23 Şubat 2014 Pazar

Osmanlı’nın Kadızadelere Teslim Olduğu Gibi, T.C. de Cemaatlere mi Teslim Oldu? – Cevat KULAKSIZ



Formun Üstü
aTarihi gerçeklerle sabittir ki, Osmanlı yönetimi nasıl Kadızadeler denilen gerici bir kabilenin baskısı altında yönetilmiş ve çağın gerisinde kalmışsa; günümüz Atatürk’ün Laik Türkiye Cumhuriyeti de ne hazin ki, İsmailağa, Nurcular vb gibi çeşitli cemaatler, tarikatçılar güdümüne girmiş görünmekte.
85 yıllık Laik TC tarihi incelenirse, devlet sürekli dini alet olarak kullanan Saidi Nursiler, Fetullah Gülenler, Erbakanlar, RTE ler ve öteki gerici grup ve partilerle gizli açık kavga eder olmuştur. “Laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olmaktan”  cezalı duruma düşmüş AKP-RTE iktidarı ile önceki, güya İslami kuralları savunan ve bunun için imam hatip, türban gibi sürekli dini simgeleri ön plana tutup bundan nemalanan gerici iktidarları, söylem ve uygulamaları, laik devletin hukuk kuralları ve kurumları ile sürekli kavga ede gelmişlerdir.
Başımızdaki bu tür parti ve iktidarlara baktığımız zaman, çağdaş dünya ile barışmayan ve sürekli didişip kavga eden görünümündeki Türkiye’nin, İran, Afganistan, Hizbullah, El Beşir, Hikmetyar vb gibi devlet ve dinci gruplarla anlaşma, uzlaşma ve kol kola temas halinde olduklarını gören Batı, kuşku ve endişe içinde bulunmakta. Biz doğuya giderek mi, güya AB li Batılı olacağız; bu çelişik durumumuzu gören AB li Batılılar, Türkiye’ye daima kuşku ile bakmaktalar.
Laik T. C.nin Başbakanı RTE nin şu söylemlerine bir bakar da, Türkiye’nin cemaatlere adeta teslim olmuş halini görürüsek, ülkemizin bu hale gelmesinde Başbakan RTE nin, hükümetin destek ve yardımları ile bu hale geldiği kanısına varırız:  “Hazmettirerek geliyoruz. Türkiye Cezayir olur mu, diye soruyorlar. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allah’ın izniyle!.. Şimdi artık millet yalnız aktörleri değil, senaryoyu da değiştirmeye talip! Bu çalışmalarımız senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. Biz onun için geliyoruz. Bu düzenin koruyucusu olamayız; bu mümkün değil. Bu hukuku hazırlayanlar, bu düzenin kaldırılmasının maşası olacaklar.” “Tüm okullar imam hatiplere dönüştürülecek”. [i]
CEMAATLER DEVLETİN ALTINI OYMAKTA
Devletimizin cemaatlere teslim olduğuna değiniyoruz. Hanefi Avcı’nın yazdığı Haliç’te Yaşayan Simonlar ve öteki anlatım ve söylemlere baktığımız zaman, iktidarın göz yumması, teşvik ve himayesi ile Türk Polis teşkilatının cemaatlerin eline geçtiğine tanık oluyoruz. Laik TC ine düşman, şeriatçı, irticacı bir Fetullah Gülen bile 30-40 yıldır Türk siyasal yaşamında yer bulmakta, adeta Kadızadelerin padişahlara yön verdikleri gibi, APO nun İmralı’dan dağdaki, şehirdeki militanlarına talimat verdiği gibi Türk devlet adamlarına yön ve vermekte, ta Atlantik ötesinden iktidardaki yandaşlarına talimat vermekte. Laik TC ini yıkmaktan başka emeli olmayan, Atlantik ötesinde ABD Emperyalizminin kucağında korunan, “Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı sırtımızı Amerika’ya dönmeliyiz”; “gerekirse hâkim ve savcıları kiralayın” diyen Fetullah Gülen, bakınız neler diyor: “Nihai hedefe ulaşana kadar, yani sonuca ulaşana kadar; her yöntem, her yol mubahtır. Bunun içerisine yalan söylemek de, insanları aldatmak da girer…” [ii]
Kamuoyuna yansıyan söylemlere göre, Fetullahçı polisler, çeşitli muğlâk yerlere ordu malı silahları saklayarak, (ya intikam ya da sindirmek için) yakın birlik darbe yapacak diyerek, komutanları gözaltına almalar, ıslak imza, suikast yalan sahtekârlıkları ile ordu saf dışı edilmeye çalışıldığı eylem ve uygulamalarla apaçık meydandadır. Devleti dipten dibe oyan bu cemaat öylesine sinsi ve gaddar ki, karşısında engel teşkil edecek insanları kurnazca, sinsice Hasan Sabbah’ın (1034 – 1124) haşhaşı militanlarından beter,  katletmekten bile çekinmiyorlar.
CEMAAT SAVCI TUTUKLATIYOR, CİNAYET İŞLİYOR
Özel Harekât Daire Başkanı Behçet Oktay’ın katledilip sonra da intihar süsü verilmesi olayını anımsatan, bir sanığın verdiği dilekçeden şu paragrafa bir göz atalım:
“…Zir Vadisinde ve Gölbaşı’nda bulunan lav silahları, el bombaları, plastik patlayıcılar İçişleri Bakanlığının talimatıyla Özel Harekât Dair Başkanlığı tarafından illerdeki şube müdürlüklerinden toplanıp, Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığına teslim edilen silah ve mühimmatlardır. Fetullahçı olmayan dönemin Özel Harekât Daire Başkanı Behçet Oktay bu durumu fark ettiği ve karşı çıktığı için öldürülmüştür. …” [iii]
Devletin yapısına saldıranların nerelere kadar vardığını gösteren olayların ardında da, bir cemaat, merkezi İstanbul’da olan İsmailağa cemaati yatmaktadır.
CAMİDE CEMAAT MENSUPLARINCA İMAM LİNÇ EDİLDİ
İsmailağa cemaati adını ilk kez 3 Mayıs 2006 tarihinde Fatih Çarşamba Camii’nde işlenen bir cinayet ile geniş kitlelere duyurmuştu. Emekli bir imamın öldürülmesi, ardından, katilin de “kafasını mihraba çarparak ölmesi” (aslında linç edilmişti) ile sonuçlanan olaylardan sonra kamuda cemaatin birileri tarafından korunduğu izlenimi pekişti.
Emniyet İstihbarat Dairesi raporunda, İBDA-C ile ilişkisi olduğu ileri sürülen cemaatin yüz binlerce üyesi olduğu söyleniyor. İmam linç etmek, papaz öldürmek, misyoner kesmek bu  dinci iktidara nasip oldu!
Son olaylar, Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2 Kasım 2007’de İsmailağa cemaatinin okul öncesi çocuklara eğitim verdiği ihbarı üzerine harekete geçmesiyle başlıyor. Operasyonun 235 şüpheliye yönelik olarak gerçekleştirileceği öngörülüyordu.
