30 Aralık 2013 Pazartesi

Yeni Yılınızı Kutluyoruz. ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ ISPARTA ŞUBESİ



Zulüm imparatorluğunun tahtını sallayarak
Ateşlediğimiz Bağımsızlık Meşalesinin
Halkçı-Devrimci Bir İktidarla Taçlanması Umuduyla
Yeni Yılınızı Kutluyoruz.
ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ ISPARTA ŞUBESİ

Kılıçdaroğlu’ndan şoke eden ifade: Türkiye ve halkımızın geleceği için gidiyoruz



Kılıçdaroğlu’ndan şoke eden ifade:
Türkiye ve halkımızın geleceği için gidiyoruz


Geleceğini ABD’de aramak!..
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ABD’ye hareketinden önce Atatürk Havalimanı VIP Salonu’nda basın toplantısı düzenledi. CHP’nin iktidara talip olduğunu, bölgeyi ve dünyayı ilgilendiren planlarını, heyetlerle paylaşacaklarını belirten Kılıçdaroğlu’nun  “Türkiye için, halkımız için ve halkımızın geleceği için gidiyoruz” ifadesi şaşkınlık yarattı.

Kelin ilacı olsa başına sürer
ABD temaslarından yüksek beklentiler uman ve bu amaçla ziyaret gerçekleştirdiğini açıklayan Kılıçdaroğlu’na kötü haberi, CIA’nın Orta Doğu eski Şefi Graham Fuller verdi: Washington’u artık kimse umursamıyor. İşler giderek kötüye gidiyor. ABD’nin çöküşte olduğuna, güçten düştüğüne, etkisizleştiği ve tutarsızlaştığına dair yürek sızlatan duygu var.

Dünya ABD’den nefret ediyor
ABD’nin yüz binlerce Müslüman öldürdüğünü itiraf eden Fuller şöyle devam etti: Böylelikle nefret uyandırdık ve sürekli bir terörist üretimi kaynağına, kalıcı bir El-Kaide’ye yol açtık. Suriye krizini çözemedik. Türkiye ve Suudi Arabistan’a destek vermemeliydik. Dostlar birbirlerinin sarhoş araba sürmesine izin vermez. ABD’nin durumu kötüye gidiyor. GÜNCEL, Sayfa 9

CIA’nın derin kulağı
ABD’nin çöküş içinde olduğunu açıklayan Graham Fuller, SSCB’ye karşı oluşturulan “Yeşil Kuşak” projesinin fikir babası. CIA Orta Doğu Şefi olarak da görev yapan Fuller, AKP hükümetinin yürüttüğü PKK açılımının mimarları arasında yer aldı. İktidarı PKK üzerinden yürüttüğü müzakereler Fuller’ın Türkiye uzmanı Prof. Henri Barkey’le birlikte hazırladığı rapor üzerinden yürüyor.
CHP’nin Genel Başkanı olarak ilk kez ABD’yi ziyaret edeceğini açıklayan Kemal Kıçıldaroğlu, davetin Amerikan Kongresi ve 3 düşünce kuruluşu tarafından geldiğini söyledi.

Halkımızın geleceği
için ABD’ye gidiyoruz
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Amerika’ya giderken havaalanında söylediği bu sözler şaşkınlığa yol açtı.

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu çeşitli temaslarda bulunmak üzere ABD’yi gitti. CHP liderinin, havaalanında söylediği “Türkiye için, halkımız için ve halkımızın geleceği için gidiyoruz” sözleri ise şaşkınlıkla karşılandı. Kılıçdaroğlu, ABD’ye hareketinden önce Atatürk Havalimanı VIP Salonu’nda düzenlediği basın toplantısında, CHP’nin Genel Başkanı olarak ilk kez ABD’yi ziyaret edeceğini söyledi. Washington’a, Amerikan Kongresi ve 3 düşünce kuruluşunun daveti üzerine gittiğini belirten Kılıçdaroğlu, ziyareti kapsamında, ABD Başkanı Barack Obama’nın Ofisi, ABD Dışişleri yetkilileri ve Pentagon ile de temaslarının olacağını ifade etti.
Anamuhalefet Partisi olarak yapacakları ziyaret sırasında herhangi bir konuda müzakere yapmayacaklarını ve müzakerenin de gündemlerinde olmadığını aktaran Kılıçdaroğlu, “Ziyaretimizin amacı CHP’nin görüşlerini, düşüncelerini, ilke ve değerlerini Amerikalı muhataplarımızla paylaşmaktır” dedi.

İktidara talibiz
Temel mesajlarının tam demokrasi, temel özgürlükler, barış, refah ve istikrar olacağını vurgulayan Kılıçdaroğlu, “Türkiye’nin sadece iktidar partisinden ibaret olmadığını ve iktidara talip olan CHP’nin, Türkiye’yi, bölgesini ve dünyayı ilgilendiren bütün konularda gelişmiş değerlendirmeleri ve planları olduğunu anlatmaktır. Tıpkı Paris, Londra, Brüksel, Pekin, Bağdat ve Mısır’da yaptığımız gibi... Bu bağlamda tam demokrasi ve özgürlükler, sorumlu ve istikrar üreten bir dış politikayla, güçlü bir ekonomiyle CHP iktidarında nasıl ulaşılacağını ayrıntılarıyla ifade edeceğiz” diye konuştu.
Temaslarının ağırlığını kongre üyeleriyle yapacakları görüşmelerin oluşturacağını anlatan Kılıçdaroğlu, şu bilgileri verdi: “Ziyaret kapsamında 3 ayrı düşünce kuruluşu ve John Hopkins Üniversitesi’nde konuşmalarım olacak. Türk ve Amerikan iş çevreleri, Amerika’daki Türk toplumu ve Türk-Amerikan bilim insanlarıyla ayrıca bir araya geleceğiz. Amerikan siyasetinde ve toplumsal hayatında önemli bir yer tutan Yahudi kuruluşlarıyla da toplantımız olacaktır. Bu süreçte Wall Street Journal ve Washington Post gazetelerinin yönetimleriyle de bir araya geleceğim.”

