Türkçe adlı temsilcileri, Amerikan ve İngiliz vatandaşları ülke ekonomisini yöneten bakanlık koltuğuna oturuyor,  Akev tercümanları milletvekili oluyor; eski Hava Kuvvetlerisubayı, Marshall Fonu temsilcisi, TBMM Dış İlişkiler Komisyonu’nun sözcülüğüne getiriliyor.
Bu durumdan yüksünmeyip, “Hiç olmazsa bunlar Türk” diyenler de çıkabilir. Özgürlük ve onur duygusu ne de olsa bir tıynet sorunudur. 2007

Not: 1 TESEV (1-2-3) yazıları kaynağı: Mustafa Yıldırım, Savaşmadan yenilmek, UDY 2006.
2- TESEV-4 Yazısı Kaynağı Mustafa Yıldırım, THE GENERAL, UDY, 2011
3- TESEV’in NEDAmerikan Cumhuriyetçi Parti-IRI, Amerikan Demokrat Parti – NDI, Amerikan işadamları örgütü CIPE aracılığıyla Amerikan hazinesinden ve Amerikan-Avrupa kartellerinin ortak kasasından aldığı para ve görev listesi, ARI-IRI-NDI buluşmalarının ayrıntıları; Quantum bankerlerinden destek görenlerin listesi için bkz. Sivil Örümceğin Ağında ve Ortağın Çocukları son baskıları)                                                 
4TESEV kurucularının, yüksek danışmanlarının tam listesi için bkz. Sivil Örümceğin Ağında 23. ve24. Basım
[1] Türk Belediyeler Birliği Derneği ile Alman Hristiyan Demokrat Parti örgütü Konrad Adenauer Stiftung arasında yapılan katkı sözleşmeleri tutarı, yalnızca 1997-2001 döneminde, 1.650.000 DEM’dir. Ergün Poyraz, AKP’nin Temel İçgüdüsü, Toplumsal Dönüşüm Y ., İst. 2004, s.283. 
[2] AB’nin para akıttığı tüm ilişkiler için bkz. Yılmaz Dikbaş, Avrupa Birliği-Tabuta Çakılan Son Çivi, Asya Şafak Y. ,İst., 2007.
[3] Güncellenmiş listeler ve ayrıntılar için Bkz. Sivil Örümceğin Ağında, 22 Basım ve Ortağın Çocuklarıkitapları.
[4] Can Paker, gazetelere Soros’tan 2 milyon Dolar aldıklarını açıkladı.
[5] Dışişleri Bakanlığı elemanlarından Burak Akçapar, daha sonra Washington’da görevlendirildi.
ALINTI: http://cemilcan.gen.tr/2012/06/soros-tesev-ve-uyuyan-dev/


18 Ocak 2015 Pazar

Devlette, toplumda, dünyada; her alanda gericiliğe karşı mücadeleye! – Aktüel Gündem



Devlette, toplumda, dünyada; her alanda gericiliğe karşı mücadeleye! – Aktüel Gündem
“2 milyara yaklaşan bir ümmetin kutsalına her türlü saldırıyı yapacaksın bunun adı da fikir ve ifade özgürlüğü olacak.” Hür Dava Partisi (HÜDA-PAR) Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu, Paris’teki saldırıyı bu gerekçeyle savunmakta. Bu tür bir savunma elbette sadece ona ait değil, kendini inandıkları dini (ister ikna ister zor yoluyla) tüm toplum üzerinde egemen kılmaya “adayanların” ortak meşruluk gerekçesi. Bu gerekçeyle yapılan çeşitli saldırılar daha önce de yaşanmıştı, Almanya’da, Hollanda’da, Salman Ruşdi fetvasında vs. Bizim ülkemizde ise bu gerekçe, başta kadınlara yönelik olmak üzere, günlük hayatın neredeyse her anında yaşanabilir/uygulanabilir bir tehdit olarak yüzyıllardır varlığını koruyor. “Ben oruç tutarken nasıl karşımda yemek yersin” den “Mini etek giyip, beni nasıl dinden çıkarırsın”a kadar çeşitli alt gerekçelere dönüşüyor.

