“Türk
ulusu için, “en son çare” olarak,
meşru
direnme hakkının tüm koşulları oluşmuştur.”
Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN 7 Ağustos l929'da
Eskişehir-Sakarya'da,8 Ağustos'ta bir konuşma yapmış ve bu konuşma Ankara
Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yayımlanmıştır.
“Türk Milleti, kendinin ve memleketinin yüksek
menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu alçak, vatansız, milliyetsiz
beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara
müsamaha edecek bir heyet değildir. Türk Milletinin sosyal düzenini bozmaya
yönelen didinmeler boğulmaya mahkûmdur.”
Yine Atatürk Bursa Nutkunda; “Türk genci
İnkılâpların sahip ve bekçisidir, bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük
bir hareket duydu mu, bu memleketin polisi vardır, adliyesi vardır
demeyecektir, hemen müdahale edecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi
varsa onunla eserini koruyacaktır.” demektedir.
1982 Anayasasının başlangıç hükmünde de
Anayasa “Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk
evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi” olunmuş,
böylelikle Anayasa’yı koruma görevi, Türk evlatlarının vatan millet sevgilerine
ve uyanıklıklarına bırakılmıştır. Yani Türkiye Cumhuriyeti Anayasası “vatandaşların
uyanık bekçiliğine” emanettir. Bu ifadeyle, her “Türk Evladına” Anayasa’yı ve anayasal düzeni koruma görev ve
sorumluluğu verilmiştir. Bu görev ve sorumluluk, son kertede düzenin
değiştirilmesine, Anayasa'ya ve hukuka aykırı tutum ve davranışlarıyla
yasallığını yitiren bir iktidara karşı “direnme görevini” de içermektedir.
Anayasa Mahkemesi, 1 Şubat 1988 günü kurulan Sosyalist
Parti Tüzüğü’nün 18. maddesindeki “direnme hakkı”na ilişkin düzenlemeyi Anayasa
ve Siyasi Partiler Yasası’na aykırı bulmayarak; Tüzük’teki bu düzenlemenin
siyasal partinin kapatılmasına gerekçe oluşturmayacağını kabul etmiştir. Bu
kabul doğrultusunda da, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açtığı kapatma
istemli davayı reddetmiştir. (08.12.1988 günlü, E.1988/2-SPK, K.1988/1 sayılı
karar)
AYM bu kararında, “direnme hakkı”nın bireysel özgürlük
alanı içinde olduğunu benimsemiş, bu hakkın anarşiye neden olacağı savını ise
kabul etmemiştir. John Locke’ın da belirttiği gibi, “Sözleşme’nin feshi anarşi
doğurur kaygısıyla insanlar diktatörlüğü kabul etmek zorunda değildir.”
Halkına karşı insan haklarına aykırı bir şekilde baskı
kuran yönetimlere karşı direnme hakkını kullanması uluslararası hukuk açısından
da korunmaktadır. TC Anayasası’nın 90. maddesinde, “yöntemine göre kabul edilen
uluslararası sözleşmelerin iç hukuk normu olarak kabul edildiği” kurala
bağlanmıştır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca 10 Aralık 1948
günü kabul edilen ve Türkiye tarafından 6 Nisan 1949’da onaylanan İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi’nin önsözünde yer verilen, “insan haklarının tanınmaması
ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk eden…” ile “insanın
istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için”
ifadeleri, Bildiri’nin direnme hakkını bir insan hakkı olarak kabul edildiğini
göstermektedir.
Bu ifadelerin, Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca iç
hukukumuza taşındığını vurgulamak yeterlidir.
Yani “direnme hakkı” tamamen
hukuki ve felsefi temeli olan, temel bir insan hakkıdır. Başka bir söylemle
doğal hukukla uyumlu olmayan bir sosyal düzene karşı isyan etme, “direnme”
hakkı uluslar arası hukukta yüz yıllardır yerini almış meşru bir haktır.
ABD, AB'ye bağımlı, NATO, PENTAGON, IMF, DB, CIA, vb.
emperyalist kurum ve kuruluşların, uluslar ötesi tekelci sermayenin ve yerli uzantılarının
çıkarlarını korumak için ülkemizde politika yapan siyasi partiler kullanılarak
Türk ulusunun neredeyse tüm maddi varlıkları zorla ve hile ile elinden
alınmıştır. Yeraltı, yer üstü madenleri, fabrikaları, işletmeleri ve limanları
yağmalanmıştır. Türk ulusunun vatan toprakları, stratejik değeri yüksek yöreler
yabancılara peşkeş çekilmektedir.
Dinciliği, küresel çete tarafından kurgulanan
diktatörlüğünü perçinlemek için bir dolgu malzemesi olarak kullanan AKP
hükümeti, on bir yılı aşkın bir süre boyunca uyguladığı işbirlikçi, gerici ve
halk düşmanı politikalarının ardından büyük bir bunalımın içine düşmüştür.
Türkiye’nin emperyalist politikalara karşı durma olasılığı bulunan kurumları
AKP iktidarınca etkisizleştirilmiş, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin
ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılmıştır. Türkiye en planlı, en
büyük, en organize ve Anadolu’nun tarihinde daha önce hiç görmediği “İttifak
devletleri” mantığındaki haçlı orduları tarafından tek bir kurşun bile
atılmadan işgal edilmiştir. Bu silahsız işgal önce beyinlerde, şimdi de
anayasal ve yasal düzenlemelerle meşrulaştırılmaktadır.