Gazetelerin “İsmailağa’ya dokunanın başı yanıyor” başlıklı haberinde bildirdiğine göre, 235 şüpheli arasında adı geçen kişiler arasında, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Mahmut Ustaosmanoğlu, Ahmet Mahmut Ünlü (Cüppeli Ahmet Hoca), Yeni Şafak gazetesi sahibi Ahmet Albayrak da bulunmaktaydı.
Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in operasyonu, daha önceden haber alındığı için durduruldu. Aynı zamanda operasyondan üç gün önce, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal bir operasyon yaparak, Cihaner’in girişimine kısa devre yaptırdı.
Bu arada, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal aldığı bir ihbar mektubuna dayanarak, olayın terörle ilişkili olduğu, dolayısıyla soruşturma yetkisinin kendisinde olduğunu söyledi.
Cihaner hakkında da, İsmailağa cemaatiyle ilgili soruşturma başlattığı için bakanlık tarafından işlem yapıldı, ayrıca Tunceli Ağır Ceza Mahkemesi’ne de, 26 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.
Bu arada Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek de, Cihaner’i arayarak operasyonda gözaltına alınanların serbest bırakılmasını istedi. Aradan geçen zamanda, aralarında ast-üst ilişkisi bulunmamasına rağmen, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal, Cihaner’e yetkisini kaldırdığını bildirdi. Cihaner’in telefonları dinlendi.
Türkiye tarihinde ilk kez polis MİT Bölge Temsilciliği’ni bastı, aralarında Erzincan Şube Müdürü de olmak üzere 3 MİT görevlisini gözaltına aldı. Olay yatışıyor derken, soruşturma başladığı sırada, Erzincan’da görevliyken sonra Eskişehir’e tayini çıkan Jandarma Alay Komutanı Kıdemli Albay Recep Gençoğlu, Ergenekon üyesi olmak savıyla gözaltına alındı. Daha önce Erzincan Jandarma Komutanlığı’nda görevli olan İstihbarat Şube Müdürü Binbaşı Nedim Ersan, yardımcısı Üsteğmen Ersin Ergut, Astsubay Orhan Ersiner, Astsubay Şenol Bozkurt da Ergenekon üyeliğinden değişik tarihlerde tutuklanmışlardı. Son olarak 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’in makamının aranmasına teşebbüs edildi, Genelkurmay’ın izin vermemesi üzerine vazgeçildi ve komutana 10 gün içerisinde şüpheli sıfatıyla ifadeye gelmesi bildirildi. Nihayet, Başsavcı Cihaner tutuklandı.[iv]
LAİK DEVLET CEMAATLE ÇÖKERTİLİYOR
Devletin içinde görevli canlı tanık Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, bakınız “kral çıplak” diyerek yazdığı kitabında neler diyor: “…Genelde her Kurumun imamı işleri yönetmektedir. Emniyet, ordu MİT basın ve medya, yargı, maliye gibi tüm büyük kurumlardan sorumlu bir imam vardır. Her imamın altında o kurumun her biriminde sorumlular mevcuttur. Bu en yukarıdan başlayıp alta kadar yoğun örgütlü olarak devam eder. Ağırlıklı olarak merkez ve büyük illerde olmak üzere tüm illerde örgütlülük söz konusudur. Her hafta toplanılarak o kurum/birimdeki genel durumlar değerlendirilir ve yukarıya arz edilecek konular çıkarılır. Alt birim imamları kendi aralarında toplanırlar…”[v]
“… Olayın aslını bilse, (başbakandan bahsediyor R.Ö) devletin bir cemaatin eline geçmeye başladığı, ilerde telafisi mümkün olmayacak sıkıntıların çıkacağı anlatılırsa inceleme yaptırabileceği düşüncesiyle son bir kez meselenin etraflıca kendisine anlatılmasına çalışmaya karar verdim.
Başbakan’ın yüzde yüz güvendiği, kafası çalışan, sır saklayabilecek ve ona anlatacaklarımı kesinlikle başbakana aktaracağına inandığım Baş Danışman’a olayı anlattım. Kendisine notlar okuttum ve konunun ciddiyetini, cemaatin nerelere sızdığını, neler yaptığını, ülkenin güvenliğinin ve insanların özgürlüklerinin tehlikede olduğunu anlatmaya çalıştım. Aradan zaman geçmesine rağmen hareket göremeyince bu kitabın bir an önce yazılması gerektiğine inanıp yazmaya karar verdim”.[vi] 
“.Bugün için cemaatin yaptığının bundan farkı yoktur; polis, ordu, MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik örgütleme kurarak ve bu teşkilatların sistemlerini bozarak çalışmalarını engelliyorlar…” (Hanefi Avcı adı geçen eser Sf. 569)
“…Maalesef bu guruba karşı çıkmak kolay değil, bir anlamda Fethullah hoca’nın insafına kalınmıştır. Çok abartıyorsun, bir iki cemaat mensubu kamudaki görevlerinden alınır ve sorun çok kolay halledilir diye düşünenler, cemaati tanımadıklarından, cemaatin elindeki bilgilerin mahiyetini bilmediklerinden ve gizli yerlere kadar sızmış cemaat mensuplarının neler yapacağını anlamadıklarından durumun ciddiyetini tahayyül edemiyorlar…”(Hanefi Avcı a.g.e. saf. 580) Başka bir yerde olay…
“…Olay bir örgütün, cemaatin devlet içerisinde ki elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir, karşımızdaki kişiler polis, hâkim ve savcı değil, örgütün/cemaatin elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil, cemaatin talimatlarını yerine getirmektedirler. İçinde bulunulan durum bu şekilde bilinip algılanmaz ise hatalı değerlendirme yapılmış olur…” (Hanefi Avcı a.g.e. sf. 584)
Cemaatin yönetim şekli ile ilgili ele geçen bir belgeden bahsediyor: “…Bunlardan bir tanesi Elazığ’ın Sivrice ilçesindeki bir camide 04.08.2002 tarihinde unutulan ve Ahmet Şahinalp isimli Maden Mühendisine ait olduğu anlaşılan çanta içerisindeki dokümanlardır. Bu belgelere göre bu kişi Elazığ Bingöl, Tunceli ve Malatya gibi o bölgedeki emniyet teşkilatını yöneten, cemaatin imamı denen yöneticisidir. Maden Mühendisidir ama bir eğitim kurumunda çalışıyor gözükmektedir…” [vii]
AKP-RTE iktidarı ve hükümeti bu anlatılanları biliyor, göz yumuyor, teşvik ediyorsa biliniz ki laik devlet çok büyük tehlike altında, Laik TC ine yönetenler tarafından ihanet var demektir.
AKP-RTE İKTİDARI OSMANLI GİBİ BİLİME KARŞI