“Ümmetin kutsalına her türlü saldırıyı” önlemenin en sağlam yolu ise toplum yaşantısını doğrudan düzenleme olanaklarına sahip devletin, dini esaslara uygun bir biçimde yeniden yapılandırılmasından geçiyor. Ülkedeki her türlü cemaatin, tarikatın AKP’ye verdiği desteğin arkasında bu “ideal” mevcut. Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP kadroları da bu hedefi gerçekleştirmenin peşinde. Diyanet İşleri’ni en önemli kurum haline getirme çabasından, “Ulemaya soralım” yönlendirmesine kadar. Elbette böyle bir düzenin her türlü hırsızlığı, talanı, yağmayı, işçi katliamlarını gizleme konusunda “ideal” bir ortam oluşturacağı da kesin.

Böylesi bir hedef bütünlüğü karşısında nasıl mücadele edilecek? Bu sorunun yanıtının bir kısmı nasıl mücadele edilmeyeceğini de kapsıyor. İki uç örnekten biri Hollanda’dan. Bilindiği gibi 2004 yılında “Teslimiyet” adlı kısa filmin yönetmeni Theo Van Gogh, Faslı bir Hollanda vatandaşı tarafından benzer bir gerekçe ile öldürülmüştü. Film, Somali’de kızların zorunlu olarak “sünnet” edilmesini eleştiriyordu. Sıra kendisine gelince Somali’den kaçıp Hollanda’ya sığınmış olan filmin metin yazarı da ölüm listesinde idi. Ancak Van Gogh’un öldürülme gerekçesini meşrulaştıran, Müslümanlarla katıldığı bir televizyon programında sarf ettiği şu cümleler oldu: “Domuzları çok severim ama bir domuzum yok, eğer olsaydı mutlaka adını ‘Allah’ koyardım.”

Diğer örnek ise ülkemizden, Leman dergisinden. Bilindiği gibi Leman dergisi, 8 çalışanın (bir teknik eleman, bir misafir ve iki polis ile birlikte toplam 12 kişi) katledildiği Charlie Hebdo dergisi ile bir tür “kardeş dergi” ilişkisi kurmuşlardı ve kuşkusuz bu katliamın etkisini en derinden yaşayanlardan oldular. Ancak katliamın ardından çıkardıkları sayıda kullandıkları fotoğraf ile Charlie Hebdo çalışanlarının aslında İslam dinine ne kadar saygılı olduklarını kanıtlamaya çalışmaktaydılar. (Wolinski’nin takkeli fotoğrafının yanında, “İslam ve peygamber düşmanı ilan edilerek katledilen barış ve özgürlük aşığı, filozof çizer Wolinski abimiz üstadımız Eyüp Sultan Camii’nde huşu içinde çizimdeyken” vurgusu yapıldı.)

Kısacası dinci gericilikle mücadele ne dini aşağılayıp hakaret ederek ne de dini söylem ve kurallarla “iyi geçinerek” verilebilir. Biri mağduriyetten doğan haklılığı besleyip büyütürken diğeri dinin “mutlak doğru”larının herkes tarafından kabulünü yaygınlaştırmaktadır.

Dinci gericiliğin gerek toplumu teslim almaya gerek devleti dönüştürmeye çalışan stratejisi karşısında çok yönlü bir mücadele programına ihtiyaç olduğu açık. Bu konuda temel stratejik kavram ise laiklik. Ancak laikliğin basitçe devlet işleyişine ilişkin düzenleyici kurallar olarak uygulanmaya çalışılmasının hem yanlışlığı hem de yetersizliği artık kanıtlanmış durumda. Elbette devlet işleyişinde hiçbir dini referansla hareket edilmemesi gerektiğini savunmakla birlikte toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde de dini referansların etkisinin kaldırılmasını savunmak, bunu mücadelenin bir parçası haline getirmek gerekli. Laiklik, aynı zamanda toplumsal yaşamın da düzenleyici ilkesi olmalı.

