“Osmanlı” tartışmalarının yoğunlaştığı bu
günlerde, saygın araştırmacı-yazar Metin AYDOĞAN’ın aşağıdaki çalışmasını
yayınlamayı bir görev bildik.
Türkiye’de bugün yaygın ve yoğun bir kimliksizleşme yaşanıyor. Yetki ve güç sahipleri, aynı yerden buyruk almışçasına, etkili donanımlarıyla toplumu
ayakta tutan değerlere sınır tanımaksızın saldırıyor. Bu tutum, kalıcılığı olan politik işleyiş durumuna getiriliyor.
Yozlaşma ve yabancılaşmanın geçerliliği olan bir istem haline
getirilmesinin bir nedeni olmalıdır.
Yaşananlar,
tarihte kayıtlı süreçler toplamı ve bu toplamın günümüzdeki uygulamalarında saklıdır. Dışa
bağlanmanın ve kendine
yabancılaşmanın yaygınlığına yanıt arayan her çaba, ister istemez
Osmanlı devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu çıkarcılığına gidecektir. Aşağıdaki
çalışmayı bu nedenle yayınlıyoruz.
|
|
Yozlaşma ve Yabancılaşma
Günümüz
Türkiyesi’nde, politikacılar başta olmak üzere kimi üst düzey kamu
yöneticileri, iş adamları, gazeteciler, akademisyenler ve aydınlar arasında,
yoğun bir yozlaşma ve yabancılaşma yaşanmaktadır. Ülkenin ve ulusun çıkarları
yönünde değil de, ilişki içinde oldukları küresel güç merkezlerinin istekleri
yönünde davranan, sayıları az etkileri çok bu insanlar; ele geçirmiş oldukları
siyasi ve akçeli güçle, ülke ve ulus karşıtı eylemler içine girmektedirler.
Eski milletvekili Kamran İnan, bu olgu için olacak; “Türkiye’de 200 bin hain
var” diyebilmiştir.1
Kamran
İnan’ın bu sayıyı nasıl saptadığı bilinmez ancak Türkiye’de hainliğin ve bu
yolu açan yabancılaşmanın çok yoğun olduğu, herkesin gördüğü açık bir
gerçektir. Tarihinde, ülke ve devlete bağlılığa özel önem verilen bir ülkede,
bu denli yoğun bir yabancılaşma yaşanmasının kuşkusuz bir nedeni olmalıdır.
Birbiriyle uzlaşması olanaksız olan bu iki eğilim, yani ülkeye ve devlete
bağlılıkla dışa hizmet, nasıl oluyor da, Türkiye gibi bir ülkede bu denli
yaygın olabiliyor? Bağımsızlığına ve değerlerine bu denli düşkün bir ulus,
içinde bu kadar çok hain’i nasıl barındırabiliyor? Toplumun özyapısı ve
tarihiyle çelişen bu kaba gerçek, neyle açıklanabilir?
Tarihe Bakış
Savaş
tutsakları ile kölelerin, ekonomik ya da askeri amaçla kullanılması, değişik
yöntem ve oranlarda hemen tüm toplum biçimlerinde görülür. Antik Çağ Grek
devletleri ve Roma İmparatorluğu, köleciliği bir üretim biçimi haline
getirirken, bu biçimiyle köleciliğe yönelmeyen Osmanlı İmparatorluğu çok başka
bir yöntem geliştirdi. Atina ya da Roma’da köleler satılabilir, bağışlanabilir
ya da öldürülebilir. Nesne olarak görülüp en ağır işlerde çalıştırılır ve
toplum dışında tutulurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda insan gereksinimi çok başka
biçimde karşılandı. Fethedilen yerlerden toplanan seçilmiş genç insanlar,
Osmanlı nizamına uygun olarak yetiştirilerek toplumun iç unsuru haline
getirilip yönetici yapıldı. Osmanlılar bunlara devşirme adını verdi. Bu yöntem,
Atina ve Roma köleciliğinden çok daha başkaydı. Daha insancıldı ama bu
insancıllık, Osmanlı Devleti’ne ve onun Türk uyruklularına yararından çok zarar
verecekti.
Devşirmeler
Osmanlı
Devletinin ilk dönemlerinde, savaş tutsaklarının beşte biri, orduda kullanılmak
üzere padişaha yani devlete ayrılıyor ve bu işleyişe pençik vergilendirmesi
deniliyordu. Önceki İslam devletlerinde; gulam, kul ya da memluk sözcükleriyle
tanımlanan bu uygulama, Anadolu Türk beylikleri döneminde geliştirilmiş,
Osmanlı Padişahı I.Murat döneminde (1360-1389) kurumsallaştırılarak daha
kapsamlı duruma getirilmiştir. Devşirme sistemi bu sürecin ürünüdür.
