17 Ocak 2015 Cumartesi

Karşı-devrime karşı devrim



Son bir haftada gündeme giren tartışmalara bakalım.
Kadının erkekle eşit olamayacağı...
Çalışan kadının fuhşu yaygınlaştırdığı...
Osmanlıca derslerinin müfredata sokulması...
Karma eğitimin kaldırılması önerisi...
Cumhuriyet devrimlerinin “köpekleştirme” olarak adlandırılması...
Türkiye Cumhuriyeti’nin “gereksiz bir parantez” olarak tarif edilmesi...
Mustafa Kemal’e manşetten küfür edilmesi...
Din adamlarına “saldırı vakti, ne gerekiyorsa yapın” talimatı...
Türkiye’de siyasetin yerleşik kabulleri ve Türkiye toplumunun geleneksel hassasiyetleri konusunda az çok fikri ve deneyimi bulunan herhangi birinin ağzını açıkta bırakacak sözler bunlar.
Birçok insanın “nasıl olabilir, bu sözler nasıl sarf edilebilir?” diye düşündüğünü, içten içe bu sorunun kafalarda döndüğünü tahmin etmek zor değil. Çünkü Türkiye’de şimdiye kadar kimsenin açık açık söylemeye cesaret edemeyeceği sözler bunlar.
Elbette bu düşünceler yeni icat edilmedi. Türkiye kapitalizminin yüz yıllık modernleşme sürecinde, burjuvazinin ve devletin bir siyasal ve ideolojik aygıt olarak hep el altında tuttuğu İslamcılık, buna benzer düşünce ya da sorgulamaları hep taşıdı, yaymaya çalıştı.
Ancak bir cumhurbaşkanı, bir başbakan, bir bakan, bir milletvekili, bir vali, bir müsteşar, bir müdür, bir kurum temsilcisi, kısacası kamusal kimliğiyle tanınan bir devlet görevlisi hiç bu türden sözler sarf etmeye cesaret edemedi.
O halde yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuz açık.
AKP’nin ve Erdoğan rejiminin son haftalarda gaza basmasının, gerici dönüşümü tamamlamak için faşizan yöntemlere başvurmasının, hem söylemde hem de tarzda giderek sertleşmesinin arkasında bir neden yatıyor olmalı. O neden ise, AKP’nin 12 yıldır sürdürdüğü karşı-devrim mücadelesini artık sonuca ulaştırmaya çalışmasıdır.
2002’den bu yana adım adım tasfiye edilen Birinci Cumhuriyet, şimdi yeni bir rejimin kuruluş ilanıyla tarihe gömülmek istenmektedir. 1923’de tarihsel niteliği ve gerçekleştirdiği sıçrama ile bir devrim sıfatını hak eden hamle, şimdi bir karşı-devrimle baş başadır.
Karşı-devrim adım adım örgütlenmiş, mevziler kazanmış, iktidarı ele geçirmiş ve nihayetinde kendisini resmileştirerek zaferini ilan etme noktasına gelmiştir.
Osmanlı’nın yeniden ihyası ve Cumhuriyet’le birlikte kazanılan tüm ilerici kazanımların, sadece fiiliyatta değil, resmi olarak da tasfiyesi anlamına gelen karşı-devrim, bu uzun koşuda ipi göğüslemek istemektedir artık.
Velhasıl, ortada ne bir diktatörün delirmesi ne de kimi resmi görevlilerin kastını aşan sözler sarf etmesi vardır. Son bir haftada tanık olduklarımız, AKP’nin karşı-devriminin tamamlanma aşamasına, resmileşme noktasına gelmesidir.
Bu karanlık tabloda, biri AKP’yi diğeri Türkiye halkını işaret eden iki nokta ise gözlerden kaçmamalı.
AKP, her ne kadar bir karşı-devrimi resmileştirme aşamasına gelmiş olsa da, bunu artık iktidarını tümüyle garanti altında gördüğü, zafere eriştiğine emin olduğu için, yani başarısını tescillemek adına değil, tam tersine, iktidarının giderek sallanmaya başladığını, ayaklarının yere sağlam basmadığını gördüğü için yapmaktadır.
Diğer bir deyişle, AKP, tüm toplumu ve Türkiye’nin ilerici birikimini teslim aldığı için değil teslim almak için, yendiği için değil yenmek için, yok ettiği için değil yok etmek için karşı-devrimini resmileştirmeye çalışmaktadır.
Türkiye halkı ise, çeşitli biçim ve ölçeklerde AKP’nin karşı-devrimine direnmeye, daha da fazla direnmek için güç biriktirmeye devam etmektedir. Tüm şiddet ve baskıya, ideolojik manipülasyona, kara propaganda tekniklerine karşın, Türkiye toplumunun önemlice bir kısmı AKP karşısında sağlam bir pozisyon kazanmıştır ve bunu korumayı sürdürmektedir.
Yani, AKP karşısındaki direnç, yenilmiş ya da etkisizleştirilmiş değil, tam tersine günden güne biriken bir enerjiye sahiptir.
Önemli olan, bu direncin bir kez daha heba edilmesine izin vermemek, AKP karşıtı mücadeleyi Birinci Cumhuriyet nostaljisinin sığlığına mahkûm etmemek, Türkiye halkının önüne ilerici, aydınlanmacı ve özgürlükçü bir sıçrayış seçeneğini koyabilmektir.
Nasıl ki çivi çiviyi sökerse, AKP’nin karşı-devrimini de ancak Türkiye halkının görkemli mücadelesi bu topraklardan söküp atacaktır.
Karşı-devrime karşı devrim...
Ülkemizi, bizi bu karanlıktan kurtarmak için ihtiyacımız olan tek şey bir devrimdir.
Ve şimdi tam vaktidir...
Can Soyer
cansoyer@ilerihaber.org