Bununla birlikte AKP iktidarının, Tayyip Erdoğan’dan Davutoğlu’na, Diyanet İşleri Başkanı’ndan HÜDA-PAR Başkanı’na kadar tüm kadrolarıyla yaymaya çalıştıkları “Müslüman ülkelerdeki katliamlara sessiz kalıp, 12 insan için dünyayı ayağa kaldırıyorlar, bunlar ikiyüzlü emperyalistler” türünden söylemler, her ne kadar bir başka gerçeği ifade ediyor olsa da(1)  bu saldırıların emperyalizme karşı gerçekleştirildiği gibi bir saptırmayı içermektedir. Fransa’daki katliamın emperyalizme karşı mücadeleyle hiçbir alakası yok. Saldırı ne devlet kurumuna ne de askeri bir hedefe yapıldı. Saldırı, bir mizah dergisine yapılmış ve onun çalışanları katledilmiş durumda. Ayrıca bu saldırı bir hafta içinde yapılan (5-10 Ocak arası) sekiz saldırıdan bir tanesi. İstanbul Sultanahmet’teki intihar eylemi, Lübnan’da Alevi mahallesinde 9 kişinin katledildiği bombalı saldırı, Pakistan’da ve Irak’ta Şii camilerine atılan bombalar, Yemen’de polis okulu öğrencilerinin, Suudi Arabistan’da üst düzey bir generalin öldürülmesi ve Nijerya’da Boko Haram’ın katliamları.

Şu an ne IŞİD ne El Kaide ne de bir başka din temelli örgüt Hıristiyanlığa ya da Siyonizm’e karşı din savaşı veriyor. Bu bir yana, emperyalizme ya da kapitalist ilişkilere karşı da bir savaş içerisinde değiller. Tam tersine emperyalistlerden beslenip, kapitalist pazar ilişkilerini kullanarak onları semirtiyorlar. Bugün söz konusu olan Müslümanlar içerisinde, Müslümanları da katlederek sürdürülen kirli bir hâkimiyet savaşı. Bu savaşın içerisinde rekabet var, şantaj var, tecavüz var, katliam var. Tayyip Erdoğan ve onun AKP’si sayesinde bu savaşın içerisinde bizim ülkemiz, bu ülkede ve bölgede yaşayan halklar da var. Bu toprakları kendi egemenlik mücadelelerinin oyun sahası haline getirdiklerini daha önce de gördük. HSBC binasına, İngiliz konsolosluğuna yapılan bombalı saldırılar vs. Yakın örnek Reyhanlı’ydı. AKP’nin, mezhepçi teröristleri, bölgesel hayallerini gerçekleştirmek için sözüm ona “kullanmaya” çalışması bölge ve dünya halkları için artık sadece tehdit olmaktan çıkmış, katliamların kolaylaştırıcısı olmuştur.

Özellikle içine girdiğimiz seçim döneminde “at izinin it izine karışacağı” şimdiden belli. Bu sürecin tüm kontrolü hiçbir biçimde tek bir siyasi gücün elinde olmayacak. Tayyip Erdoğan bir taraftan fantezilerini(2)  hayata geçirmeye çalışırken diğer taraftan, kaptırdığı kuyruğu nereye çekilirse oraya gitmek zorunda kalacak. Bu kuyruğun bir ucu yolsuzluk ve hırsızlık lobisinde diğer ucu talan ve yağma lobisinde ise bir diğer ucu da mezhepçi terör şebekelerindedir. Sultanahmet’te patlatılan bomba doğrudan AKP iktidarına yapılan şantajın bir göstergesidir. Bu şantaj karşılığında ne talep ettiklerini kestirmek de zor değil; daha fazla koruma kollama ilişkisi, daha fazla beslenme kaynağı. Seçimi kazanmak zorunda olan AKP, kendisini zora sokabilecek her güce boyun eğmek, taviz vermek zorunda kalacaktır, bu zafiyetini en iyi bilen de şüphesiz koruyup kolladığı, kirli ilişkiler içinde olduğu örgüt ve çevrelerdir.