Karşılıklı çıkar
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, ziyaret esnasında partisinin hedef ve vizyonunu anlatacaklarını ifade ederek, “CHP olarak karşılıklı saygı, ortak değer ve çıkarlara dayalı eşitlik temelinde sürdürülebilir, sağlam ve sağlıklı bir ilişki istediğimizi kendilerine anlatacağız. Bugüne kadar gerek Avrupa gerek komşu ülkelere hangi amaçla gittiysek, Amarika’ya da aynı amaçla gidiyoruz. Türkiye için, halkımız için ve halkımızın geleceği için gidiyoruz” ifadelerini kullandı.

Washington’ı kimse
artık ciddiye almıyor
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Türkiye için, halkımız için ve halkımızın geleceği için gidiyoruz” diyerek medet umduğu Amerika’da işler pek yolunda değil... Fethullah Gülen’in Amerika’da Yeşil Kart almasına da referans olan CIA eski istasyon şefi Fuller, ülkesindeki işlerin kötü olduğunu yazdı. The Christian Science Monitor’da’daki makalesinde Fuller şunları kaydetti: “İşler kötüye gidiyor. Bir zamanlar üzerinde kabaca uzlaşma olan Amerikan dış politikası şimdi bir mikrobun yayılmasına benzer şekilde dağılıyor. Gerçekliğin birbirine ters iki ayrı görüntüsü var. İkisi de ürkütücü. Bir yanda her şeyin elden kayıp gittiğine, ABD’nin çöküşte olduğuna, güçten düştüğüne, etkisizleştiği ve tutarsızlaştığına dair yürek sızlatan duygu var.
Kararsızız, şüphelerle doluyuz, müttefiklere sırt çeviriyoruz, kenara çekiliyoruz, işlerin hallini başkalarına bırakıyoruz, şeytanla iş tutuyoruz, ahlaki sorumluluklarımızdan kaçıyoruz, küresel demokrasi vizyonumuzu terk ediyoruz, küresel güvenliği sağlayamıyoruz, ordumuzu iğdiş ediyoruz, herkesin görebileceği temkinli, kararsız, ürkek ve tutarsız bir portre çiziyoruz.
Irak’tan işimizi bitirmeden erken ayrıldık, Afganistan’da da öyle. Suriye’de kimyasal silahlar kırmızı hattımızdır dedik, sonra geri adım attık, Orta Doğu’daki menfur rejimlere karşı duruşumuzu kundaklayan aç Ruslar tarafından kandırıldık.
Suriye’deki tutarsız tavrımızla Esed rejimine karşı mücadelelerinde onları yalnız bırakarak İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri gibi sağlam müttefiklerimizi zor duruma soktuk. Tahran’da güler yüzlü din adamına tuzağına düşerek göz kırptık, ilkeye dayalı yaptırımları azaltmaya, nükleer programlarını durdurma kararlılığımızı müzakereyle değiştirmeye ve tehlikeli rejimlerini dünyaya tekrar kabul ettirmeye giriştik. Suudileri ortada bıraktık ve güvenilmez ve saf olarak algılanır olduk. Kimse artık Washington’ı ciddiye almıyor.

Binlerce Müslüman öldürdük
Şimdi de aynanın öbür yüzüne bakalım. Yabancı ülkelerde yüz binlerce Müslüman öldürdük, böylelikle nefret uyandırdık ve sürekli bir terörist üretimi kaynağına, kalıcı bir el-Kaide’ye yol açtık. Suriye krizini çözemedik, fakat vicdanımızı tatmin etmek için füzeleri gönderseydik muhtemelen kargaşa büyüyecek, radikal cihatçılar sahneye hâkim olacaktı. Kötü tasarlanmış Suriye politikalarında Türkiye ve Suudi Arabistan’a destek vermemeliydik. Dostlar birbirlerinin sarhoş araba sürmesine izin vermez. ABD’nin durumu kötüye gidiyor. Ve biz henüz bunun farkında değiliz.”
http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=9171

AKP ARTIK İKTİDARDA İŞGALCİDİR




Türkiye’de artık hukuken, siyaseten, tarihen ve ahlaken bir hükümet yok. Bırakın formel (biçimsel) bakımdan hukuk devleti olmayı, Türkiye artık bir kanun devleti bile değil. AKP Hükümeti 25 Aralık 2013’ten itibaren bir Cumhuriyet hükümeti değil, iktidarı işgal eden bir kliktir. Devlet içindeki hiziplerden biridir.

AKP kendisini iktidara taşıyan bütün iç ve dış dinamikleri hızla yitirmektedir. Silkelense düşecek haldedir. Silkelenmeli ve düşürülmelidir. Bunu yapacak güç, taraflardan birinin yedeğine düşmeyen, bağımsız bir halk hareketi ve toplumsal muhalefettir.