Yine bu tür laik devlete karşı olan parti ve iktidarlar, tıpkı Kadızadelerin bilime, toplumsal gelişmeye karşı durdukları gibi, Evrim teorisine, laikliğe, çağdaş hukuka karşı durmak gibi çağdaş kurallara, prensiplere karşı durduklarını görmekteyiz.
Burada bir parantez açarak bir not düşelim. Avrupa’nın bütün okullarında Evrim kuralı bilimsel bir gerçek olarak okutulurken, sekiz yıldır iktidarda bulunan AKP-RTE iktidarı sürekli evrim kuralını reddetmekte; bu kuralı TÜBİTAK da ve dergisinde işleyen bilim adamlarını engellemektedir. Evrim kuralını doğrulayan binlerce birbirinden ilginç fosil ve kalıtların saklandığı MTA Tabit Tarihi Müzesi sekiz yıldır iktidar tarafından açılmıyor. Bu durumu, Türkiye’ye geldiği bir toplantıda öğrenen Batılı bir bilim adamı, “bilime karşı durmak kendi ayağına kurşun sıkmaya benzer” diyerek bu çağ dışı durumu yadsımıştır. Zaten Osmanlı da bilime karşı durmuyor muydu, ne oldu kendi ayağına kurşun sıktı… 
KADIZADELER
XVII. yyılda ortaya çıkan, Osmanlı Tarihinde “Kadızadeler” diye anılan ve halk arasında “Fakılar” diye bilinen bir grup aile vardır ki, Türk tarihinde devlette en uzun süre hâkimiyet kuran sözde dini hareket; gericiliğin, vurgunculuğun, rüşvetçiliğin temsilcisi idiler. Her türlü yeniliğe karşı çıkmaları yanında, düşündükleri ile yaptıkları arasında büyük zıtlıklar vardı. Kadızadeler, sırtlarını saraya ve diğer devlet adamlarına dayadıklarından, görevlerin alınıp satılmasını yürütüyorlar, devlet atamalarında önemli ölçüde rüşvet alıyorlar, rüşvete de karşı çıkmıyorlardı.
Avrupa’da, matbaa bulunalı yüz yıldan fazla olmuş, Osmanlı matbaayı getirmek şöyle dursun, devlet, Kadızadeler ve yandaşları gericiler yüzünden 500-600 yıl önceki zamanlardan bile geriye gidiyordu. Avrupa’da matbaanın bulunuşu ile, bilimin yayılmasındaki önemi kavrandığı için, matbaa ustaları her yeri dolaşıyor, şehir şehir, kasaba kasaba matbaalar kuruluyor, Avrupa böylece bilim ve sanatlarda ilerleyerek aydınlanma çağını yaşıyordu. Avrupa bilim ve teknolojide hızla ilerlerken, Osmanlı tek Türk’ün yaşamadığı Yemen’den Viyana’ya kadar uzak ülkeleri, sadece yağmalamak için fetih peşinde idi ve Osmanlı, “şeriat, günah” baskıları altında gericiliğin batağına saplanıyordu.
İşte bu Kadızadeler gibi gerici çıkış ve baskılar yüzünden Osmanlı, 600 yıllık saltanatlarında 9.,10., Ve 11. yüzyıldaki bilimde atılımlı yıllarını yaşayamamış, adeta daha da geriye gitmiş. O devirlerin bilim adamları ayarında bir Battani (858-929), İbni Sina (980-1037), Cabir Bin Hayyam (721-805), Sabit Bin Kurra (?-901), İbni Rüşd (1126-1198), Ömer Hayyam (?-1127), İbni Haysem (965-1051), Razi (864-925) Beyruni (973-1051) vb nice çağdaşları gibi İslam bilim adamlarını çıkaramamıştır.    
Öyle ki Kadızadeler cinayet işliyorlar, rüşvet yanında, daha başka utanç verici işler yapanları da bulunuyordu. Örneğin şu utanç verici iğrenç örneğe bir bakalım: Kadızadelerden bir zengin, konağında yetişen bir oğlanla fiili livata halindeyken, onun beline ipek bir uçkur taktığını görünce, “Şu haram kuşağı çıkar. Vücuduma değiyor, günaha giriyorum”, diyerek günah olanın yaptığı utanmazlık değil de, ipek giymek olduğunu söylemiştir… Akımın “Kadızadeliler” adını alması, bu anlayışı oluşturan kişinin adından gelmektedir.
“Kadızade” adını,  Balıkesir’de kadılardan doğan Mehmet Mustafa Efendi (1582–1635)den almışlardır. Kadı zadeler zaman zaman devlet ileri gelenlerini baskı, rüşvet, tehdit ederek çıkar sağlarlarmış. XVI. yyılda 150 yıl devlete el altından hükmetmişler, Osmanlı yönetiminin çıkarlarına uygun düşen yenilikçi düşünceleri değil, gerici düşünce ve eylemlerini kollama siyaseti, bir devlet siyaseti olarak toplumu şartlandırıyorlardı. Kadızadelerin hâkim olduğu bu süreç içinde devlet yönetimi, bu gerici aileler yüzünden çok büyük zaafa uğramış, devlet, bilim ve sanatta çok geri kalmıştır. Kadızadeler müspet ilimlerin, bu arada matematiğin öğrenilmesini; ezanın, Kuran’ın, kelime-i şahadetin makamla okunmasını; tarikatçıların devran ve sema yapmalarını, sigara ve kahve içilmesini; peygamberin ana babasının imanlı olduğunun söylenmesini; peygamber zamanından sonra ortaya çıkan uygulamaların sürdürülmesini, kabirleri ziyaret etmeyi; Hz. Hüseyin’i şehit ettiren Yezit’e lânet etmeyi; el öpmeyi ve selâm alırken eğilmeyi, bıyığı kırpıp küçültmeyi, kaşıkla yemek yemeyi vb. gibi olayları dinsizlik sayıyordu.
“….Kadızadelerin ele aldığı ilk mesele müspet ilim ve matematik okumanın caiz olup olmaması” idi. Osmanlının Kadızadeler döneminde gericilik öylesine zirveye çıkmıştı ki, bilimi okuyalım mı okumayalım mı tartışmaları yapılıyor, açıkça bilime, felsefeye karşı duruluyordu. Sonra işi azıtarak çeşitli istekler öne sürmek sureti ile hasımlarını öldürmeğe kadar vardırmışlardır.
Bilimsel kurallarla birlikte felsefeye de karşı cephe alıyorlar, felsefenin yasaklanmasını istiyorlardı. Böylece artık felsefi ilimlerle uğraşmayı kim başına bir belâ olarak alabilirdi.   Zorba Kadızadelerin baskısı, şerri ile artık ilme hız verme ve felsefi ilimlere yönelmeye kimsede şevk ve azim kalmamıştı. Bu olumsuz hava ve okutacak felsefe havasının bulunmaması ile felsefe ve matematik, fen programlardan kaldırılmış, dine ağırlıklı eğitime önem verilmişti. [viii]
 XVII. yyılın ortalarına doğru Küçük Kadızade Mehmet Efendi, Hz. Muhammed gibi eliyle yemek yemeyenlerin, Müslüman sayılamayacağını iddia etmeye kalkmış (adeta kaşığı yasaklama durumu doğunca,) Kapalıçarşı’daki kaşıkçı esnafının ayaklanmasına neden olmuştu.