Padişah
buyruğuna (fermana) dayanan toplama (devşirme) kurulları birkaç yıl arayla
Balkanlar’da değişik bölgeleri dolaşır, kent ya da köylerde, hane sayısının
kırkta biri oranında genç toplardı. Genellikle 14-18 yaş kümesi içinde kalan,
sağlam vücutlu, akıllı Hıristiyan çocuklar seçilir ve eğitilmek üzere
İstanbul’a götürülürdü. Kurul üyeleri, köy ya da semt papazının eşliğinde,
kilise vaftiz defterinden gençlerin özelliklerini saptar ve aile başına bir
kişiyi geçmemek koşuluyla seçim yapardı. Devşirilenlerin özellikleri bir
deftere yazılır ve halktan, devşirilen her genç için, yol ve giyim giderlerini
karşılamak amacıyla 600 akçe para toplanırdı. Bu paraya kul akçesi denirdi.
Devşirilenler 100-200 kişilik kümeler halinde, sürücü adı verilen yetkililere
teslim edilerek yola çıkılırdı.2
Batılılar
bu yöntemin, Hıristiyan aileleri, özellikle ana ve babaları perişan ettiğini,
çocuğu zorla elinden alınan kimi anaların, delirmiş gibi oğullarının peşinden
İstanbul’a gittiklerini söylerler. Batı edebiyatında bu konuyu işleyen sayısız
acıklı öykü yazılmıştır. Oysa, bu tür öykülerin gerçekle bir ilişkisi yoktur ve
bunlar Türk karşıtlığının aracı olarak kullanılan propagandadan başka bir şey
değildir.
Gerçekte
ise, Hıristiyan aileler toplama kurullarına devşirme listesi sunan papazlara,
kendi çocuklarını listeye alması için baskı yaparlar, armağanlar verirlerdi.
Devşirme olarak seçilen her çocuk, ailesi için başa konan bir talih kuşu, bir
umut kaynağıdır. “Beslenmesi gereken bir boğazın eksilmesi”3 bir yana, asıl
önemli olan bu boğazın dünyanın en büyük devletinin askeri ya da idari
kademelerinde yükselerek kendilerine ilerde “nimetler sunma” olasılığıdır.
Devşirme seçilmek, günümüzde herkesin büyük bir istekle peşinden koştuğu, ABD
vatandaşı olmaktan çok daha önemli bir şeydi. Nitekim, büyük askeri seferler
sırasında, sınır boylarına doğru ilerleyen ordunun, devşirme kökenli
başkomutanları; doğdukları köye uğrayarak anne-babalarının “gönlünü yüceltmek”,
onlara “bağışta bulunmak” için ordunun yolunu değiştirdiği çok görülmüştür.4
İstanbul’a
gelen devşirmeler, burada Yeniçeri ağası ve hekimler tarafından gözden
geçirilerek sünnet ettirilir ve Kelime-i Şahadet getirtilerek Müslüman
yapılırlardı. İçlerinde yakışıklı, zeki ve becerikli olanlar, padişaha,
yönetimde ve özel işlerinde hizmet vermek üzere seçilirlerdi. Bunlara içoğlanı
denir ve özel olarak yetiştirilirlerdi.
Osmanlı
padişahları, başlangıçta, iktidarlarını korumak için gereksinim duydukları
insan kaynağının önemli bir bölümünü devşirmelerle karşıladı. Kısa dönemde
gereksinim karşılanmış gibi göründü. Asker ya da sivil görevliler
(kapıkulları), kesin bağlılık ilişkisiyle padişaha, paralı asker disipliniyle
bağlanmıştı. Bunlar, devamlı ordunun (Yeniçeri) ve yönetici sınıfın (rical-i
devlet) tümünü kapsayan bir yaygınlığa ulaşmışlar; yönetim, bunlar aracılığıyla
padişahın mutlak egemenliği üzerine oturtulmuştu; sistemin tümü bir tek kişinin
(padişahın) yararına işliyordu. Ancak, bu düzenin gerçek işleyişinin ne olduğu,
neye hizmet ettiği biraz karışıktı.