Geçen haftaki yazımda Türkiye’nin yeniden fetrete düştüğünü, yani merkezi otoritenin ve devlet örgütünün çeşitli iktidar odakları arasında parçalandığını belirttim. Daha önce iktidarı paylaşanlar, Cumhuriyeti birlikte imha edenler, bugün devlete egemen olmak için birbirine girdiler. Kuralsız bir çatışma içindeler. Türkiye’nin yeni fetret döneminde, bir şehzadeler savaşına tanık oluyoruz. Eğer bir ülke fetrete düşmüşse, orada iktidar yok demektir.

Türkiye’de bugün hükümeti elinde tutan ve gırtlağına kadar yolsuzluklara batan AKP ile Emniyet ve Yargı başta olmak üzere devlet içinde ve toplumda örgütlü olan Fethullah Gülen Cemaati arasında şiddetli bir iktidar mücadelesi var. Bu iktidar savaşının Ortadoğu’daki gelişmelerle; AKP dış politikasının Suriye, Mısır ve İran’da büyük başarısızlığa uğraması ve bu alanda ABD ve Batı ile ters düşmesinin büyük payı bulunuyor.

AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan, 17 Aralık yolsuzluk soruşturması ile büyük yara almış durumda. Gezi Direnişi’nin çözücü etkisinin bir sonucu olan bu soruşturma, iktidar çatışmasının en önemli hamlesini oluşturdu. Ancak hangi nedenle başlamış olursa olsun, bu olay kirli koalisyonun bütün pisliklerini ortalığa saçtı. Sonuna kadar bunun üzerine gidilmeli ve toplumsal muhalefet olayın peşini bırakmamalıdır.


AKP’NİN SUÇ İTİRAFI

AKP Hükümeti’nin sözcüleri, başta Erdoğan olmak üzere en yetkili ağızlar devlet içinde bir çetenin bulunduğunu ilan etti. Bu bir suç itirafıdır.

Erdoğan ve parti sözcüleri, özellikle Emniyet ve Yargı içinde örgütlü olan bu çetenin, hükümete karşı bir darbe girişiminde bulunduğunu da ileri sürdüler. Çeteyi tanımladılar.

Yandaş gazeteciler, Yalçın Akdoğan gibi Erdoğan’ın siyasi danışmanı milletvekilleri bu çetenin Ergenekon, Oda TV, Balyoz gibi davalarda komplo kurduğunu da açıkladı.

Bu açıklamalar birinci dereceden tanıklık ve suç itirafıdır. İhbardır. Bugüne kadar bizim ileri sürdüğümüz bütün tezlerin doğrulanmasıdır. Çünkü bu açıklamaları yapanlar, sözünü ettikleri çetenin ortaklarıdır. Adı geçen bütün operasyon ve projeleri birlikte gerçekleştirdiler. Rejimi birlikte değiştirip dinci-faşizan bir diktatörlüğün inşasına giriştiler. Dolayısıyla bu itiraflar, olayın failleri ve birinci dereceden tanıkları tarafından yapılmaktadır. Bu ciddiyetle ele alınmalıdır.

AKP, devlette çete var demekle; bu yasadışı örgütlenme ile 11 yıldır iktidarı paylaştığını; valileri, Emniyeti, milletvekillerini ve bakanları aralarında pay ettiklerini de kabul etmiş oluyor. Ortada bir suç ortaklığı var.


AKP’NİN KARŞI DARBESİ

Adli Kolluk Yönetmeliği'nin hükümet tarafından yasalara ve Anayasa'ya aykırı olarak değiştirilmesi, Emniyet Örgütü’ndeki büyük tasfiye operasyonu ve polisin savcının emrini dinlemeyerek yeni yolsuzluk soruşturmasını engellemesi tam anlamıyla hukukun çöküşüdür. Devletin iktidar odakları arasında parçalanmasıdır. Anayasal suçtur. Dahası Anayasa'nın askıya alınmasıdır.

Bu hamle bir AKP darbesidir. Erdoğan kliğinin hükümet aracılığıyla, kendi kurduğu hukuk düzenine karşı bu darbe girişimi, durumun sanılandan daha vahim olduğunu göstermektedir. Yargı, yürütmenin kontrolüne alınmak istenmiş, ancak bu konuda Cemaati de aşan bir devlet refleksi ile direniş başlamıştır.


HUKUKUN DEĞİL SİYASETİN YASALARI

Artık bu aşamadan sonra Türkiye’de hukukun değil, siyasetin yasaları belirleyici olacaktır. Bu durum toplumların ve ülkelerin tarihlerinde çok önemli ve büyük kriz dönemlerine (savaş, işgal, iç savaş gibi) özgüdür.

Hukukun kuralları görece istikrarlı, normalleşmenin sağlandığı, hayatın olağan akışının sürdüğü ve daha da önemlisi meşru bir merkezi siyasal otoritenin bulunduğu dönemlerde geçerlidir. Türkiye’de böyle bir ortamın kalmadığı anlaşılıyor.

Artık sadece eski iktidar ortakları arasında değil; bütün toplumsal ve siyasal aktörlerin devreye girdiği bir çatışma yaşamaya başladı. Ülke hızla ulusal bir krize doğru sürükleniyor.


CEMAAT DESTEKLENİR Mİ?

Bu kavgada taraf olmak başka şeydir, yolsuzlukların üzerine gidilmesi ve açığa çıkarılarak hesap sorulmasını istemek başka şey. Ancak bu çatışmada taraf olmak, yani çatışan iki taraftan birini desteklemek büyük bir siyasal ve tarihsel hata olacaktır. Dahası bu ahlaken de savunulabilir bir durum değildir.