16 Ocak 2015 Cuma

24 OCAK “AYDINLANMA DEVRİMİ ŞEHİTLERİMİZİ ANMA” ETKİNLİĞİ YER DEĞİŞİKLİĞİ



ÖNEMLİ:  24 OCAK AYDINLANMA DEVRİMİ ŞEHİTLERİMİZİ ANMA” ETKİNLİĞİNİN DÜZENLENECEĞİ, ISPARTA ÖĞRETMENEVİ KONFERANS SALONUNU TAHSİS İSTEMİMİZ,”ÖN ONAY ALINMASINA KARŞIN,  ANLAŞILMAZ BİR ŞEKİLDE, "ISPARTA MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜNCE REDDEDİLMİŞTİR"  BU NEDENLE ETKİNLİK;  ISPARTA HALI SARAYI DÜĞÜN SALONUNA ALINMIŞTIR.
TÜM DOSTLARIMIZA ÖNEMLE DUYURULUR...

 24 Ocak 1993’te öldürülen gazeteci-yazar Uğur Mumcu ile 31 Ocak 1990’da öldürülen Prof. Dr. Muammer Aksoy’un ölüm yıldönümlerini belirleyen 24 Ocak-31 Ocak günleri arasındaki hafta ‘Adalet ve Demokrasi Haftası’ olarak anılmaktadır.
          Emperyalizmin kanlı, karanlık ilişki ağlarını halkın anlayabileceği bir dil ve yöntemle açığa çıkaran aydınlarımız, halkımızın yarınlarını çalan, işbirlikçi, devşirilmiş çetelerin kumpas ve tertipleri ile birer birer aramızdan alınarak katledilmişlerdir.
           “Özgürlüge adanmış bir top cicek gibi” kanları dökülen aydınlarımızı; Muammer Aksoy , Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı , Abdi İpekçi, Esref Bitlis, Gaffar Okkan, Necip Hablemitoğlu ve aramızdan alınan “AYDINLANMA DEVRİMİ ŞEHİTLERİMİZİ”

 Konuşmacı konuğumuz Sn. Prof.Dr. Ahmet SALTIK'ın da katılımıyla   bir kez daha anacak ve katillerini sorgulayacağız.. 
            22. Adalet ve Demokrasi Haftası‘nda…
“KATİLLER KİM ???” diye haykıracağız..
               Yanıtını da vereceğiz..
Tüm Kemalist, cumhuriyetçi, devrimci, yurtseverlerle birlikte olmayı diliyoruz…

ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ BİLEŞENLERİ

Paris Saldırısının Düşündürdükleri




El Kaide üyesi olduğu, IŞİD cephesinde savaşa katıldığı söylenen cihatçılar Paris’te Charlie Hebdo adlı mizah dergisini basarak derginin karikatüristlerinin de aralarında olduğu 12 kişiyi katlettiler.
Saldırı başta Batı dünyası olmak üzere tüm ülkelerde büyük tepkiye yol açtı.
Olay sonrasında Fransa, İngiltere, Almanya, ABD Başkan ya da başbakanları saldırıyı demokrasiye, fikir özgürlüğüne, Batı değerlerine yönelik bir saldırı olarak ele aldılar.
Fransız televizyonlarında yapılan programlarda hemen hemen tüm katılımcılar Charlie Hebdo katliamını demokrasiye, fikir özgürlüğüne, Batı değerlerine saldırı şeklinde ifade ettiler.
İkinci olarak vurguladıkları şey, bu saldırının İslam’a mal edilemeyeceği, Müslümanlığın hedef haline getirilmesinin sakıncaları ve yükselen ırkçı-faşist hareketlerin bu tür saldırılarla toplumda İslam ve yabancı düşmanlığı kışkırtmaları yaptığı üzerineydi. Bu programlara Müslüman tolumun temsilcisi sıfatıyla davet edilen kişiler de bu saldırının İslam’a mal edilemeyeceği, Müslümanlığın barış ve hoş görü dini olduğunu ve saldırıyı şiddetle lanetlediklerini söyledi…
Kısacası Batı dünyası ve orada yaşayan Müslüman toplum temsilcileri daha önce Avrupa’da yapılan Cihatçı terör saldırılarından sonra söylenenleri bir kez daha tekrarlamış oldular.
Charlie Hebdo saldırısından sonra yapılan bu değerlendirmeler, daha öncekilerde olduğu gibi olayların gerçek nedenlerine inilmeden yapılmaktadır. Yaşananlar tamamen Batı bakışı ile ele alınıyor ve Müslümanların temsilcisinin de Batı merkezli değerlendirmesiyle resim tamamlanıyor.
Batı değerlerine saldırı yaklaşımının ötesinde, Radikal İslam, El-Kaide, IŞİD, Cihatçılığın ideolojisi gibi kavramlar üzerinden değerlendirmeler yapılırken; emperyalizmin Ortadoğu politikaları, bu politikaların hedeflerinden, bölgede çıkarılan savaşlar ve bu savaşların toplumlar üzerinde bıraktığı etkilerden söz edilmiyor. Emperyalizmim bölgede hâkimiyet kurmak için yarattığı dinci terör örgütlerinden ve bunların zaman içinde ters tepen silahlara dönüşmüş olmasından da genellikle bahsedilmiyor.
Değerler üzerinden yapılan açıklamaları ise meşhur ‘Medeniyetler Çatışması’ tezini hatırlatıyor. Pentagonda özel bir vazifeyle jeopolitika terapisti olarak çalışan Samuel Huntington, soğuk savaş sonrası Sovyetlerin çöküşüyle ortaya çıkan boşluğu dolduracak bir düşman arayışında İslam dünyasını hedef gösterir. Medeniyetler Çatışması tezi ilk olarak 1993 yılında Foreign Affairs’de yayınlanır. Samuel Huntington’un bu tezini, CİA’nin isteği üzerine ABD’nin soğuk savaş sonrası stratejileri için yazdığı söylenir.
Neoconların önde gelenlerinden Robert Kagan ise; “Soğuk Savaş’ın sonunda, Amerikan yasallığının bu temelleri Berlin Duvarı ve Lenin heykelleriyle birlikte yerle bir oldu. Soğuk Savaş sonrası dönemde bunların yerini alabilecek çok fazla şey yoktu. Radikal, askeri İslam, terörizm olarak ne tür bir tehlike oluşturursa oluştursun, Batı liberal demokrasisi için ideolojik bir tehdit olarak komünizmin yerini asla alamazdı” diyerek radikal İslamcılığa bakışını ortaya koymaktadır. (Robert Kagan, Cennet ve Güç, Yeni Dünya Düzeninde Amerika ve Avrupa, S.138, Koridor yayıncılık, 2005)