Avrupa’nın bilim ve sanatlarda Osmanlı’yı geri bırakarak hızla ilerlediğini, Türk halkının da daha çok geri kaldığını, halkın eskisinden çok daha geriye götürüldüğünü gören, devrin ayrın görüşlü Alevi Türk Halk ozanları, Yunus Emre, Kul Nesimi, Kaygusuz Abdallar, Pir Sultan Abdalar vb mizah şairleri, yazdıkları birbirinden güzel hicivli şiirleri ile bu bağnazlığı taşlamışlar. Kadızadelerin tahriki ile bu ozanların hepsi, tarikatları, şeyhleri, müritleri onlara göre “dinsizdi”. Bunlardan çok daha ağır taşlama, hiciv şiirleri yazan Ömer Hayyam’dan 500 yıl sonra bu denli gerici, bilim dışı görüş ve uygulamalar, Osmanlının yıkılışını başlatmıştır.   
IV. Murat’ın ve fermanları, Kadızadelerden Mehmet Efendinin telkinleri ile içkiye, tütüne yasak konmuştur. Padişah Avcı Mehmet zamanında Kadızadelerin etkisi daha çok arttı. Kadızadeliler, devleti İslâmileştirip şeriatı her yere hâkim kılmak uğruna, Anadolu’da pak çok tekke şeyhini katlettirdi. Mevlevihanelerde sema edilmesi, hatta mezar ziyaretleri bile yasaklandı. Çıkarlarına ters düşen, şeyhülislâm, vezir vb devlet büyüklerine yıpratıcı dedikodu, isyan girişimi, kötü işler yapan bu güruhu, devlet Köprülüler zamanına doğru zorlukla önleyebildi. Nesiminin asılması, Sivas’ta Pir Sultan Abdal’ın asılması da bu zihniyetin uzantısıdır.
İstanbul’u uzun süre çalkantıdan çalkalantıya sürükleyen Kadızadeleri, nihayet Avcı Mehmet döneminde Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa, önde gelen liderleriyle toplayıp Kıbrıs’a sürerek, anacak yatıştırabildi. Saltanatları 1683 Viyana bozgununa kadar devam etti.  Kadı zadelerin bu sıkı tedbirlerinin hiç de işe yaramadığının farkına varan padişah, Kadızadelerin liderlerini imparatorluğun dört bir yanına sürgüne gönderdi; ama fikirleri uzun süre, yıkılmaya başlamış Osmanlıda devam etti.
1630 yılında, İstanbul halkının bir kısmı zevk-ü sefaya dalmış, yoksullar ve Anadolu Türk halkı, gerek eşkıya, gerek kıtlık ve yoksulluk nedeni ile inim inim inlerken, Kadızedelilerden biri padişaha gönderdiği uzun şiirine şöyle başlamış:
Hab-ı gafletten uyan ey âli Osman bilmiş ol,
“Aç gözün, elden gider, taht-ı Süleyman bilmiş ol”.[ix]
İster Osmanlıdaki Kadızadeler döneminde olsun, ister Cumhuriyet döneminde olsun tüm gericiler, gericilikten, irticadan nemalananların kullandıkları en büyük silah, dini ve dini simgelerdir. Şunu hiç unutmayalım, laik devlet, laik düşünce gittikçe, yıpratıldıkça, dini simgeler ve hurafe ön plana çıkacak, bilim dışı yollara sapılacak, ülke geriliğin, karanlığın bataklığına saplanılacaktır.
Osmanlı tarihi sürecinde dinin devlet işlerine karıştırılarak, din çıkar aracı olarak kullanmak süretiyle ülkeye çok büyük zararlar verdiğini, bu nedenle ülkeye en büyük tehlikenin, kötülüğün din kisvesi altında geldiğini, geleceğini bilen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu konuda bakınız neler diyor:
Bizi yanlış yola sevk eden habisler, bilirsiniz ki, büyük ölçüde din perdesine bürünmüşler saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırdılar. Hâlbuki elhamdülillah, hepimiz Müslümansız, hepimiz dindarız. Artık bizim dinin icabını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler, bize dinimizin esaslarını anlatmaya kâfidirler. Buna rağmen hafta tatili, dine mugayirdir gibi hayırlı ve akla, dine muvafık meseleler hakkında, sizi iğfal ve idlale çalışan habislere iltifat etmeyin. Milletimizin içinde hakiki ve ciddi ulema vardır. Milletimiz bu gibi ulema ile müftehirdir. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin itimadına mazhardırlar. Bu gibi ulemaya gidin: Bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz deyiniz. Fakat suret-i umûmiyede buna da ihtiyaç yoktur. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar vardır. Bu miyarla hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz”. [x]
Bizim Darbeci Kenan Evren’in çağdaşı olan Ziya-Ul Hak, Pakistan’a şeriat getirerek Pakistan’a tarihinin en büyük kötülüğünü yaptı. Şimdilerde Pakistan gericilerle, Taliban’la canhıraş kavga etmekte, Pakistan kaosa içinde kıvranmakta.
TÜRKİYE İRAN YOLUNDA MI?
AKP-RTE iktidarının, cemaatlerin öteki dinci grupların söylemlerine ve eylemlerine baktığımız zaman, ülkenin muhtemel rejim güzergâhı İran olmalı, diye düşünmekten insan kendini alamıyor. Hal böyleyken bizim Nobel alan Orhan Pamuk’umuz “evet” diyedursun, bakınız elin (İran’ın) Nobel alanı Şirin Ebadi’si “Türkiye’nin İran yolunda olduğunu” söylemekte. Şimdi Cumhuriyet internetten aldığımız buna ilişkin yazıya bir göz atalım:  “İranlı insan hakları savunucusu, Nobel barış ödüllü Şirin Ebadi’nin, Sakine Aştiyani’nin de bir kurbanı olduğu, İran’daki insan hakları ihlallerine karşı Türkiye’den beklentisi yok. Ebadi, Türkiye’nin de İran’ın yolunda gittiğini” düşünüyor.
Türkiye Müslüman, laik bir komşu ülke olarak İran’daki duruma nasıl bir katkı sağlayabilir? Bildiğiniz gibi iki hükümet arasında, örneğin nükleer çalışmalar konusunda bir diyalog var…” sorusuna Şirin Ebadi’nin yanıtı kısa ve net oldu:
“Bana kalırsa asıl İran Türkiye’yi etkiliyor. Türkiye İran’ın gitmeye çalıştığı yolu takip ediyor. Yani tam tersi oluyor.”
“İran’da 2009 yılında yapılan seçimlerden birkaç gün önce ayrıldığı ülkesine bir daha geri dönemediğini ve bu süreçte eşinin tutuklanıp işkence gördüğünü, tüm varlığına el konulduğunu, bütün bunlara rağmen kendi yaşadıklarıyla İran’dakilerin yaşadıklarının karşılaştırılamayacağını anlatan Ebadi, “Bırakın Türk halkı İran’daki insan haklarının içinde bulunduğu durumu görsün. İran’ın içinde bulunduğu ekonomik durumu görsün. Eğer Türkler böyle bir politikayı, bu koşulları beğeniyorlarsa onlar da İran hükümetinin izlediği çizgiyi izlesinler. Bu koşulları beğenmiyorlarsa aynı yolu izlemesinler” dedi. [xi]