Çünkü Cemaatin denetimindeki aynı Yargı ve Emniyet, AKP Hükümeti'nin de desteği ve himayesinde Ergenekon ve diğer davalarda birlikte komplo kurdu. İşbirliği içinde örtülü bir darbe ile 1.Cumhuriyeti tasfiye ettiler.

Söz konusu kirli tertiplerle binlerce insanın hakları ve hukukları çiğnendi. Özgürlükleri ellerinden alındı. Muhalefet tasfiye edilmek istendi. Vahşi bir kıyım yapıldı.

AKP ve Cemaat, bugün çatışsalar bile, suç ortağıdır.

Bu nedenle, söz konusu çatışmadan bir “demokrasi” ve “temiz toplum” çıkmaz.


TARAF OLAN BERTARAF OLUR!

Bu çatışmada taraf olmayan değil taraf olan bertaraf (tasfiye) olur. Bu durum en çok sol muhalefet güçleri ve çevreler için geçerlidir.

Çünkü sol ve toplumsal muhalefet güçleri; karşı devrimci, gerici, dinci ve faşizan güçlerden birini destekleyemez. Sol ve ilerici güçler kendi cephesini oluşturur. Ortaya çıkan çatışmadan yararlanmak (örneğin yolsuzlukların üzerine gitmek) başka şeydir, taraf olmak başka şey.

Bu çatışmada AKP iktidarını sarsıyor diye Cemaati desteklemek, siyasal intiharla aynı şeydir. AKP iktidarı gitsin de nasıl olursa olsun demek, hem politikasızlık anlamına gelir hem de içinden geçilen tarihsel dönemin özelliklerini kavramamak demektir.

Oysa iktidar çatır çatır gidiyor.


CEMAATİN ELİNE REHİN DÜŞMEK

Bugün hem AKP Hükümeti'ne hem de Cemaate karşı mücadele etmenin bütün koşulları bulunuyor. Elbette AKP, iktidarı elinde tuttuğu ve yolsuzluk araçlarını kontrol ettiği için bu mücadelenin birincil hedefidir. Dolayısıyla, devlet aygıtını resmen yöneten AKP’ye karşı mücadele kaçınılmaz olarak öne çıkacaktır.

Ancak bu durum, muhalefeti fiilen, zımnen ya da resmen Cemaatin ortağı haline getirmemeli. Cemaatin suçlarını unutmamalıyız. Bu çatışmadan hem hükümet hem de Cemaat ağır yara alacak, taraflardan biri yenilgiye uğrayacaktır. Bir “pat durumu” da hesaba katılmalıdır. Hatta uzlaşmaları bile mümkün.

Cemaat desteğiyle iktidara gelmeyi düşünenler varsa, bilinmelidir ki onlar bu masonik örgütün elinde rehin olacaktır. Cemaatten kurtulmaya kalkan ve iktidarı paylaşmaktan bir ölçüde (evet bir ölçüde) vazgeçen AKP’nin başına gelenler ortadadır. Ahlakı olmayan bir kavga var önümüzde.

Cemaatin, AKP ile çatışırken, Cumhuriyetin kurucu kuvvetlerinden biri olan CHP üzerinde bir hesap yaptığı ortada. TSK’ya komplo kuran Cemaatin, kendisini korumak için böyle bir güçleri dengeleme hamlesine de ihtiyacı var.



DOĞRU TUTUM ve ÇIKIŞ

Cuma günü ziyaretime gelen değerli dostum, yol arkadaşım, Türkiye emek hareketinin liderlerinden KESK Genel Sekreteri İsmail Hakkı Tombul ile de bu konuyu konuştuk. Çıkış nedir?

Öncelikle saptanması gereken durum şudur; 11 yıldır AKP-Cemaat-ABD sacayaklarına dayanan bir iktidar kombinasyonu vardı. Şimdi üzerinde çalışılan proje ise CHP, Cemaat ve ABD arasından bir iktidar bloku.

Çünkü AKP iktidarında 11 yılda küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin talep ettiği bütün neo-liberal düzenlemeler yapıldı. Çok az iş kaldı. Ancak AKP kendi dar dinci ideolojik programını bütünüyle yaşama geçirmeye kalkıştı. Bir süre sonra bütün sermayenin değil sadece bir fraksiyonun partisi haline geldi. Bölgede de aynı çizgiyi izledi ve Müslüman Kardeşler örgütünün bir parçası haline geldi. Özellikle Başbakan Erdoğan öngörülebilir olmaktan çıktı.

Doğru tutum, toplumsal muhalefeti yükseltmektir. Halkı özgürlük, adalet, laiklik, aydınlanma ve eşitlik için ayağa kaldırmak, alanları doldurmaktır.

Bu krizden sağa kayarak değil, toplum ve ülkeyi sola çekerek çıkılabilir. Çünkü ülke 12 Eylül 1980’den beri sürekli sağa kaydığı için bütün dengelerini yitirmiş durumda. Dolayısıyla bu politik tutum toplumun geniş kesimleri ve farklı odakları tarafından da desteklenebilecek bir karaktere sahiptir.


ERKEN SEÇİM

Çözüm sağa kaymak değil, merkez sağda olan ya da AKP’ye oy veren halk kesimlerine güven vermektir. Sorun budur. Sağa kaymak güven vermeyecek, inandırıcı olmayacaktır.

Çözüm; büyük kitle eylemleri ile caddelere, alanlara çıkmaktır. Ancak bunu yaparken meşruiyet çizgisinde kalmaya özel bir önem verilmelidir.