Bu süreç aynı zamanda AKP açısından da, iktidarını sürdürmek için her yola başvuracağı, provokasyonlardan yararlanacağı, hatta provokasyonlar yaratacağı bir süreç olacak. İktidarlarını kaybettiklerinde her şeyi kaybedeceklerini gayet iyi biliyorlar.

Ancak yine bu süreç tam da bu nedenlerle AKP iktidarının en zayıf olacağı bir süreç de olacak. Kendi oy tabanıyla kurduğu ilişki bile her geçen gün zayıflayan, yağma ve talan ilişkileri açığa çıkmış, hırsızlık şebekesi deşifre olmuş, tek adam sultasının tahakküm ilişkisine muhtaç bir AKP iktidarını çözmek, alaşağı etmek her zamankinden daha mümkün hale gelmektedir. Bölge hayalleri çoktan çökmüş, ittifak yapabileceği tek güç olarak elinde mezhepçi çetelerin katliamcı uzantıları kalmıştır. Kürt hareketinin bölgedeki gücünü pekiştirmesi, AKP iktidarını bir taraftan daha tavizkar olmaya diğer taraftan bölgedeki kirli ilişkilerden medet3 ummaya itmektedir. Yağma ve talan sermayesinin bu dönem daha da azgınlaşacak olması halkın toprağını, suyunu, emeğini sahiplenme direncini daha da arttıracaktır, arttırmaktadır. AKP’nin iktidarını korumak için geriye kalan tek seçeneği gerici, mezhepçi söylem ve uygulamaları arttırmak olacaktır. AKP gericiliğine vurulacak her darbe, engellenecek her girişim AKP iktidarının çöküşünü bir adım daha hızlandıracaktır.

Her yönüyle çürümüş bu iktidar karşısında mücadelemiz sadece kendi ülkemiz ve bölge halkları için değil, dünya halkları için de.

Dipnotlar:

1 Emperyalistlerin kendi çıkarları söz konusu olduğunda dini, etnik, bölgesel bir farklılık göstermeyeceği hatta kendi halklarını bile bir araç olarak değerlendirecekleri gerçeği göz ardı edilmemelidir.

2 Kaç-Aksaray’ın merdivenlerine dizdiği asker kostümlerinden bir kez daha anlaşılmıştır ki beyefendinin fantezisi tarihte yaratılan sanatsal, kültürel, sosyal değerler değil, güce tapınmanın ve ona sahip olma arzusunun simgesi askerler.

3 HÜDA-PAR ile ilişki bile Bülent Arınç üzerinden kurulmak zorunda kalınıyor.
KAYNAK: http://www.sendika.org/2015/01/devlette-toplumda-dunyada-her-alanda-gericilige-karsi-mucadeleye-aktuel-gundem/