1990’lı yıllarda oluşturulan yeni düşman arayışında İslam’ın bulunması aynı zamanda ABD’nin dış politikasında kilit taşı bölge olan Ortadoğu’ya, Müslüman ülkelere yönelik askeri ve politik müdahaleler için de uygun bir çerçeve olarak görülür. İslam’a bu bakış yeni sömürü ve talancı politikaların gerekçesi olacaktır ve bölgenin GBOP’nin hedefi olmasına zemin yaratacaktır.
Dünya üzerinde Batı’nın bu denli yoğun ve sürekli müdahalesine Ortadoğu kadar muhtemelen başka hiçbir bölge maruz kalmamıştır. Bunun birkaç nedeni vardır: Batı’ya yakınlığı ki aynı Batı daha sonra güçlü yayılmacı dürtüler geliştirecekti; Ortadoğu’nun zengin enerji kaynakları ve buna bağlı olarak sahip olduğu olağanüstü mali nüfuz; uluslararası jeopolitikada bin yıl boyunca Doğu-Batı kavşakları şeklinde sahip olduğu stratejik konum.” (Graham E. Fuller, İslamsız Dünya, s. 287, Profil Yayıncılık, 2012, 4. Baskı)
Ortadoğu’ya yönelik emperyalist Batı saldırısı (Libya-Irak-Suriye’de yaşanan dinci terör eylemleri, her gün patlayan bombalar, yıkılan şehirler, sönen ocaklar) acımasız bir ortamda yaşayan bu insanların şiddete yatkınlıklarının rahat bir hayat sürdüren toplumlara göre daha yüksek olacağı açıktır. Orta Doğu’ya şiddeti getiren ABD – AB emperyalizmi ve hatta bu güçle işbirliği yapan AKP gibi bazı bölge yönetimleri bu şiddetin kendi ülkelerine doğru yayıldığını görüyor olmaları karşısında şaşırmamaları gerekir. Çünkü emperyalizmin beslediği radikal İslamcılar bu yayılmada hem köprü görevi görüyorlar hem de bizzat yapıyorlar. Radikal İslamcılara göre, şiddet İslamcı ideolojiyi yaygınlaştırıyor, ezilenlerin sempatisini çoğaltıyor ve yapısı gereği İslamcı ideoloji de şiddeti büyütüyor. Bu gelişmelerle birlikte “İslam barış dinidir” gibi lafların artık hiçbir karşılığının olmadığını da herkes görüyor.
Günümüzde Radikal İslam şiddete bir başka boyut kazandırmıştır. El Kaide gibi klasik örgütlenme ağı içinde olmayan kişi (Avustralya’da olduğu gibi) ya da aile bireyleri (iki kardeş yakın iki akraba) birlikte Batılı saldırgana karşı cihata girebilmektedir. Binlerce genç radikal İslamcının Batı’nın yardımları ve askeri eğitimleri sayesinde Suriye-Irak-Libya’da öğrendikleri savaş ve insan kesme teknikleri sayesinde cihatlarını Avrupa’da, ABD’de, Türkiye’de vb sürdürebilecek bilgi ve donanıma kavuşmuşlardır. (Bütün bu yaşananlar, katliamlar, ölümler yetmemiş olmalı ki ABD ve Türkiye, Kırşehir’de yeni bir eğitim kapı açıp dincileri eğitip donatacaklar ve Ortadoğu’ya salacaklar. Bunlar sonuçta Avrupa’ya ve Türkiye’ye -son olarak İstanbul’da olduğu gibi-dönecekler ve ortalığı kana bulayacaklar…)
Bu cihatçıların İslam anlayışlarına göre, Cihat iznini Allah vermiştir. Onlara göre, Batı’ya direnmek yaptıklarını ödetmek bir hak olmanın yanı sıra dini bir görevdir. Bizim gibi “laik” ülkeleri de kâfir gören bu Selefi zihniyetin İstanbul’da veya başka kentlerde bomba patlatması da inançlarına uygun düşmektedir!
Günümüzde ABD’nin GBOP çerçevesi içinde yürütülen Ortadoğu’da mezhep savaşı zemininde süren cihatın Ortadoğu’nun sınırlarının dışına taşarak Avrupa’yı daha fazla içerecek şekilde sürme olasılığı eskiye göre daha fazladır. Bu dinci savaş giderek daha fazla emperyalizmin kontrolü dışında ve beklenenin ötesinde şiddete yönelebilir. Son Paris saldırısı da bu gelişmenin yeni bir göstergesidir.