AKP Hükümeti suçüstü yakalandı. Yapılması gereken AKP’yi istifaya zorlamak ve ülkeyi bir seçime götürmektir. Yerel seçimlerle genel seçimler birleştirilebilir. Seçimlere başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin içinde olduğu bir seçim ve onarım hükümeti kurularak gidilmelidir.
Merdan Yanardağ

29 Aralık 2013 Pazar

İngiliz belgelerinde Vahdettin * YÖNETİME EL KOYUN DİYE BİZE YALVARDI

“Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri” adlı kitabın yazarı Gotthard Jaeschke, VI. Sultan Mehmet Vahdettin’in İngiliz dostluğunu kazanmak için “İngilizlere yalvarıp yakardığını” belirtmiştir. Sina Aksin de, “İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele” adlı kitabında Vahdettin’in İngilizlerle ilişkilerini anlatırken, “Yalvaran Bir Padişah” başlığını kullanmıştır.
Belgeler, G. Jaeschke’nin ve S. Akşin’in bu değerlendirmelerini doğrulamaktadır.
Akşin, Vahdettin’in aşın İngilizciliğini, “Saray, kurtuluşu İngiliz İmparatorluğu ile bütünleşmekte görüyordu; çünkü halife sıfatı ancak bir Müslüman imparatorluk camiası içinde anlam ve değer taşıyabilir, dolayısıyla saygı görebilirdi” diye açıklamıştır.
VAHDETTİN’İN İNGİLİZ MUHİPLER CEMİYETİ İLE İLİŞKİSİ
Padişah Vahdettin, İngilizlere yaklaşmak için öncelikle iki aracıdan yararlanmıştır. Bunlardan biri, beş defa sadrazamlığa getirdiği İngilizci Damat Ferit, diğeri de İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucusu İngilizci Sait Molla’dır.
Vahdettin’in sıkı ilişki içinde olduğu Sait Molla, İngiliz casusu Rahip Frew’le birlikte Milli hareketi yok etmek için türlü entrikalar çevirmiştir. Rahip Frew, İngiliz Haber Alma Servisi’nin önemli bir üyesidir. Frew, ayrıca, İngiltere’deki “British Red Crescnef’ın (Britanya Kızılay Derneği’nin) İstanbul’daki temsilcisidir. Bu demek, Türkiye’deki İngiliz Muhipler Cemiyeti’yle sıkı ilişki içindedir.
Rahip Frew, Anadolu’daki Milli hareketi bitirmek için Sait Molla aracılığıyla İngiliz Muhipler Cemiyeti’ne para yardımı dahil her türlü yardımı yapmıştır.
Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’da çıkarılan 21 ayaklanmanın arkasında Rahip Frew, Sait Molla işbirliği ve İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin çalışmaları olduğu anlaşılmıştır.
Sait Mola ve Rahip Frew arasındaki yazışmalar ele geçirilmiştir.
Atatürk Nutuk’ta Sait Molla’nın Rahip Frew’e gönderdiği 12 mektubu yayınlamıştır. Bu 12 mektup incelendiğinde “molla” ve “papazın” işgalci İngilizlere nasıl uşaklık ettikleri çok açık bir şekilde görülmektedir.
Bu 12 mektup incelendiğinde şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:
1- Anadolu halkım Atatürk’e karşı ayaklandırmak için paralı ajanlar kiralanmış ve bu ajanların propagandaları sonunda Anadolu’da çok sayıda isyan çıkmıştır.
2- Sadrazam Damat Ferit, Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Zeynel Abidin efendiler ile İçişleri Bakanı Ali Kemal, Polis Müdürü Nurettin Bey ve Padişah Vahdettin’in İngiliz Muhipleri Cemiyeti’yle ilişkileri vardır.
3- Kürt Teali Cemiyeti ile yakın ilişkiler içindedir.
4- Mebuslar Meclisi için yapılacak seçimleri önlemeye yönelik gizli girişimlerde bulunmuştur.