KAYNAKLAR
[i]   Recep Tayyip Erdoğan 17.9.1994 Cumhuriyet
[ii]  Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla, C:1, S:119
[iii] Esas no: 2009/85, talepte bulunan D. Ali Özoğlu http://ahmetdursun374.blogcu.com/fetullah-gulen-cemaati-                      ortuluoperasyon/7088867


22 Şubat 2014 Cumartesi

SİZ DE UYUYANLARDAN MISINIZ? "Dünyayı Kimler Yönetiyor?"



CIA, FORD, ROCKEFELLER ve TAVİSTOCK
CIA'nın yaklaşık 50 yıldır uyguladığı en etkili toplumsal kontrol yöntemlerinden biri kamuoyunu değişik yapay uyarıcılarla ve şişme gündemlerle uyutmak ve kamoyunda beyin yıkama teknikleriyle istediği algıyı yaratmaktır. II.Dünya Savaşı sonrasında başlayıp bugüne kadar devam eden bu "algı mühendisliği", ABD ve ABD çıkarlarının gönüllü hizmetkarı durumundaki yerli işbirlikçilerin işini kolaylaştıran en önemli silahtır.
CIA'nın beyin yıkama ve algı mühendisliği gibi psiko-sosyo-kültürel savaş araçları "uyutma projesi" içinde yer alır. CIA, bu uyutma projesi için "insan hakları" ve "yardım kuruluşlarına" gizli fonlar aktarmıştır. "Eski Bir CIA yetkilisi, etkin ve prestijli vakıfların CIA'ya fon aktararak gençlik grupları, işçi sendiklaları, üniversiteler, yayınevleri vb kuruluşlara sayısız gizli operasyonlar düzenlettiğini, bunlara 1950'lerden itibaren 'İnsan Hakları Gruplarının ilave edildiğini açıklamıştır. " (Erol Bilbilik, İşgal Örgütleri, CIA, NATO, AB, 2.bs, Asya Şafak Yay, İst, 2008, s.9)
CIA, kontrol etmek istediği ülkelerde operasyon yapabilmek için Soğuk Savaş döneminin en önemli emperyalist kültürel projelerinden Ford Vakfı'nı ve Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü'nü kurmuştur.
Şeytan Üçgeni: CIA, Tavistock ve Rockefeller Vakfı
Ford Vakfı, ABD ve CIA'nın Avrupa'daki bütün gizli operasyonlarında görev almıştır. Vakfın temel amacı antiemperyalist ve ulusal sol hareketleri etkisiz kılmaktır. Guatemala'da Demokrat Arbenz ve İran'da Musatlık hükümetini deviren, Küba, Dominik Cumhuriyeti ve Nikaragua'da açık insan hakları ihlalleri gerçekleştiren CIA'nın Ford Vakfı'dır.
CIA, toplum mühendisliğine soyunarak dünyayı ABD istekleri doğrultuusnda biçimlendirmek amacıyla ise Tavıstock İnsan İlişkileri Enstitüsü'nü kurmuştur. Enstitü, 1921'de Londra'da kurulmuştur. I ve II. Dünya Savaşı yıllarında Psikolojik Savaş Örgütü olarak çalışan Tavıstock Grubu, Rocefeller Vakfı'nın yaptığı büyük bağışlarla 1946 yılında görev alanını genişleterek yeniden yapılandırılmıştır. Rocefeller, Tavistock'a daha geniş çaplı psikolojik savaş araştırmaları yapma ve uygulama görevleri vermiştir. (Age, s.17).
Tavistock Enstitüsü'nün ilham kaynağı ünlü psikanalist Sigmond Freud'un "İNSAN DAVRANIŞLARININ KONTROLU" konusundaki araştırmaları olmuştur. Enstitü, insan davranışlarını kontrol ederek, toplumları ABD çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek amacıyla kurulmuştur.
 Sigmond Freud
Tavistock Ensitüsü'nün ABD çıkarları doğrultusunda beyin yıkama tekniklerini John Colaman, "The Tavistock Instıtıte of Human Relations" adlı kitabında olanca açıklığıyla gözler önüne sermiştir

John Colaman'ın,"The Tavistock Instıtıte of Human Relations" adlı kitabı
 Dr John Coleman'ın CIA,Tavistock faaliyet şeması: İşte Dünyayı kimler yönetiyor? sorusunun yanıtı
Tavistock, KİTLESEL BEYİN YIKAMA TEKNİKLERİNİ ilk defa 1950'de Kore Savaşı'nda denemiştir.
"Geliştirilen, kalabalıkların kontrol metotları gizli ve halkın tepkisini çekmeyecek şekilde ABD halkı üzerinde denenmiş ve onların psikolojik tavırları tespit edilmiştir." (Age, s.18). Örneğin, 1933'de Tavistock Direktörlüğü'ne getirilen Alman Mülteci Kurt Lewin, ajanlarını düşmanalar arasına sızdırarak Harward Ünversitesi'nde geliştirilen propaganda ve beyin yıkama kampanyaları ile Amerikan halkını ABD'nin, Almanya'ya karşı savaşa girmesi için hazırlamaya çalışmıştır. (Age, s.18).
 Alman Mülteci Kurt Lewin

1950'lerden sonra tüm CIA Programları TAVİSTOCK'un rehberliğinde oluşturulmuştur.
Roosevelt ve Churchill'in hava saldırılarının tümü Tavistock laburatuvarların da kitlesel terörden elde edilen deneyimlere göre gerçekleştirilmiştir. (Age, s.18).
TAVİSTOCK'un  önecelikli hedefi "halkın psikolojik gücünü kırmaktır." Bu amaçla Dünya Düzeni Diktatörlerine muhalefeti engellemek, aile bağını zayıflatarak, aile, din, onur, milliyetçilik ve seksüel davranışları çökertmek için teknikler geliştirmek Tavistock bilim adamlarınca yıllarca üzerinde çalışılan konulardır. (Age, s.18).
Tavistock Programları, kontrol edilecek toplumdaki "kişilerin kimlik ve ırksal mensubiyetlerinin çökertilmesine göre dizayn edilmiştir." (Age, s.19).
Tavistock stratejilerinden biri de "uyuştucu haplar" kullanılması ve "sesksüel davranışların çarpıtılmasıdır". Bu amaçla 1960'ların LSD aykırı kültürü ve öğrenci devrimi için CIA 25 milyon dolar para harcamıştır.(Age, s.19).
Bugün Tavistock, ABD'deki vakıflar ağını 6 milyar dolarlık bir bütçe ile faaliyette bulundurmaktadır. ABD'nin dünya düzeni üzerindeki kontrolünü artırmaya yönelik programlar üreten 10 büyük vakıf ve bu fakıflara bağlı olan 400 kuruluş, 3000 araştırma ve düşünce kuruluşu, Tavistock'un doğrudan kontrolu altındadır.(Age, s.20)
Tavistock Enstitüsü ile kol kola çalışan Rockefeller Vakfı, aklınıza hayalinize gelmeyecek projelerle dünyayı kontrol etmenin hesaplarını yapmaktadır. Örneğin, Vakıf, dünya tarımını kontrol etmek için projeler geliştirmiş ve uygulamıştır. Vakfın Direktörü Kenneth Wernimont bu projeleri Meksika ve Güney Amerika'da uygulamıştır. Programın hedefinde bağımsız çiftçiler vardır. Çiftçilerin yok edilmesi, bağımlı hale getirilmesi, üretimin bitirilmesi anlamına gelmektedir. Bu şekilde dünya ABD'ye muhtaç hale getirilmek istenmektedir.(Age,s.21).Bu tarım projelerinin uygulandığı ülkelerden biri de 1950-1970 yılları arasında Türkiye'dir.(Bkz. Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, "Atatürk'ün Akıllı Projeleri", C.2, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2012, s. 123-133).
Tavistock'un en önemli programlarından biri BEYİN YIKAMA TEKNİKLERİ'dir.Tavistock Enstitüsü, sürekli ve kitlesel Beyin Yıkama yapmaktadır. İnsanların gerilim, korku ve endişe seli karşısında bırakılarak beyinlerinin sinirsel durumlarının değiştirilmesi amaçlanmaktadır. Nitekim Tavistock'un çalışmalarıyla, Küba Füze Krizi, bibiri peşi sıra dünyanın değişik yerlerinde siyasi liderlerin öldürülmesi, ve tvlerde hergün defalarca yayınlanan kanlı ve vahşi Vietnam Savaşı görüntüleri ile sarsılan ve bunalan 1960'lar Amerikan ve dünya gençliği zihinlerini sürekli meşgul eden milliyetçilik, sosyal sorumluluk, kamu yararı, etik değerler dünyasından uzaklaştırılarak, bireyselliği öne çıkaran Rocak müzik, uyuşturucular, holiganizm ve çarpık seks dünyasında teselli bulur hale getirilmiştir.