Cihatın Avrupa’ya taşınması, Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslüman toplumlara yönelik ötekileştirmeye, düşman yaratmaya yol açıyor. Avrupalıların yabancı-İslam düşmanlığını körüklüyor, ülke içinde ırkçı-faşist hareketlere kan taşıyor. Bu saldırılar, ABD-AB’nin Ortadoğu politikalarına meşruiyet sağlarken emperyalist-sömürgeci yüzünü de gizliyor ve hatta Ortadoğu’ya yönelik askeri müdahaleleri meşru kılan görüntüler de yaratıyor. Bu arada söz konusu karmaşık ortamdan yararlanarak, Batı’nın emperyalist politikalarına destek vererek ve alarak bölgede güç olmaya çalışan kesimlerin varlığı ve tırmanış içinde oldukları da gözlerden kaçmamaktadır.
ABD ve AB’nin bölgeye yönelik askeri müdahaleleri de Batı ülkelerindeki Müslüman topluluklarda anti-Batıcı duyguyu arttırıyor. Genç müslüman kesimleri radikalleştiriyor ve ‘düşman ilanını kabul’ ederek Batı’ya karşı cihat duygusunu pekiştiriyor. Yapılan her saldırı ve şiddet, Avrupa’daki ekonomik krizin mağduriyetini yaşayan genç ve yoksul Arap kökenli Müslüman göçmenlerin radikal karşı çıkışlara sempati duymasına yol açıyor. Son saldırıyı bu kesimlerin hoşnutlukla karşılamadığı, bu saldırıyla sisteme meydan okumanın hazzını yaşamadıkları ve düzen karşısında kendilerini güçlü hissetmedikleri söylenebilir mi? Bu saldırılarını doğrudan sisteme veya onun unsurlarına yapmadıkları, üstelik sisteme muhalefet eden bir yayın organına yaptıkları halde katı dini gerekçelerle bu katliamları savunabilmektedirler. Ya da Türkiye’de olduğu gibi iktidarda olanlar saldırıya mazeret üretmenin yollarını arayabilmektedirler.
Diğer yandan Paris’te gözü dönmüş bir şekilde bu katliamı yapan iki-üç kişinin benzerlerinden on binlercesinin Libya’da, Irak’ta ve Suriye’de cihat adına saldırılarına maruz kalan acılı insanlar bu katliamı nasıl karşılamış olabilirler? Üstelik bu dincilere Fransa’nın silah yardımı yaptığını, rejimi bunlar üzerinden değiştirmeye çalıştığını bilen Suriyeliler ne düşünmüştür? Libya’da cihatçı çetelerin iktidar savaşının arasında kalan, ülkeleri parçalanan, enerji zenginlikleri yağmalanan Libyalılar Kaddafiye karşı yürütülen komplonun merkezinde yer alan Fransa’ya iki cihatçının yaptığı bu saldırıya karşı neler hissetmiştir?
Geçtiğimiz yıllarda emperyalizmin saldırısına uğrayan bölge ülkelerinin tamamının laik veya laikliğe yakın duran ülkeler olması tesadüf olmasa gerek. Dincileri örgütleyerek bu ülkelerin üzerine salan emperyalist güçler Fransa’da peş peşe meydana gelen saldırılardan sonra kimi suçlayacaklar? Günah keçisi kim olacak dersiniz? Koca koca sarayların işbirlikçiliği aklamaya yetmeyeceğini hep birlikte göreceğiz.
“Muhalif ve sol” bir mizah dergisi olan Charlie Hebdo’ya yapılan bu saldırının ve benzerlerinin yarın bir başka Avrupa ülkesinde ortaya çıkmayacağını kim söyleyebilir? Avrupa’nın her tarafından Suriye ve Irak’a cihat için giden binlerce müslüman göçmen çocuğu geri döndüğünde bu mücadelesine Avrupa ülkelerinde devam etmeyeceğinin garantisi ne?
Radikal İslamcı cihat savaşını medeniyetler çatışması ya da İslam’ın saldırganlığı üzerinden açıklayarak bir yere varılamayacağı bilinmelidir. Bu cihat saldırıları ABD ve AB’nin yani Batı’nın açtığı yeni sömürge savaşının Avrupa’ya yansıyan sonuçlarıdır. Son 25 yıldır Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’da adım adım yürütülen emperyalist politikaların sonuçları yaşanmaktadır. Bu emperyal politikalar sonlandırılmadan, daha gerçekçi olanı ise bu bölgelerin halkları tarafından emperyalist güçler kovulmadan bu cihatçı savaş ne sona erer ne de kontrol altına alınabilir.
Editör