17 Ocak 2015 Cumartesi

Karşı-devrime karşı devrim



Son bir haftada gündeme giren tartışmalara bakalım.
Kadının erkekle eşit olamayacağı...
Çalışan kadının fuhşu yaygınlaştırdığı...
Osmanlıca derslerinin müfredata sokulması...
Karma eğitimin kaldırılması önerisi...
Cumhuriyet devrimlerinin “köpekleştirme” olarak adlandırılması...
Türkiye Cumhuriyeti’nin “gereksiz bir parantez” olarak tarif edilmesi...
Mustafa Kemal’e manşetten küfür edilmesi...
Din adamlarına “saldırı vakti, ne gerekiyorsa yapın” talimatı...
Türkiye’de siyasetin yerleşik kabulleri ve Türkiye toplumunun geleneksel hassasiyetleri konusunda az çok fikri ve deneyimi bulunan herhangi birinin ağzını açıkta bırakacak sözler bunlar.
Birçok insanın “nasıl olabilir, bu sözler nasıl sarf edilebilir?” diye düşündüğünü, içten içe bu sorunun kafalarda döndüğünü tahmin etmek zor değil. Çünkü Türkiye’de şimdiye kadar kimsenin açık açık söylemeye cesaret edemeyeceği sözler bunlar.
Elbette bu düşünceler yeni icat edilmedi. Türkiye kapitalizminin yüz yıllık modernleşme sürecinde, burjuvazinin ve devletin bir siyasal ve ideolojik aygıt olarak hep el altında tuttuğu İslamcılık, buna benzer düşünce ya da sorgulamaları hep taşıdı, yaymaya çalıştı.
Ancak bir cumhurbaşkanı, bir başbakan, bir bakan, bir milletvekili, bir vali, bir müsteşar, bir müdür, bir kurum temsilcisi, kısacası kamusal kimliğiyle tanınan bir devlet görevlisi hiç bu türden sözler sarf etmeye cesaret edemedi.
O halde yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuz açık.
AKP’nin ve Erdoğan rejiminin son haftalarda gaza basmasının, gerici dönüşümü tamamlamak için faşizan yöntemlere başvurmasının, hem söylemde hem de tarzda giderek sertleşmesinin arkasında bir neden yatıyor olmalı. O neden ise, AKP’nin 12 yıldır sürdürdüğü karşı-devrim mücadelesini artık sonuca ulaştırmaya çalışmasıdır.
2002’den bu yana adım adım tasfiye edilen Birinci Cumhuriyet, şimdi yeni bir rejimin kuruluş ilanıyla tarihe gömülmek istenmektedir. 1923’de tarihsel niteliği ve gerçekleştirdiği sıçrama ile bir devrim sıfatını hak eden hamle, şimdi bir karşı-devrimle baş başadır.
Karşı-devrim adım adım örgütlenmiş, mevziler kazanmış, iktidarı ele geçirmiş ve nihayetinde kendisini resmileştirerek zaferini ilan etme noktasına gelmiştir.
Osmanlı’nın yeniden ihyası ve Cumhuriyet’le birlikte kazanılan tüm ilerici kazanımların, sadece fiiliyatta değil, resmi olarak da tasfiyesi anlamına gelen karşı-devrim, bu uzun koşuda ipi göğüslemek istemektedir artık.
Velhasıl, ortada ne bir diktatörün delirmesi ne de kimi resmi görevlilerin kastını aşan sözler sarf etmesi vardır. Son bir haftada tanık olduklarımız, AKP’nin karşı-devriminin tamamlanma aşamasına, resmileşme noktasına gelmesidir.
Bu karanlık tabloda, biri AKP’yi diğeri Türkiye halkını işaret eden iki nokta ise gözlerden kaçmamalı.
AKP, her ne kadar bir karşı-devrimi resmileştirme aşamasına gelmiş olsa da, bunu artık iktidarını tümüyle garanti altında gördüğü, zafere eriştiğine emin olduğu için, yani başarısını tescillemek adına değil, tam tersine, iktidarının giderek sallanmaya başladığını, ayaklarının yere sağlam basmadığını gördüğü için yapmaktadır.
Diğer bir deyişle, AKP, tüm toplumu ve Türkiye’nin ilerici birikimini teslim aldığı için değil teslim almak için, yendiği için değil yenmek için, yok ettiği için değil yok etmek için karşı-devrimini resmileştirmeye çalışmaktadır.
Türkiye halkı ise, çeşitli biçim ve ölçeklerde AKP’nin karşı-devrimine direnmeye, daha da fazla direnmek için güç biriktirmeye devam etmektedir. Tüm şiddet ve baskıya, ideolojik manipülasyona, kara propaganda tekniklerine karşın, Türkiye toplumunun önemlice bir kısmı AKP karşısında sağlam bir pozisyon kazanmıştır ve bunu korumayı sürdürmektedir.
Yani, AKP karşısındaki direnç, yenilmiş ya da etkisizleştirilmiş değil, tam tersine günden güne biriken bir enerjiye sahiptir.
Önemli olan, bu direncin bir kez daha heba edilmesine izin vermemek, AKP karşıtı mücadeleyi Birinci Cumhuriyet nostaljisinin sığlığına mahkûm etmemek, Türkiye halkının önüne ilerici, aydınlanmacı ve özgürlükçü bir sıçrayış seçeneğini koyabilmektir.
Nasıl ki çivi çiviyi sökerse, AKP’nin karşı-devrimini de ancak Türkiye halkının görkemli mücadelesi bu topraklardan söküp atacaktır.
Karşı-devrime karşı devrim...
Ülkemizi, bizi bu karanlıktan kurtarmak için ihtiyacımız olan tek şey bir devrimdir.
Ve şimdi tam vaktidir...
Can Soyer
cansoyer@ilerihaber.org