 Yıkanan Beyin
Özetle, CIA; Tavistock Enstitüsü, Ford Vakfı, Rokefeller Vakfı gibi kuruluşlarla hedef toplumları MIŞIL MIŞIL UYUTMUŞTUR, uyutmaktadır. Bu uyutmanın nasıl gerçekleştirildiği konusundaki ayrıntıları öğrenmek için "Mass Psychology: The Revolution Will Be Internalized" (Kitle Psikolojisi: Devrim içselleştirmiş Olacak) adlı sayfaya bkz.
NASIL UYUTULUYORUZ?
Uyutulucak toplum, öncelikle CIA uzmanlarınca siyasi, sosyal, kültürel ve psikolojik incelemelere tabi tutulur, daha sonra elde edilen veriler doğrultusunda o topluma uygun bir "uyutma paketi" hazırlanır ve bu uyutma paketi söz konusu toplumu istenilen yönde biçimlendirmek için yavaş yavaş uygulamaya konulur....
Uyutma paketi uygulamaya konulurken de çok dikkatli hareket edilir, söz konusu toplumdaki en güzide kişiler ve kurumlar seçilerek devreye sokulur... Zaman zaman bu kişi ve kurumlar bile "neye ve kime" hizmet ettiklerinden habersiz ABD ve CIA'nın gönüllü neferleri olarak toplumun uyutulması projesinde yer alırlar. Uyutma Paketi daha çok medya iletişim araçlarıyla uygulanmaktadır.

Dr. Emery, Tavistock Enstitüsü'nün projeleri doğrultusunda toplumsal UYUTMANIN üç sahfada gereçekleştiğini belirtmiştir:
1. Sahfa: Moral değerlerini yitirme (Demoralisation)
2. Safha: Zihni Bölünme (Segmentation) Bu sahfada birey, zihninde yerleşik olan ulus devlet görüşünden, birey olma içgüdüsünden kopup cemaat görüşüne geçer.
3. Sahfa: Zihni Ayrışma (Disassocation) Bu safhada birey, fantezilerle, gerçekleri birbirine karıştırıp bir anlamda "robatlaşmış bir birey" haline gelir. (Dr. Emery, "Gelecek 30 Yıl Konsept, Metot ve Antipati", Tavistock Magazine (Human Relations), ABD, 1967.)
 CIA'nın başta Tavistock Ensitüsü olmak üzere oluşturduğu sosya kültürel kontrol ağ şeması
TAVİSTOCK'UN TÜRKİYE'DEKİ AKTÖRLERİ
CIA'nın, Tavistock Enstitüsü aracılığıyla "uyutma paketi" uyguladığı ülkelerden biri de 1946'dan beri ABD'nin stratejik ortağı olan Türkiye Cumhuriyeti'dir... Türkiye Paketi, 1946'da hazırlanmış, Bu sırada çok sayıda ABD'li uzaman Türkiye'ye gelip Türk toplumunu, siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik bakımlardan derin incelemelere tabi tutmuştur. Bu incelemeler sonunda ABD'li uzmanlarca raporlar hazırlanmıştır. Bu raporlardan en önemlisi Atatürk'ün ekonomi modelini yok etmeyi amaçlayan Trunborg Raporu'dur. (Bkz. Sinan Meydan, AKL-I KEMAL,"Atatürk'ün Akıllı Projeleri", C.3, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 2012, s. 277 vd.) Türkiye'de bu ve benzeri raporlar doğrultusunda uyutma paketinin 1950'lerden sonra ilk uygulamaları yapılmış, 1980'lerden itibaren ise tam anlamıyla uygulanmaya başlanmıştır. Turgut Özal dönemi uyutma paketinin en iyi uygulandığı dönemlerden biridir. (Serbest Piyasa Ekonomisi adı altında devletin ekonomik varlıklarının satılmaya başlanması, dışa açılma adı altında yozlaşmanın başlaması, tüketim toplumu yaratılması, kısa yoldan köşe dönmecilik, rüşvetin yaygınlaşması vb. değerlerin aşındırılması, demokrasi ve STK adı altında cemaatçiliğin yükselişi vb.) Nitekim o dönemde kurulan ilk özel tv'inin adının Magic Box star 1 (Sihir/büyü kutusu) olması tesadüf değildir!

Bugün Türkiye'deki "uyutma paketinin" belli başlı aktörlerinin kimler ve hangi kurumlar olduğunu da siz düşünün, siz araştırın artık! Yanıtı bulmanız pek zaman almayacaktır!
"Yok böyle bir şey?" mi dediniz?
O zaman inanın bana siz de CIA' ve TAVİSTOCK'un uyuttuklarındansınız?  Uyanın artık!

Sinan MEYDAN - 2010
(Kaynak gösterilmeden kullanılamaz)

CIA Türkiye’de ve Bölgede Nasıl Operasyonlar Gerçekleştiriyor?



ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA'nın Başkanı Orgeneral David Petraeus, 6 ay aradan sonra tekrar Türkiye'ye geldi. (1) Petraeus, daha önce 12-13 Mart 2012 tarihlerinde ülkemize gelmişti.
Daha önceki CIA Başkanı Panetta da Türkiye’ye böyle sık ziyaretlerde bulunmuştu.
BU durumda şu soru ortaya çıkıyor: CIA Başkanları neden acaba senede 2-3 kez ülkemize geliyorlar?
Eski CIA ajanı Philip Giraldi’nin, Balkanalysis adlı internet sitesinde yayınlanan söyleşide, CIA’nin İstanbul bölgesi şef yardımcısı olarak çalıştığı 1986-1989 döneminde İstanbul’daki durumu değerlerdirirken “Ben orada iken İstanbul, Avrupa’nın en büyük CIA üssü idi.” Demişti.(2) Acaba bugün ABD’nin İslam’a ve İslam dünyasına karşı gerçekleştirdiği Haçlı savaşında da Türkiye, CIA’nin en büyük üslerinden birisi olmaya devam mı ediyor?
Şimdi daha güncel önemli bir soru belirginleşmiş bulunuyor: Bugünkü CIA Başkanı Petraeus, Türkiye’nin Suriye ile savaştırılması yolunda hazırlıkların yoğunlaştığı ve PKK’nın saldırılarının çoğaldığı bir sırada Türkiye’ye neden geldi ve Türkiye yetkilileriyle ve ülkemizdeki CIA birimleriyle neler görüştü?
Bu soruların cevapları merak konusudur.
CIA Başkanının Türkiye’ye gelmesi demek, Türkiye’de ve bölgede gizli operasyonların planlanması ve gerçekleştirilmesi demektir.
CIA Başkanının 6 ay önceki gelişinde CIA’nin hangi operasyonlarıyla ilgili görüşmeler ve planlamalar yapılmıştı, bu gelişinde hangi operasyonlar konuşulmuş ve görüşülmüştür?
PKK’nın arkasında ABD’nin olduğu kanıtlandığına göre, sözkonusu CIA operasyonlarının PKK ile hangi boyutlarda ilgisi ve ilişkisi olmuştur?
Yine CIA Suriye’deki isyanlar ve karışıklıklarla ilgili ne gibi yeni oyunlar ve operasyonlar sahneye koymak istiyor?
Elbette bu soruların cevaplarını önümüzdeki dönemde Güneydoğu sınırlarımızda ve Suriye’de meydana gelecek gelişmelerde bulacağız.
Ama CIA başkanı Türkiye’ye gelmişken, biz öncelikle şu soru üzerinde duralım: CIA Türkiye’de ne kadar yoğunlukta faaliyette bulunuyor? ABD istihbaratının memleketimizde ne kadar ajanı ve casusu vardır? Ve bu CIA ajanları Türkiye’de hakim olan sistemde nelere kadar nüfuz ediyor ve hükmediyor?

CIA TÜRKİYE’DENERELERE UZANIYOR?
2000 yılında, CIA’nin gizli yaptığını açıktan yapan kuruluşlardan olarak tanımlanan kısa adı NED olan, “National Endowment for Democracy”, yani Ulusal Demokrasi Fonu’na bağlı kuruluşlardan, National Democratic Institute’nin (Ulusal Demokrasi Enstitüsü/NDI) başındaki emekli büyükelçi, eski CIA görevlisi Nelson Ledsky, TBMM’de anayasa değişikliği oylamaları yapılmasından önce Türkiye’deki faaliyetlerini şöyle açıklamıştı: “NDI 1983’te kuruldu. O dönemde iktidarda olan Başkan Ronald Reagan yönetimi, demokrasilere yardımcı olmak amacıyla bir fon ayrılmasını öngören bir yasa çıkardı. Burada şuna dikkat çekmek istiyorum. Yıllardır ABD Merkezi Haber Alma Örgütü’nün (CIA) sınırlar ötesi bu tür faaliyetlerde bulunduğu konusunda şikâyetler vardı. CIA’nın başka ülkelerin içişlerine karışmasının önüne geçilmesi isteniyordu. Böylece 1983’te “Ulusal Demokrasi Fonu Yasası” (…) Kongre’den geçti. Böylece bu paranın dört enstitü tarafından kullanılması da kararlaştırıldı. Bunlardan birisi Cumhuriyetçi Parti’yle bağlantılı olan Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü (International Republican Institute), öbürü de Demokrat Parti’yle bağlantısı olan Ulusal Demokrasi Enstitüsü’ydü (NDI). Bunlardan başka Center for International Private Investment (Uluslararası Özel Yatırımlar Merkezi) var. Bu, ABD Ticaret Odası’na bağlı. Dördüncüsü ise AFL-CIO adlı ABD Sendikalar Federasyonu’yla bağlantılı. Bunların hepsi de 1983’te kuruldu. Benim koordinatörlüğünü yaptığım NDI tıpkı Alman vakıflarına benzer bir yapıda. (...) Farklı zamanlarda farklı projelerle ilgili çeşitli kuruluşlarla çalışıyoruz. İstanbul’da TESEV, TÜSES, TÜSİAD, Ankara’da Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı gibi kuruluşlarla çalıştık. Bazı Meclis komisyonlarıyla faaliyetlerimiz oldu. Özellikle Anayasa Komisyonu’yla ciddi temaslarımız oldu. İlki Muğla’da MUMİKOM adıyla başlayan Parlamento İzleme Komiteleri’yle çalıştık. NDI, demokrasiyi geliştirme, siyasette reform yapma konularıyla yakından ilgilenen her kuruluşa teknik yardımda bulunmaya hazır...” (3)

“CIA’DEN DE, MOSSAD’DAN DAYARDIM KABUL EDERİZ”
2003 yılının Haziran ayında, Türkiye Milletvekillerini İzleme Komitesi (TÜMİKOM) dönem sözcüsü Mustafa Durna, CIA kuruluşu NDI’den yardım aldıklarını doğrulayarak, şöyle konuşmuştur: “Gerekli yardımı yaptılar. Bizim projemiz ortada. Biz onlara ne sunduysak kabul edildi. İster CIA bağlantılı, ister KGB veya MOSSAD bağlantılı olsun, kimin sponsor olduğu bizi ilgilendirmiyor. Amacımızın dışında bir şey yaptırmadıktan sonra bunu bir sorun olarak görmüyorum.” (4)

“CIA KURYELERİMECLİS’TE!”
2003 Yılında ABD’nin Irak işgaline hazırlık yaptığı dönemde Washington Post Gazetesi yazarı Al Kamen, Türkiye parlamentosunda milletvekillerinin, Meclis'e gelmesi beklenen ikinci tezkerede olumlu oy kullanmaları için, ABD elçiliğinden görevlendirilmiş, CIA kuryelerinin Meclis’te olduğunu yazmıştı.(5)

GENELKURMAY: ABD’NIN AFOSİAJANLARI KARADENİZDE!
Genelkurmay, 2003 yılında İçişleri Bakanlığı'na gönderdiği gizli kriptoda, ABD Hava Kuvvetleri Özel Tahkikat ve Araştırma Bürosu'ndan (AFOSİ) bazı ABD'li askerlerin görev sınırlarını aşarak Giresun ve Trabzon gibi civar illerin halkıyla özel görüşmeler yaptığı uyarısında bulundu. Genelkurmay raporunda Ankara, İstanbul, İzmir ve Adana'daki askerî tesislerde görevlendirilen ABD'li askerlerin faaliyetlerine dikkat çekilerek, "Bu kişilerin görev sınırlarını aşarak Türkiye'nin değişik bölgelerinde araştırma yaptığı, bilgi topladığı, üst düzey kamu görevlileri ve vatandaşlarla özel görüşmelerde bulunduğu belirlenmiştir." denildi. Adana İncirlik Üssü'nde görevli bir AFOSİ personelinin hiçbir makamın bilgisi olmadan Giresun'da görüşmeler yaptığı, Trabzon gibi civar illerde benzer başka olayların da tespit edildiği uyarısında bulunulan raporda, AFOSİ görevlilerinin mahalli makamlar ile doğrudan temasta bulunamayacakları hususunda ilgili birimlerin talimatlandırılması istendi. (6)