Devrimcilik Bu Kadar Ucuz Mu?



Ayn-el Arap (güncel adıyla Kobané) eylemleri, son günlerdeki moda tabiriyle “cepheleri” birleştirdi!  Nerede mi? Nerede olacak, Kobané’de, ABD emperyalizminin saflarında! Keşke gerçek bu kadar açık ve yalın olmasaydı, o zaman belki de katlanılması biraz daha kolay olurdu. Ama gerçekler her zaman bu kadar basit ve açıktır, mizahın ve dramanın gücü de buradan gelmiyor mu zaten?
Bu yazıyı kaleme alırken aklıma Harun Karadeniz’in “Olaylı Yıllar ve Gençlik” kitabında derledikleri bilgiler geldi. Yıllar olmuş okuyalı, 6. Filo eylemleri dönemini anlatıyordu. Bir yerinde ülkemizdeki NATO askerinin (Sam amca’nın adamları denirdi onlara) karıştığı kriminal olaylar anlatılıyordu. Aklımda kaldığı kadarıyla, motosikletiyle oynayan bir çocuğu öldürenden, genç kadınlara tecavüz edene, çocukları çiğneyenlerden Türk askerine ateş edene kadar geniş bir skalaya yayılmıştı. Üstelik bu eylemlerinden dolayı ülkemizde yargılanmıyorlar, ABD’de göstermelik duruşmalara çıkarılıyorlar ve serbest bırakılıyorlardı. Tam bir yarı-sömürge durumu anlayacağınız. Eskiden emperyalizmin ülkemizde karıştırdığı haltları kısmen de olsa yerli yerine koyabiliyorduk. Hiç yoksa, solcuların, devrimcilerin, ezilenlerin kendilerini emperyalizmin uçaklarından atılan bombalara alkış tutacak kadar kaybedeceklerine inanmazdık. Hatta, rüyamızda görsek inanmazdık, öyle diyelim.
Rezalet, hem de nasıl bir rezalet! Ülkemizdeki ABD üslerinin pazarlık konusu yapıldığı böyle bir süreçte, utanmadan sıkılmadan Kobané’yi İspanya İç Savaşı’na benzetenler var. Bu arkadaşların kafayı peynir ekmekle yemediklerine beni hiçbir kuvvet inandırmaz artık. Faşist Alman uçaklarının cehenneme çevirdiği Guernica’daki çaresizlik ve ıstırap, nasıl ki o dönemde emperyalist bir hegemonyanın dayatılabilmesi için ülkeleri parçalamaya, halkların özgür iradesini yok etmeye yöneliyorsa, bugünkü “hegemon” ABD’nin uçakları da aynı amacı taşıyor.  En büyük fark, sanırım bugün kendilerine devrimci diyenlerin emperyalizmin uçaklarına, bombalarına alkış tutmaları. Ülkemizi işgal eden, vukuatlarından yalnızca bir kısmını yukarıya aldığım 6. Filo’nun askerlerine destek vermeleri. 6. Filo’nun gemilerine secde edenleri gördük de, uçaklarına secde edenleri ilk kez görüyoruz. Bir “vur ABD vur Kürdistan’ı kur” demedikleri kaldı, o da olur yakında…
Bu kafayla mı kurulacak sizin cepheniz? Siz bu cephe’yi, birliği kime karşı, kimin yanında kuruyorsunuz? Bir arada yaşadığınız halklara “serhıldan” ilan edip ABD uçaklarına alkış tutarak mı devrimci mücadeleye katkıda bulunuyorsunuz? Bu da yetmiyor, ağzınıza Gezi’yi alıp, Gezi’nin mirasını örgütlemekten bahsediyorsunuz öyle mi? Bu kafayla Gezi ancak tasfiye edilebilirdi, o da oluyor dert etmeyin.
Bu memleket elbette bir gün kurtulur, emperyalist baskı ve sömürü ağı elbette parçalanır. Ama bunu bu halkın özgür, bilinçli, “Bağımsız Türkiye” şiarını kendilerine bayrak edinmiş çocukları yapacak. Bu “kalifiye” arkadaşların Kürt milliyetçiliğini devrimcilik olarak algılamaları ve çok geniş bir halk kesimine sırtlarını dönüp çokbilmişlik taslamaları sonucu değiştirmez. Size Sam amcanızla mutlu mesut “devrimcilikler” dilerim…

Mehmet Kemal Aladağ