Devşirmelerin Gücü
Padişahlar,
hizmetine aldığı devşirme unsurunu o denli büyütüp geliştirmişti ki, sistemin
gerçekten padişahtan yana mı, yoksa “emri altındaki” devşirmelerden yana mı
işlediği, giderek belirsizleşmeye başlamıştı. Örneğin, başlangıçta “sarayın
uysal bir aleti” olan yeniçeriler, kısa bir süre içinde, saray üzerinde güçlü
bir baskı kurmuşlardı. 15.yüzyıl bitmeden, yani kuruluşlarından henüz yüz yıl
bile geçmeden; “Sadrazam öldürüyor, saltanat kavgalarına karışıyor, taht alıp
taht veriyorlardı.”5
Görünüşte
devlete yüksek hizmetler veriyorlardı; padişahın sadık kullarıydılar; onun her
isteğini yerine getiriyorlardı... Ancak, 14-18 yaşında zorla Müslüman yapılan
bu insanların, geçmişlerini unutmaları, ondan tümüyle kopmaları olanaksızdı. Ne
tam Müslüman oldular, ne de Hıristiyan kaldılar; ne etnik kökenlerini
unuttular, ne de yeni kimliklerini benimsediler. Ne olduğunu bilmeyen ya da ne
olmadığını bilen, kişiliksiz ve güvenilmez bir insan türü olarak, devlet
politikalarına yön verdiler ve İmparatorluğu çöküşe götüren nedenlerden biri
haline geldiler. Hiçbir erdeme sahip değildiler ancak ilke haline getirdikleri
bir tutumları vardı: Türklere ve Türklüğe karşı nefret duyuyor ve devlet
politikalarıyla örtüşen bu nefreti, genel bir tutum haline getiriyorlardı.
Köksüzleştirirken
Köksüzleşmek
Devşirmelerle
yaratılan örgütlü güç, başlangıçta devlet yararına, birçok alanda kullanıldı.
Devletin ve ordunun sürekli geliştiği ilk dönemlerinde, ilerde sorun
yaratabileceği düşünülmemiş, tersine sorunları giderecek bir güç olarak
görülmüştü. Toplumsal kimliği korumaya dayanan, binlerce yıllık devlet
gelenekleri bırakılmış, Türk unsurların karşı çıkmasına karşın devletin
merkezi; Rum, Sırp, Hırvat ya da Ermeni Hıristiyanlara, üstelik yoğun biçimde
açılmıştı. Osmanlı devşirmeciliği, köleleri yabancı unsur olarak yönetim dışı
işlerde kullanan Roma köleciliğinden farklı olarak, devşirmeleri yani yabancı
insanlar topluluğunu, köksüzleştirdiğini sanarak içsel bir güç durumuna
getirmişti. Köksüzleştirirken köksüzleşen bu düzen, aslında kendini yıkacak bir
güç yaratıyordu.
Devşirmenin Niteliği
Devşirmeler,
kökü silinmek istenen türedi bir kuşaktı. Görünüşte; ailesini, soyunu sopunu
yadsımış, belleği ve kimliği yok edilmişti. Yalnızca Osmanlıydı. O bir ailenin
bireyi değil, padişahın kuluydu; bir insan değil, adeta bir makineydi.6
Bilinçli
programlarla kişiliksizleştirilen devşirmeler, bu niteliklerine karşın; yüksek
yönetim yetkileri, dolgun ücret, siyasi ve idari ayrıcalıklarla donatılmışlar
ve devleti yöneten yerlere getirilmişlerdi. Ancak, can ve mal güvenliğinden
yoksun biçimde yaşıyorlardı. Bu konumlarıyla üst düzey devşirmeler, sürekli
ölüm korkusu içinde yaşayan ruh hastaları durumundaydılar.
Devşirmeler,
gerçek görüşlerini hiçbir zaman açıklamazlardı; yalancı ve ikiyüzlüydüler.
Peşinde koştukları tek değer, para ve yönetim gücüydü. Osmanlı Devletine
gizliliği, ihanet ve entrikayı bunlar yerleştirmiş; rüşvet, vurgunculuk
(ihtikâr), karaborsa, yasadışı gelir (ihtilas), ve adam kayırma (iltimas)’yı
neredeyse yasal hale bunlar getirmişti. Yeniliğe ve devlete karşı ayaklanmayı, hak
olarak görürlerdi. 1550’den sonra, yeniçerilerin evlenmesine izin verilince,
çocukları Acemi Ocağı’na öncelikli olarak alınmış, devşirmecilik babadan oğula
geçen ayrıcalıklı bir meslek haline gelmişti.
