KÜRESEL “UYGARLIK”
İkinci Dünya Savaşı sonrasında
uluslararası düzeyde kurumsallaştırılan ve Yeni Dünya Düzeni denilen
emperyalist politika, 1980’lerden sonra “kürselleşme” tanımıyla
yoğunlaştırıldı ve dünyaya yayıldı. Girişimin öncüleri yapılanları; “tarihin
sonu”, “sanayi ötesi toplumun kuruluşu”, “post-modern çağa geçiş”
gibi tanımlarla kutsadılar; “çağın gereği” olan küreselleşmeye karşı
çıkmanın tutuculuk olduğunu söylediler. İletişim ağının etkili gücüyle yoğun
yaymaca (propaganda) yapıldı, insanlar üzerinde adeta düşünsel terör estirildi.
Oysa yaşananlar söylenenlere hiç uymuyordu. Gerçeği dile getirmek isteyenler,
ya susturuldu ya da seslerini duyuramadı. Türkiye, küreselleşmenin olumsuz
sonuçlarını yoğun olarak yaşayan ülkelerden biridir. Konunun en çok ülkemizde
tartışılması gerekir. Toplumu tedirgin eden uygulamaların tek tek ele alınması,
çözüme giden yolu göstermeyecektir. Uygulamaların hangi politikanın parçaları olduğunun
bilinmesi yani kürselleşmenin kavranması gerekir. “Küresel ‘Uygarlık’”
yazısından başlamak üzere küreselleşmeyi ele alan bir dizi araştırma
yayınlayacağız. Umarız yararlı olur.
Değişimin hızlandığı bir dünyada yaşıyoruz. İşyerlerinden
okullara, kent merkezlerinden kasabalara, aile ilişkilerinden dostluklara dek
toplumsal yaşamın her alanında; yeni değer yargıları, yeni yaşam biçimleri ve
yeni karşıtlıklar ortaya çıkıyor. Ülkeler arasındaki yerel kültür ayrımları
(farkları), tüketim alışkanlıkları, giyim kuşam biçimleri, kimilerine göre kaba
bir ilkellikle, kimilerine göre evrensel bir boyutla birbirlerine yaklaşıyor.
Dünya küçülüyor, ülkeler önemini yitiriyor ya da dünyayı küçültenler, ülkeleri
ele geçiriyor... 21.yüzyıla bu tartışmayla girildi.
Çıplak gözün gördüğü bir gerçek var; yerel hükümet yetkilileri,
ayrıcalıklı bürokratlar, profesyonel siyasetçiler ulusal kimlikleriyle
etkinliklerini yitirirken, şirket yöneticileri, gökdelen ofisleriyle aracılar, ‘para
satan’ spekülatörler, film ve ses kayıt stüdyoları, gazete ve TV
patronları, tanıtım (reklâm) şirketleri, kaçakçılar, mafya liderleri öne
çıkıyor.
Küresel Kültür
‘Küresel kültür’ piyasalarının
yarattığı yeni insan tipi, kendi ülkesine yabancılaşırken özendiği ülkelerce de
kabul edilmiyor. Televizyonlar, CD ve bant kasetler, rock yıldızları, tişörtler
gençler üzerinde, anne-baba ve öğretmenlerden daha etkili oluyor. New York’lu,
Hong-Kong ya da Atinalı gençler, tanışmadıkları yaşıtlarıyla, ailelerinden daha
çok şey paylaşır durumdalar. Aynı ürünlere ilgi duyuyorlar, aynı filmlere
gidiyorlar, aynı müziği dinliyorlar.
Cola tanıtımları, kendine özgü biçimiyle, dünyanın hemen tüm
ülkelerinde aynı anda yerel seslendirmelerle gösterime giriyor. Küresel şirket
malları, değişik şehirlerde aynı vitrin düzenlemeleriyle satışa sunuluyor.
Biraz para kazanan ailelerin yaşam biçimleri, yerel zevkleri, toplumsal
ilişkileri başkalaşıyor. Los Angelos, Seul ya da İstanbul’daki aile arabaları,
elektronikli ev aletleri, mutfakları ve içki dolapları birbirine benzemeğe
başlıyor.
Dünyanın her yerindeki şirket yöneticileri, kolay varsıllaşan
politikacılar sözleşmişçesine, Ferragamo takım elbiseler, Christian
Dior gömlekler, Gold Cross kalemler ve Rolex saatler
kullanarak birbirlerine benziyor. Bu markaları kullananlar kendilerini
ayrıcalıklı görerek mutlu oluyor.
Güneydoğu Asya’da, Afrika’da ya da Güney Amerika’da, uluslararası
bankaların kredi kartlarını taşıyan görgüsüz orta gelirliler ya da cüzdanının
her bölümüne hesabında para olmasa da birer kredi kartı koyan; Türk, Yunanlı ya
da Kenya’lı memur, büro elemanı ya da işsiz gençlerin sayıları artıyor. Nike,
Lewis ya da Benetton’dan giyinmek, gereksinimden çok kişilik
kanıtı haline geliyor. Derine inen bir kültürel yabancılaşma yaşanıyor.