3 BİN AJAN GÜNEYDOĞUANADOLU’DA NE YAPIYOR?
Şubat 2011'de açıklanan Genelkurmay, MİT ve Emniyet'in, 'yabancı ajanlar' konulu raporu ise olayın vahametini ortaya koyuyor: "Yabancı istihbarat servislerine çalışan 3 bin ajan Doğu ve Güneydoğu'da faaliyette. 13 ajanın son üç ayda sınır dışı edildiği belirtilen rapora göre, aralarında ABD, Rusya, İngiltere, Almanya, Yunanistan, İsrail, Belçika, İsveç ve Ermenistan'ın da bulunduğu 40 civarında ülkenin istihbarat servisleri adına çalışan 3 bin ajan Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde faaliyet gösteriyor. Bu kişilerin bir bölümü Kürt ırkçılığını körüklemek için çalışıyor, Kürtçülük ve ayrılıkçılık niyetiyle kurulan dernekler ve sivil toplum kuruluşlarına maddi ve manevi destekte bulunuyor. Genellikle arkeolog, sivil toplum kuruluşu temsilcisi, gazeteci, sosyolog, diplomat, yazar gibi kimlikler taşıyor. Ajanların en çok olduğu iller ise sırasıyla Diyarbakır ve Mardin. Dosyadaki ilgi çekici bilgilerden biri de her iki Körfez savaşıyla birlikte Türkiye'deki yabancı ajan sayısının artması.” (7)
2011’in başında 3 bin civarında olan yabancı ajanların sayısı, Türkiye’nin Suriye’ye karşı savaştırılması konusunda hazırlıkların büyük bir hız kazandığı, bölücü faaliyetlerinin hayli yoğunlaştığı günümüzde ne kadar olmuştur, tahmin edilebilir.

 “ABD KONSOLOSU’NUN VE AJANLARININGÜNEYDOĞU’DA GİZLİ GÖRÜŞMELERİ”
2007 yılının ilk aylarında Doğu ve Güneydoğu illerinde, bir grup milletvekili ile 10 ili kapsayan bir araştırma yapan İzmir Milletvekili Oğuz Oyan’ın hazırladıkları raporda, ABD’nin, sözkonusu yörelerde nüfuz artırma çabası ile Türkiye’nin altını oymağa çalıştığı ifade edildi. (8) ABD’nin bölgede yaptığı faaliyetlerdeAdana Başkonsolosu ve CIA ajanı Eric F. Gren’in büyük rol oynadığı belirtildi. Başkonsolos, yardımcısıyla birlikte Güneydoğu illerinde, Adana ve Mersin’de 6 ay boyunca gizli görüşmelerde bulunması yerel basın tarafından tepkiyle karşılandı. (9)

NYT: CIA AJANLARITÜRKİYE’NİN GÜNEYİNDE
Amerikan New York Times gazetesi, üst düzey ABD’li ve Arap istihbarat yetkililerine dayandırdığı haberinde, Türkiye’nin güneyinde faaliyet gösteren bir grup CIA ajanının Suriyeli isyancı gruplara silah sevkıyatını organize ettiği bildirildi. Ortaya atılan bir diğer iddia da bu silahların finansmanının Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan tarafından karşılandığı. Amerikan New York Times gazetesi, üst düzey ABD’li ve Arap istihbarat yetkililerine dayandırdığı haberinde, muhaliflere CIA aracılığıyla otomatik tüfek, tanksavar ve RPG verildiğini iddia etti.
Bu silah sevkiyatının, Suriye’deki Müslüman Kardeşler’in de aralarında olduğu bir grup aracıdan oluşan gizli şebekeler üzerinden yapıldığı ve silahların parasının da Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar tarafından ödendiği belirtildi. Gazeteye konuşan üst düzey ABD’li bir yetkili, CIA ajanlarının son birkaç haftadır Türkiye’nin güneyinde faaliyette olduklarını ifade etti. Gazeteye konuşan Arap istihbaratçı, “CIA görevlileri burada ve hem yeni kaynak hem de kendilerine çalışacak yeni kişiler bulmaya çalışıyor” dedi. CIA’nin Suriyeli muhaliflere tek yardımı silah ve mühimmatla da sınırlı değil. ABD’li yetkililer ve CIA ajanları, Suriye birliklerinin durum ve konum bilgilerine dair uydu görüntülerini ve başka bazı detaylı istihbaratı da muhaliflerle paylaşıyor. (10)
Amerikan Washington Post gazetesi de, Türkiye sınırında üslenen CIA ajanlarının yoğun faaliyetlerine dikkat çekti. (11)

CIA TÜRKİYE’DE VE BÖLGEDENASIL OPERASYONLAR YAPIYOR?
CIA demek operasyon demek olduğuna göre, ABD İstihbarat örgütü, Türkiye’de bu kadar yoğunlukta ajanlar ve casuslarla neler yapıyor ve nasıl operasyonlar planlıyor ve gerçekleştiriyor? Sorusu büyük önem kazanıyor.
Bu sorunun cevabını bir CIA ajanının itiraflarında bulabiliyoruz:
Reuel Gerecht adlı Eski CIA Ajanı “Know Thine enemy” (Düşmanını Tanı) adlı kitabında CIA’nin örtülü operasyonlarının nasıl gerçekleştirildiğini şöyle açıklıyor: “Örtülü operasyon, diplomasiden daha esnektir ve savaştan daha az telefat verdirir. Örtülü operasyon, gazeteler, dergiler, radyolar, uluslar arası konferanslar, gazeteciler, akademisyenler ve gerilla örgütlerini finanse etmekten kurtarma operasyonlarına ve darbelere kadar pek çok alanı kapsar.” (12)
İslam’a ve İslam dünyasına savaş açan ABD’nin İstihbarat örgütünün ülkemizde ve İslam ülkelerinde nasıl operasyonlar gerçekleştiriyor olabileceğini Eski CIA ajanının sözkonusu itirafından anlıyoruz. Nitekim Eski Sovyet ülkelerinde yapılan renkli darbe operasyonlarından sonra İslam coğrafyasında gerçekleştirilen “Adap Baharı” darbelerinin merkezinde ABD’nin İstihbarat servisleri yok mudur? Sözkonusu İstihbarat örgütleri bu darbeleri sevk ve idare ederken Türkiye’yi merkez üs olarak kullanmamışlar mıdır?

TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK GARDINEDEN BU KADAR DÜŞTÜ?
Ama burada asıl sorgulanması gereken konu, Türkiye’de yabancı istihbarat ajanlarının ve casuslarının bu kadar rahat ve yoğun faaliyetlerde bulunabilmesidir. Bu olay Türkiye’nin güvenlik gardının ne kadar düştüğünün, milli savunma ve korunma hassasiyetlerinin ne kadar zaafa uğradığının apaçık bir göstergesidir.
Neden böyle olmuştur?
Türkiye neden bu kadar tepkisiz, dirençsiz ve savunmasız hale gelmiştir?
Memleketimiz ve devletimiz sahipsiz değildir, olamaz, olmamalıdır.
Müslüman Türk milleti bunun için vardır ve var olacaktır, inşallah!
Yüce Allah milletimize yardım etsin, güç ve kuvvet versin.
Sevgiler, saygılar…
Hasan Erden
13 Eylül 2012 13:36
herden1950@hotmail.com