Padişah Vahdettin, özellikle Hazine-i Hassa Müdürü Refik Bey, aracılığıyla randevu alan yabancı gizli servis elemanlarıyla, özellikle de İngiliz Muhipler Cemiyeti temsilcileriyle sıkça görüşmüştür. Meclis Başkanı Halil Menteşe’nin anıları bu gerçeği doğrulamaktadır: “O günlerde Vahdettin, rahatsızlığı nedeniyle Hareme çekilmiş, arzu etmediği ziyaretçileri kabul etmiyordu; fakat harem kapısından geceleri Papaz Frewleri hoca Sabrileri, Ali Kemalleri kabul ediyordu.”
Yusuf Hikmet Bayur, Vahdettin’i, Rahip Frew gibi İngiliz ajanlarının kışkırttığım ileri sürmüştür: “Papaz Frew gibi İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin habis ruhu durumunda olan İngiliz casuslarıyla gizlice ve sık sık görüşen Vahdettin’in… onlarca kışkırtıldığı da güvenle düşünülebilir.”
Neşit Hakkı Uluğ, Padişah Vahdettin’in, İngiliz casusu Rahip Frew’le nasıl ilişki kurduğunu şöyle anlatmıştır:
“Saray ile İngiltere arasında bir haberleşme aracı olacak… bu alçaklığı yapacak, üstlenecekler vardı. Bunlar, bir ‘Sultanzade’ ile Rahip Frew denilen kimseler olsa gerekir. Çünkü, Sultanzade Sami, Vahdettin’in kız kardeşinin oğlu olup, kendisi gençliğinde bir İngiliz mürebbiyesinin eline verilmiş, veya bir İngiliz öğretmen tarafından yetiştirilmiş, olmasından dolayı daima işin içine İngilizleri karıştırırdı. Rahip Frew denilen şahsı saraya dolandırmak da bu Sultanzade’nin ilgisi vardır. Bazı kişilerin telkinleri, Sultanzade ile Rahip Frew’in teşvikleri Vahdettin’e pusulayı şaşırtmıştır…”
Fethi Tevetoğlu, “Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar” adlı kitabında, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucularından birinin doğrudan Sultan Vahdettin olduğunu belirtmiştir:
“Türkiye İngiliz Muhipler Cemiyeti, başta Padişah VI. Mehmet Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırı Ali Kemal, Adil, Mehmet Ali ve Saadettin Beylerle, Ayan’dan Hoca Vasfi efendi olmak üzere, İngilizlerin idareye biran önce el koymasını isteyen ve İngiliz himayesi projesini hazırlayan, milli güç ve güvenden yoksun, umudunu yitirmiş gafiller, korkaklarla, bir takım satılmışlar tarafından, İngilizlere muhabbet ve taraftarlık, kendilerine çıkar sağlamak için, Milli Mücadele’ye karşı kurulmuş bir ihanet şebekesidir.”
Gotthard Jaeschke, “İngiliz belgelerine” dayanarak, Padişah Vahdettin’in, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucusu Sait Molla ile çok sıkı bir ilişki içinde olduğunu, “Sultanın İngiliz dostluğuna kur yapmak için kullandığı baş şahıs Sait Molla idi.” diyerek ifade etmiştir.
Ruslar bile Padişah Vahdettin’in İngiliz Muhipler Cemiyeti’yle ilişkide olduğunu anlamışlardır. Bolşeviklerin Ankara Büyükelçisi Aralov, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucularından birinin Padişah Vahdettin olduğunu belirtmiştir:
“İngiliz Muhipler Cemiyeti, İstanbul’da, İngiliz intelligence Service teşkilatının temsilcisi Rahip Frew’in para desteği ile Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa tarafından kurulan gerici bir teşkilattır. Bu derneğin başında o zamanlar çıkmakta olan gerici (Yeni İstanbul) gazetesinin sahibi Sait Molla bulunmaktaydı.”
Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı sırasında kendisine ulaşan haberlerden Padişah Vahdettin’in İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin iki ajanı, Rahip Frew ve Sait Molla ile sıkı ilişki içinde olduğunu anlamıştır. Mazhar Müfit Kansu anılarına göre Atatürk, bir gece İngiliz Muhipler Cemiyeti’yle Padişah Vahdettin arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamıştır:
“Bir gece Mustafa Kemal Paşa’nın yatak odasında birkaç arkadaşla görüşmekte ve durumu Paşa bize anlatmakta iken, birdenbire Paşa ayağa kalktı: ‘Siz Rahip Frew’e yalnız devlet mi para veriyor da bu teşkilatı yapıyor zannediyorsunuz? Ben Padişah’ın da buna yardımda bulunduğunu zannediyorum. Siz ne fikirdesiniz?’dedi. Biz de ‘ihtimaldir’ dedik ve sonra Paşa, ‘Dahası var, bu Rahip Frew, benim aldığım özel bilgiye göre hükümetin de en sevgilisi. Görüyorsunuz ya, bir papaz hayatımızla, istiklalimizle nasıl oynuyor. O papaz, memleketinin Türkiye üzerinde nüfuz ve hakimiyetine çalışıyor.
Ulemadan Sait Molla da Türkiye’nin hakimiyetini kaybederek İngiliz hakimiyeti altına girmesi için çalışıyor’ diye çok öfkelendi. Hüsrev Sami de bu sıra, ‘Ya Padişah?’ dedi.
Mustafa Kemal Paşa, ‘Evet o da Sait Mollayı evvel (Sait Molla’nın öncüsü). Fakat arkadaşlar, bu millet hiçbir zaman, bir hain Padişahın, bir Rahip Frew’in, bir Sait Molla’nın esiri, eğlencesi olamaz. Cihanı başlarına toplasınlar da gelsinler, iş kalabalıkta değil, hak ve hakikattedir. Hak ve hakikat ve millet rehberimizdir. Mutlaka biz muvaffak olacağız. Şimdiye kadar olduğu gibi bütün engelleri aşacağız. Vakit yaklaştı. Pek yalanda tam istiklal ve hakimiyetimize kavuşacağız’ diyerek, bizim de yeniden manevi kuvvetimizi arttırdı.”