Rüşvet ve Entrika
Hangi
kesimden gelirse gelsin, devşirmelerin tümünün ortak özelliği, boğazlarına dek
rüşvet ve entrikaya batmış olmaları ve Türk uyruklara duydukları düşmanlıktı.
Rüşvet ve vurgunculuk yoluyla o denli büyük bir servet ediniyorlardı ki; halk
“simyanın (her madeni altına çeviren gizil güç y.n.) sırrına erdiklerini”
söyleyerek bunlarla alay ediyor, tepki gösteriyordu.7
Devşirmelerin
rüşvetçiliği, zaman içinde, tehlikeli bir boyuta ulaşmış ve ülke çıkarlarını
yabancılara satma noktasına varmıştı. Yönetimde elde ettikleri yüksek yetkiler,
onlara bu tür girişimler için geniş bir alan yaratıyordu. Elde ettikleri
yetkiyi kullanarak, “baştan aşağı bir yağma, çapul ve servetlere elkoyma”8
uzmanı olmuşlardı. Devşirmeler, nitelikleri gereği tüketici bir topluluktu.
Roma soyluları gibi, üretimle uğraşmayı ayak takımının yaptığı onursuz bir iş
olarak görürdü. Kılıç ve kahramanlık söylemleriyle yağma, bu olmadığında
“entrika” ve “yalan dolan”a dayalı vurgunculukla geçinirlerdi. “İş bilenin
kılıç kullananın” özdeyişi, Türkçe’ye bunların yerleştirdiği bir sözdü.9
Devşirmeler ve Türk
Düşmanlığı
Devşirme
etkinliği, Fatih döneminde başlatılan devlet yönetimini Türkler’den arıtma
(tasfiye) eylemi ve I.Selim (Yavuz) (1512-1520) döneminde halk üzerinde
şiddetli bir baskıyla bir felaket halini aldı. İmparatorluğun yükünü çeken,
sorunlarıyla ilgilenilmeyen, bu nedenle ayaklanan ve toplu olarak öldürülen
Anadolu Türkmenleri, o denli baskı altındaydılar ki kaçacak, sığınacak yer arar
duruma gelmişlerdi. Şii inancını Osmanlı Devleti’ne karşı, ideolojik propaganda
aracı olarak başarıyla kullanan ve kendisi de Türk olan Safevi Hükümdarı Şah
İsmail’in (1487-1524) çağrısına uyarak, kitleler halinde İran’a göç ettiler.
Yürütülen
dizgeli (sistemli) şiddet ve baskıyla, öldürülen ya da göç ettirilen Oğuz
halkı, Prof.Fuat Köprülü’nün tanımıyla “Anadolu Türklüğü’nün en temiz, en canlı
unsurunu oluşturuyordu.”10 Yerlerinden yurtlarından edilen bu halk, gözden uzak
yerlerde yoksulluk içinde yaşadı. Çok zorda kaldığında, çalışıp para kazanmak
için İstanbul’a çalışmaya gittiğinde, orada kendisini bekleyen hor görülme ve
aşağılamaydı. En şanslıları, saraylarda ya da varsıl evlerde aşçılık, çöpçülük
gibi işlerde çalışırdı. Çalıştığı yerde, “Türklüğünü söylemeye cesaret edemez”,
kapıkulu yalılarında “Türk aile ve tarihine düşmanlıkta uzmanlaşmış”
davranışlarla karşılaşırdı.11
Türkler; Kendi Ülkesinde
Tutsak
Türkler’e
karşı olumsuz bakış, devşirme düzeninin daha ilk döneminde, çok açık biçimde
ortaya konmuştu. II.Murat döneminde başlatılan, Fatih Kanunnamesi ile
yasalaştırılan uygulamalarla Türkler, kendi ülkelerinde Hıristiyan ya da Musevi
azınlıklar kadar bile hakkı olmayan, ikinci sınıf uyruk haline getirilmişti.