16 Ocak 2015 Cuma

24 OCAK “AYDINLANMA DEVRİMİ ŞEHİTLERİMİZİ ANMA” ETKİNLİĞİ YER DEĞİŞİKLİĞİ



ÖNEMLİ:  24 OCAK AYDINLANMA DEVRİMİ ŞEHİTLERİMİZİ ANMA” ETKİNLİĞİNİN DÜZENLENECEĞİ, ISPARTA ÖĞRETMENEVİ KONFERANS SALONUNU TAHSİS İSTEMİMİZ,”ÖN ONAY ALINMASINA KARŞIN,  ANLAŞILMAZ BİR ŞEKİLDE, "ISPARTA MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜNCE REDDEDİLMİŞTİR"  BU NEDENLE ETKİNLİK;  ISPARTA HALI SARAYI DÜĞÜN SALONUNA ALINMIŞTIR.
TÜM DOSTLARIMIZA ÖNEMLE DUYURULUR...

 24 Ocak 1993’te öldürülen gazeteci-yazar Uğur Mumcu ile 31 Ocak 1990’da öldürülen Prof. Dr. Muammer Aksoy’un ölüm yıldönümlerini belirleyen 24 Ocak-31 Ocak günleri arasındaki hafta ‘Adalet ve Demokrasi Haftası’ olarak anılmaktadır.
          Emperyalizmin kanlı, karanlık ilişki ağlarını halkın anlayabileceği bir dil ve yöntemle açığa çıkaran aydınlarımız, halkımızın yarınlarını çalan, işbirlikçi, devşirilmiş çetelerin kumpas ve tertipleri ile birer birer aramızdan alınarak katledilmişlerdir.
           “Özgürlüge adanmış bir top cicek gibi” kanları dökülen aydınlarımızı; Muammer Aksoy , Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı , Abdi İpekçi, Esref Bitlis, Gaffar Okkan, Necip Hablemitoğlu ve aramızdan alınan “AYDINLANMA DEVRİMİ ŞEHİTLERİMİZİ”

 Konuşmacı konuğumuz Sn. Prof.Dr. Ahmet SALTIK'ın da katılımıyla   bir kez daha anacak ve katillerini sorgulayacağız.. 
            22. Adalet ve Demokrasi Haftası‘nda…
“KATİLLER KİM ???” diye haykıracağız..
               Yanıtını da vereceğiz..
Tüm Kemalist, cumhuriyetçi, devrimci, yurtseverlerle birlikte olmayı diliyoruz…

ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ BİLEŞENLERİ