Vahdettin, İngilizlere yaklaşmak için, Türkiye’yi İngiliz emperyalizmi yararına bölüp parçalamaya çalışan İngiliz Muhipler Cemiyeti’yle ilişki kurmak istemiştir. Padişah bu amaçla Rahip Frew ve Sait Molla gibi İngiliz casuslarıyla “sıkı fıkı” olmuştur. Bu zararlı cemiyetin içinde bizzat padişahı temsil eden Sadrazam Damat Ferit, İçişleri Bakam Ali Kemal ve Adil Bey, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Zeynel Abidin ve Hoca Vasfi gibi kişiler yer almıştır.
Özetle, Necip Fazıl’ın, “Büyük vatan dostu” dediği Padişah Vahdettin, vatanı parçalamaya çalışan İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin faal bir üyesi gibidir.
Vahdettin: İngiliz Milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularım vardır.
Vahdettin, kelimenin tam anlamıyla bir “İngilizsever”dir. Bu gerçeği birçok kere bizzat kendisi ifade etmiştir. Jaeschke’nin dediğine göre, “Padişahın İngiltere’ye karşı sevgi tezahürlerinin uzun serisi, The Daily Mail muhabiri G. Ward Price ile 24 Kasım 1918′de yaptığı mülakat ile başlar.” Vahdettin bu mülakatta İngiliz gazeteciye şunları söylemiştir:
“Eğer ben tahtta olsaydım, bu esef verici olay olmazdı, İngiltere’de öteden beri Türklere karşı mevcut dostluk duygulan savaş başladığı zaman hemen yok olmuş değildi. Fakat Ermenilerin öldürülmeleri, İngilizlerin Türkiye’ye karşı duygularında derin bir değişiklik yaratmıştır. Bu kötülükler… kalbimi yaralamıştır… Adalet çok geçmeden yerini bulacaktır, İngiliz milletine, kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Savaşı’nda İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Şimdi…bu sebepten, memleketim ile Büyük Britanya arasında öteden beri mevcut dostane ilişkileri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden geleni yapacağım…”
Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin İngiltere’ye “şirin” görünmek için laf arasında “Ermenilerin öldürülmeleri, İngilizlerin Türkiye’ye karşı duygularında derin bir değişiklik yaratmıştır. Bu kötülükler… kalbimi yaralamıştır… Adalet çok geçmeden yerini bulacaktır” diyerek Ermeni soykırım iddialarım da kabul etmiştir.
VAHDETTİN’İN SÜREKLİ İNGİLİZLERDEN YARDIM DİLENİYOR
Padişah Vahdettin, güvendiği adamlarını İngiliz yetkililere göndererek bıkıp usanmadan “İngiliz yardımı” dilenmiştir.
Bu amaçla yapılan ilk girişim, 1918 Kasımının sonlarında olmuştur. Sadrazam, İngiltere’yi ve Osmanlı’yı çok yalandan ilgilendiren bir sorunu görüşmek üzere, Padişahın isteği doğrultusunda, Londra’ya gizli bir temsilci göndermek istediğini bir haberciyle İngiltere Yüksek Komiseri’ne bildirmiştir. Padişah ve sadrazam İngiliz Hükümeti’yle “siyasi ve ekonomik konulan” görüşmek istemiştir.
General Milne, 16 Aralık 1918′de İngiltere’ye gönderdiği raporda, “Padişahın Sami Bey’i Ordu Genel Karargahı’na gönderdiğini, Türkiye’nin idaresini mümkün olduğu kadar çabuk ele alması için Britanya Hükümeti’nden istirhamda bulunduğunu, bansın beklenilmesi halinde geç kaimmiş olacağım söylediğini, Britanya memurlarının kontrol maksadıyla memleket içine gönderilmesini ve bu takdirde Britanya subaylarının idareye yardımda bulunmalarım rica ettiğim” bildirmiştir.
Görüldüğü gibi Padişah, Sami Bey’i, İngiltere’nin, Türkiye yönetimine el koyması için yalvarmakla görevlendirmişti.
Padişah Vahdettin, İngilizlere üçüncü kez yalvarmak için, uzun yıllardır Türkiye’de oturan bir “İngiliz centilmeninden” yararlanmak istemiştir. Söz konusu İngiliz, Padişah Vahdettin’in anlattıklarını Calthorpe’a iletmiştir. Vahdettin Calrhorpe’a gönderdiği mesajda, her zaman İngilizci olduğunu, bunu zor koşulların baskısı allında söylemediğini, bunun gerçek olduğunu bu nedenle 1908′den beri hep İttihat ve Terakki casuslarıyla çevrildiğini ve bu yüzden de çok çektiğini belirtmiştir. Vahdettin ayrıca, şimdi bütün ümidinin İngilizlerde olduğunu, 11 0cak’tan önce kabineyi değiştirmek istediğim, Türkiye’nin o sıradaki acılarından sorumlu bildiği İttihat ve Terakki’ye karşı elinden gelen her şeyi yapacağım ve İngilizlerin, kırımları yapanlar (Ermenilere yapılanlardan söz ediyor) kadar İngiliz esirlerine kötü davrananları da cezalandırmasını ve dahası İngilizlerin istedikleri her bir kişinin tutuklanıp cezalandırılmasını sağlamaya hazır olduğunu bildirmiştir.
Ancak bir de korkusu vardır: Çok sert davranırsa kendisine karşı bir ayaklanma, ihtilal çıkabileceğini bu nedenle tahtan indirilip öldürülebileceğini düşünmüştür. Muhaliflere karşı şiddetle harekete geçtiğinde İtilaf devletlerine, özellikle de İngiltere’ye güvenip güvenemeyeceğini öğrenmek istemiş, ayrıca doğrudan İngiliz Yüksek Komiserliği’yle ilişki kurmak istemiştir. Oradan gelecek herhangi bir işarete göre hareket etmeye hazır olduğunu bildirmiştir. Vahdettin daha sonra da sözü Hilafet konusuna getirmiştir. Sina Akşin’in dediği gibi, “Onun iki silahı, İngiltere’nin yardımı ve Hilafettir”. İngiltere’nin, kendisini Halife olarak desteklemeyeceğini öğrenmek istemiştir.