Yönetim organlarında görev alıp yükselmek bir yana, etkili devlet kurumlarına
ve bu kurumlara yönetici yetiştiren okullara giremiyordu. Sadrazamı, padişahtan
sonra devleti temsil edecek en yetkili kişi (naip) yapan Fatih Kanunnamesi,
devlete asker ve sivil yönetici yetiştiren ve yüksek nitelikli eğitim veren
devşirme okullarına alınmayacak olanları şöyle sıralıyordu: “Yahudiler,
Müslümanlar, çobanlar, sığırtmaçlar, doğuştan sünnetli olanlar, çok uzun ya da
kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, köseler, keller, Gürcüler, Çingeneler,
Kürtler ve Türkler”.12
Fatih
Kanunnamesi’nden sonraki 70 yıl içinde naib yetkisiyle devlete sadrazam olan 48
kişiden yalnızca 5’i Türk kökenlidir; bunlar da devşirme anlayışıyla yetişmiş
aslını yadsıyan (inkar eden) insanlardır. Geri kalan 43 sadrazamdan; 11’i Slav,
11’i Arnavut, 7’si Rum, 5’i Ermeni, 4’ü Çerkez, 3’ü Gürcü, 1’i İtalyan
kökenliydi.13
Türk Unsurlar Devlet Yönetiminden
Uzaklaştırılıyor
Türk
unsurların devlet yönetiminden uzaklaştırılmasına yönelen en etkili uygulama,
II.Mehmet (Fatih)’in Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtmesidir. Anadolu ahi
şeyhlerinden Çandarlı Ali’nin kurduğu bu aile, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan
Fatih dönemine dek, çok etkin görevlerde bulunmuş ve eski Türk yönetim
geleneğinin devletteki simgesi haline gelmişti. Halil Paşa, 1429’dan 1453’e
dek, aralıksız 24 yıl sadrazamlık yapmıştı.
II.Murat’tan
sonra güçlenmeye başlayan devşirmeler, Halil Paşa’nın kişiliğinde devletin
kilit mevkilerini elinde bulunduran eski Türk soylularına karşı, şehzadeliği
döneminden beri Fatih’i etkilemişler ve Çandarlı’yı kendilerine özgü entrika
yöntemleriyle idam ettirmişlerdi. Bu idam, yalnızca Çandarlı Ailesi’nin değil,
Türk devlet geleneklerinin de Osmanlı yönetim sisteminden uzaklaştırılmasıyla
sonuçlanmıştır.
Devşirmeler ve İşbirlikçilik
Devşirmeler,
Türk karşıtı her olay ve düşüncede hemen bir araya gelirdi. Bir araya gelişin,
sosyal ve ekonomik dayanakları vardı ve bu dayanaklar; eskiden gelen, bugün de
süren çıkar ilişkileriydi. Yasa dışı yollarla edinilen servetin korunması ve
yenilerinin edinilmesi için, ülke içindeki güç yeterli olmazsa, niteliğine
bakılmaksızın dış destek arayışı içine girilirdi. Bu nedenle ülke değerlerini
dışarıya devretme eğilimi, bu arayışa bağlı olarak devşirmelerde her zaman
vardı.
Devşirmeler,
gereksinim duydukları mal ve can güvenliğine kavuşmak için, yabancılarla
bütünleşmekten çekinmediler ve ülke kaynaklarını yağmalamaya gelen Avrupalı
büyük devletlerin işbirlikçileri oldular. Batı’ya bağlanmanın aracı olan
işbirlikçilik, değişik biçimlerle, devlet başta olmak üzere, toplumun hemen her
kesiminde yaygın bir anlayış haline geldi. Tanzimatçılık, mandacılık ya da
günümüzdeki Avrupacılık; işbirlikçi anlayışın değişik biçimleridir.
Devşirme
işbirlikçiliğini ortaya koyan çok sayıda belge vardır. Bunlardan çarpıcı
olanlarından biri Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi De Germigny’nin, 1580 yılında
Paris’e gönderdiği rapordur. Bu raporda şunlar yazılmaktadır: “Mümkünse şöyle
hareket edilmelidir: Kral, Yeniçeri Ağası İbrahim Paşa’ya ve Padişah’ın donanma
komutanı Kaptan-ı Derya İbrahim Paşa’ya, Paris kumaş ticaretinden pay ayırmayı
ihmal etmemelerini, krallık meclisi üyelerine ve hazine bakanına buyurmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, benden önceki İspanya elçisinin, İspanya Kralının işlerini
kolaylaştırması için önerdiği 50 bin duka altın liralık armağan karşısında,
Sokullu Mehmet Paşa yelkenleri suya indirmişti...”14
Türkiye de Yabancılaşma ve
Yozlaşma Neden Çok
Rüşvet
ve yolsuzlukla servet elde edenlerin, elde ettiklerini geliştirerek korumak
için, yabancılara vermeyecekleri kamusal ya da ulusal, hiçbir değer yoktur.