Son 60 yıldır yetersiz de olsa uygulanan demokrasi ile
oluşturulan Parlamento erozyona uğratılmış, işlevsizleştirilmiştir. Parti içi
demokrasi kanallarını bilinçli olarak tıkayan diktatörlük heveslisi parti
liderlerince halka dayatılarak seçtirdikleri milletvekillerinden(!)
oluşan parlamento, ülke ve ulusun sorunlarının çözümü yerine, AKP’nin
icraatlarını meşrulaştırma işlevi gören bir organa dönüşmüştür. Muhalefeti ve
iktidarıyla parlamento, ulusun sorunlarının çözümleme işlevini yitirmiştir.
Hükümetin meşruiyet bunalımı olarak ortaya çıkan bu
kriz, ne tek başına yolsuzluklarla ne de yargı sistemindeki mutlak tıkanmayla
açıklanabilir. AKP hükümeti, kendisiyle birlikte iktidara yerleşen güçlerle
beraber, bir bütün olarak iflas etmiştir.
İktidar Son günlerde, ortada çok büyük yolsuzluk,
rüşvet iddiaları ve bununla ilgili bir soruşturma varken, soruşturmanın
yasalara ve hukuka uygun biçimde yürütülmesini önlemek ve olayın üstünü örtmek
için kendi koyduğu yasal kuralları ve Anayasa'yı çiğneme arsızlığını
göstermektedir.
Hiçbir siyasi iktidarın, hukuka ve Anayasa'ya aykırı
bir düzenleme yapma yetkisi yoktur. Anayasalar iktidarları hukuk ile sınırlayan
metinlerdir. Seçilmiş her siyasi iktidar, Anayasa'nın bu kurallarına uymakla
yükümlüdür.
İnanılmaz bir keyfilikle Ceza Yargılama Yasası'nı
hükümleri ve ilkelerini göz ardı etmekte, bir yandan toplumsal muhalefeti
tasfiye operasyonu yaparken -son bir gayretle, HSYK’ ya da temsil ettiği
hukukun üstünlüğünü, TBMM’de çoğunluğu elinde tutan partisine bağlamaya
çalışmaktadır. Ülkenin ve ulusun tüm kurum ve değerleri “Tek parti
diktatörlüğü” adına heba edilmektedir.
Önerdikleri çelişkili, yapay çözüm önerileri ile
toplumsal muhalefeti oluşturan bileşenlerin kafasını bulandıran, toplumsal
safları ayrıştıran muhalefet partileri kitlelere önderlik
yapmamakta/yapamamaktadır.
Muhalefet etmeyi seçim sandığına indirgeyen, seçimleri
toplumsal muhalefetin giderek yükselen öfkesini dizginleyen bir dalgakıran
olarak gören muhalefet partileri, bunalımdan çıkışı seçimlerde sağcı adaylar
göstererek sağ seçmenin oylarını almakta görmektedir. Bu çözüm değil,
çözümsüzlüğün halka dayatılmasıdır.
Ortalama zekâya sahip olanları bile isyan ettiren bu
akıl dışı proje, Egemen güçlerce uzun süredir alt yapısı oluşturulan, Erdoğansız
AKP ile krizin şiddetini azaltma ve bugünkü işbirlikçi, dinci, piyasacı rejimi ayakta
tutma çabalarının ürünüdür. Egemenlerin çözüm olarak önümüze sürdükleri seçim
ve sandık pazarlayıcılığı ise, seçimlerde biri diğerinden farksız seçeneklerden
birini tercih etme dayatmasıdır.
Tüm bu veriler açıkça göstermektedir ki; ulusal
devleti, maddi varlıkları, canı, onuru ve şerefi dıştan ve içten ağır bir
saldırıyla karşı karşıya kalan Türk ulusu için, “en son çare” olarak, meşru
direnme hakkının tüm koşulları oluşmuştur.
Hukukun amacı, toplumun ve bireylerin güvenliğini,
iyiliğini ve mutluluğunu gerçekleştirmek, adalet, eşitlik ve hürriyeti sağlayıp
devam ettirmektir. Baskı ve zulüm boyutuna varan hukuksuzluk direnme hakkını
doğurur. Çünkü zulüm, baskı ve
adaletsizlikle yönetilmeye razı bir toplum bugüne kadar var olmamıştır ve
olması da mümkün değildir
Kaldı ki; Mustafa Kemal Atatürk söylese de söylemese
de, Anayasa yazsa da yazmasa da insanlığın doğuşundan bugüne kadar, insanların
haksıza, gayri meşru ya karşı direnme hakları vardır. Bunun anarşi ile değil,
tersine düzenin korunmasıyla ilgisi vardır ve böyledir. “Direnme hakkı”;
hukuksallığını ve meşruluğunu yitiren hükümeti, “değiştirmek” ya da en azından onu yasa dışı ve
haksız eylemlerini geri almaya zorlamaktır.
2013 yaz
aylarında toplumun büyük kesiminin ortak talebi haline gelen “Hükümet İstifa”
sloganıyla başlatılan, Anayasa ve yasalara aykırı davranışlarıyla hukuksal
dayanaklarını yitiren, hukuku dışlayan, hukuk devleti yerine baskı rejimi kuran
bir iktidara karşı “direnişi”, bu kez sonuç alınıncaya dek daha güçlü ve
örgütlü bir biçimde yeniden yükseltmenin tam zamanıdır.
“Direnme hakkı”nın kullanılmasında gösterilecek en küçük bir tereddüt ya da erteleme,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin sonunu getirecek, ulusal devletini kaybedecek
Türk halkını sömürgecilerin kölesi yapacak durumları yaratacaktır.
15 Ocak 2014 Isparta
Mahmut ÖZYÜREK
Ulusal Eğitim Derneği
Isparta Şb. Başkanı