Nitekim, 10 Ocak 1919′da İstanbul’daki İngiliz temsilciliğinden, Balfour’a gönderilen özel mektupta, Padişahın iyi bir İngiliz dostu olduğu ve İngiliz Yüksek Komiserliği ile ilişki kurmak için herhangi bir yol olup olmadığım merak ettiği ve İngiltere’nin kendisine halifelik makamında destek olup olamayacağını sorduğu belirtilmiştir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Arthur Calthorpe, 22 Ocak 1919′ da İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği gizli bir telgrafta, Vahdettin’in, Sadrazam Damat Ferit’i Tom Hohler’e göndererek Ermenilere kötü davranan savaş esirlerini cezalandırmak arzusunda olduğunu ve yeterince enerjik davranmayan kabine üyelerinin yerine daha aktif üyelerden oluşacak bir kabine kurmayı düşündüğünü bildirdiğini belirtmiştir. Padişah, kendisine karşı olay çıkmasından kaygılandığım ve bir olay çıkarsa İngiltere’nin tutumunun ne olacağım sormuştur. Calthrope, Hohler’in, Padişaha herhangi bir yardım sözü vermediğini belirterek, kendi görüşünü, “Padişaha planını gerçekleştirmede yardımcı olacağımıza güvence vermeliyiz” biçiminde açıklamıştır.
Vahdettin, her fırsatta İngilizlerden yardım dilenmektedir. Ne yapacağını şaşırmış bir halde, İngilizlerin hoşuna gidecek bir şeyler yaparak, onlardan güvence almaya çalışmaktadır. Bu sefer de Ermenilere ve İngiliz esirlere kötü davrananları cezalandırarak İngilizlerin kendisini korumalarım istemiştir.
Sina Aksin, Padişah Vahdettin’in İngilizlerden bu isteklerini şöyle yorumlamıştır:
“İngilizciliği şaşılacak bir şey olmamakla birlikte, bu derece de İngilizlerin emrine hazır olduğunu bildirmesi şaşırtıcı olabilir. İngilizlere, istediği her bir kişiyi tutuklatıp cezalandırma taahhüdü, Yüksek Komiserliğin herhangi bir ‘işaretine’ baktığım söylemesi, bir Osmanlı Padişahı için ‘pek yüz karası’ bir ‘ajanlık’ önerisidir ve aynı zamanda harp divanlarının nasıl buyruğuna baktığını gösterir.”
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı Richard Webb, 19 Ocak 1919′da İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılarından Sir Ronald Graham’a gönderdiği özel mektupta Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmıştır:
“Görünürde ülkeyi işgal etmediğimiz halde, şimdi valilerim atıyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz. Polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları işlemiş oldukları suçlara aldırmadan serbest bırakıyoruz… Demiryollarını sıkıca denetimimizde tutuyor ve istediğimiz her şeye el koyuyoruz… Politikamız süngünün keskin ucuna dayanıyor… Halife elimizin altında bulundukça İslam dünyası üzerinde ek bir denetim aracına sahibiz… Bildiğiniz gibi Padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor…”
Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin, İngilizlerin elinde değerli bir oyuncak haline gelmiştir. Ülkenin yönetimini tamamen İngilizler ele geçirmiştir. Richard Webb’in mektubundaki son cümle her şeyi açık seçik ortaya koyacak niteliktedir: “Bildiğiniz gibi Padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor…”
21 Mart’ta İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, İngiltere Dışişleri Bakanı Yardımcısı Lorda Curzon’a gönderdiği özel ve gizli telgrafta, Padişahın sadrazam aracılığıyla gönderdiği çağrıda İngiliz yetkililerinden Tom Hohler’i özel bir görüşmeye davet ettiği, ancak İngiltere’nin müttefiklerinin bu davetten rahatsız olacaklarım düşünerek Hohler’e, Curzon’dan talimat almadan Padişahın bu çağrısına olumlu yanıt vermemesini söylemiştir.
Çanakkale Olayı adlı kitabın yazan David Walder bu durumu, “Yenik Türkler o derece işbirlikçi idiler ki, bundan dolayı işgal güçleri güç durumda kalıyordu” diyerek açıklamıştır.
Padişah Vahdettin’in “basiretsizlik” ve “çaresizlik” içinde İngilizlere yalvarıp yakarması, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği’nden Tom Hohlar’in dikkatini çekmiştir. Hohler, 5 Aralık’ta, İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası Şefi George Kidston’a yazdığı bir mektupta bu durumdan yararlanılmasını istemiştir:
“Burasının (İstanbul’un) Türkler tarafından yönetilmesine son vermek için şimdiki koşullardan yararlanılmazsa çok yazık olacaktır. Bu kenti, sözünü edebileceğimiz herhangi bir yönetim altında görmeye hazırım; yeter ki bu Türk yönetimi olmasın; çünkü bir domuz ahırını bile yönetecek yetenekte değillerdir. Türkler büsbütün yenilmiş olduklarım iyi biliyorlar… Örgütleri parçalanmış, bozguna uğramıştır; kendileri ise sefalet içindedir… İstanbul, işgal günleri yaşıyor. Buradaki yönetim, her İngilizi tiksindirecek kadar aşağıdır.”
İşte Vahdettin, çok aşağılık bir şekilde, “Türklerin bir domuz ahırını bile yönetecek yetenekte olmadıklarını” düşünen bu İngilizlerin “hoşgörüsünü” kazanacağını düşünmüştür.
Ne yaman düşünce!
(DEVAMI GELECEK)
Sinan Meydan
Odatv.com
http://www.odatv.com/n.php?n=yonetime-el-koyun-diye-bize-yalvardi-2305131200