19.yüzyılda Tanzimat’la meşrulaştırılan bu eğilim, bugün AB ya da IMF
politikalarıyla meşrulaştırılmaktadır. Bunu yapanların konumları, özlem ve
yönelişleri, içinde bulundukları maddi koşulların ve bu koşulları yaratan uzun
bir geçmişin ürünüdür. Yönetime egemen olan kapıkulu devşirme anlayışının
dayandığı ekonomik nedenleri, Prof.İdris Küçükömer şu biçimde açıklamaktadır:
“Sivrilmiş bürokratlar (kapıkulu devşirmeleri y.n.) bir sınıf olmadıkları ve
güçlerini üretim araçlarıyla onlara bağlı kurumlardan almadıkları için, her
zaman kendisini savunma ihtiyacı içinde olmuştur. Bu amaçla yenilikten yana
olan padişahları, yenilik diye kapitalizmin zorlaması altında, Batı’nın üst
kurumlarını almak üzere ikna etmeye çalışmaları doğaldı. Bu nedenle, 19.yüzyıl
başında (Tanzimat y.n.) Batı’dakine benzer mülkiyet v.b. kurumların alınmasında
bürokrat ile ayan (ileri gelenler y.n.) beraberlik içinde olacaktı..”15
Günümüzde
Arapçılığı sürdüren siyasi İslamcılar, Batı’yla bütünleşen Müslüman demokratlar
ve uygarlığı batıcılık sayan şekilsiz aydınlar; Türklüğü ezen onu yok sayan
Osmanlı tutumunun, özellikle de devşirme anlayışının, günümüze taşınan
sonuçlarıdır.
Yalnızca
on beş yıllık Atatürk döneminde bastırılmış olan kimliksizleşme eğilimleri yani
devşirme geleneği, günümüzde olanca hızıyla ve çok etkili yöntemlerle sürdürülmektedir.
Atatürk’ün, Türk kimliği ve tarihi için ne anlam ifade ettiğini açıkça ortaya
koyan bugünkü olumsuz gidiş, nedenleri tarihte kayıtlı bir süreçler toplamı ve
bu toplamın günümüzdeki sonuçlarıdır.
Türkiye’de
bugün yaşanmakta olan olgu yani; rüşvet, yolsuzluk, dışa bağlanma ve ihanet
davranışlarının politik işleyiş haline gelmesi, bugün ortaya çıkan, yeni bir
olgu değildir. Dışa boyun eğmenin ya da ihanetin yaygınlığına yanıt arayan her
çaba, ister istemez, Osmanlı devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu
anlayışına gidecektir. Kamran İnan’ın 200 bin, başkalarının ise daha çok
olduğunu söylediği “hain çokluğunun” nedeni, kuşkusuz yarım bin yıl egemen olan
bu anlayışta aranmalıdır.
DİPNOTLAR
1 “Sözde Aydınlar” İsmet Solak, “Ankara
Kulisi” Hürriyet, 12.04.2000
2 Ana Britannica 10.Cilt, sf. 100
3 “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”
S.Yerasimos, 1.C., Belge Y., 7.Bas. 2000, sf. 297
4 “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”
S.Yerasimos, 1.C., Belge Y., 7.Bas. 2000, sf. 297
5 Ana Britannica 10.Cilt, sf. 183
6 “Kapıkulunun Tavsifi” Muhittin Birgen,;
ak. Zeki Arıkan, “Tarihimiz ve Cumhuriyet” Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf. 127
7 “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye”
S.Yerasimos, 1.C., Belge Y., 7.Bas,. sf. 306
8 “Tarihimiz ve Cumhuriyet” M.Birgen,
Tarih Vakfı Yurt Y., 1997, sf. 147
9 a.g.e.
sf. 147
10 “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu” M.Fuat
Köprülü, Ötüken Yay., 1981, sf. 95
11 “Tarihimiz ve Cumhuriyet-Muhittin Birgen”
Prof.Zeki Arıkan, Tar. Vak. Yurt Yay., 1997,
sf. 128
12 Ana Britannica, 10.Cilt, sf. 100
13 “Tarihte Türklük” Prof. Laszlo Rasonyi,
Türk Kül.Gel. Ens.Y.., 2.Bas. 1988, sf.
204
14 “Tarih III, Kemalist Eğitimin Tarih
Dersleri” Kaynak Y., 3.B. 2001, sf. 409
15 “Düzenin Yabancılaşması” Prof. İdris
Küçükömer, Ant Y., 1969, sf. 62