“Para Kazan Ya
Da Öl”
Uluslararası pazarlamacılar ya da tanıtım şirketi uzmanları, “Laboratuar
faresinden sonra en çok araştırılan memeli” konumuna getirdiği insanı,
aile-kent-ülke etkilerinden koparıp “aptallaştırılmış küresel tüketiciler”
durumuna sokmak için her yolu deniyor. Hizmetinde oldukları dünya düzeni,
onlara amaçları yönünde çeşitli olanaklar sunuyor. “Para kazan ya da öl”
anlayışını, şirket yöneticilerinden daha köklü biçimde savunan hükümet
yetkilileri ortaya çıkıyor. Bunlar, yerel ülke sorunlarını, uluslararası finans
örgütlerinin küresel reçeteleriyle çözeceklerine inanıyor. Ancak büyüyen yeni
sorunlar ortaya çıkıyor.
Eskiden dünya savaşlarıyla değiştirilen ülke sınırları, bugün
uluslararası anlaşmalarla ‘barış içinde’ yenileniyor. Bölünmek
isteyenlere özgürlük, istemeyenlere çok yönlü baskı günün ‘demokratik’
modası. Ulus devletlerin merkezi otoritesi güç yitiriyor. Yerel yönetimlere
yetki devri, yeni bir yönetim seçeneği olarak öneriliyor, federatif
yapılanmalardan her geçen gün daha çok söz ediliyor.
Küreselleşmenin
Öncüleri: Uluslararası Şirketler
Küreselleşmenin öncülüğünü, sayıları birkaç yüzü bulan büyük
uluslararası şirket yapıyor. Onlar sorunun gerçek sahipleri. Elinde satılacak
malı olanlar doğal olarak dünya ticaretinin kurmaylığını yapıyor. Yeryüzündeki
satılabilir ürünlerin beşte dördü gelişkin uluslara ait şirketlerin elinde.
Ekonomiye yön verenler siyaseti de belirliyor. Savaşlara karar
verenler hükümet yetkilileri ancak bu görünüşte böyle. Gerçek belirleyici
şirket çıkarları. Bu çıkarlar, üst düzey teknolojik donanımla; ulusal sınır,
ideoloji, ırk, dil, din tanımadan dünyanın her yerinde savunuluyor. ‘Herhangi
bir yerde üretip, her yerde satmanın’ önünde engel oluşturabilecek hiçbir
girişime izin verilmiyor. Küresel ürünlerin; ülkelere, kent varoşlarına hatta
köylere dek girmenin, en ucuz ve güvenilir yolu bulunuyor.
Dünyanın her yerine yayılan denetlenmesi olanaksız dev şirketler;
üretimden eğitime, iletişimden sosyal yardıma, tüketimden kültüre dek toplumsal
yaşamın her alanında etkilerini arttırıyor. Şirket bütçeleri birçok ülkenin
devlet bütçesini aşmış durumda. Ford’un ekonomik gücü, Suudi Arabistan
ve Norveç’inkinden daha büyük. Philip Morris’in cirosu Yeni Zelanda’nın
ulusal gelirinden daha çok. Önceleri ülke pazarlarına yerel yasalara uyularak
giriliyordu. Çalışma koşullarını artık yerel yasalar değil uluslararası
anlaşmalar belirliyor. “Olduğun yerde üret, uzaklara sat” yerini; “gittiğin
yerde üret, çevresine sat” anlayışına bırakıyor. Şirket yatırımları
denizaşırı ülkelere taşınıyor.1
Dünya ticaret hacminin büyümesine karşın yoksul ülkeler daha çok
yoksullaşıyor. Oyunun kuralını koyanlar sonucu da belirliyor. Sonucu belli bu
oyunun bilisiz (cahil) oyuncuları durumuna getirilen insanlar; doğup
büyüdükleri yerlerden, akraba ve çocuklarından koparak ülkelerarası kitlesel
göçlere katılıyor. Küresel sermaye yoksul ülkelere giderken, bu ülke insanları
varsıl ülkelere göç ediyor.
“Kumarhane
Ekonomisi”
Dünyadaki 6 milyarı aşkın insandan üçte ikisinin, alışveriş yapacak
parası ve kredisinin olmadığı söyleniyor. İnsanların büyük çoğunluğu, yalnızca
vitrinlere bakmakla yetiniyor. Yoksulluk yalnızca azgelişmiş ülkelerde değil,
gelişmişlerde de yayılmakta.
Sermaye dışsatımı (ihracı), üretimsizliğe, üretimsizlik yeni toplumsal
sorunlara yol açıyor. Üretimden para kazanmak yerine, parayla para kazanmak
geçerli eğilim. Uluslararası para piyasalarında, döviz işlemleri, bonolar,
master cardlar, “paranın yeniden paketlenip satılması” için olağanüstü
becerikli araçlar haline getiriliyor.
Günün 24 saatı trilyonlarca dolar, dünyanın belli başlı döviz
piyasalarında, saniyenin binde biri oranında hızlarla dönüp duruyor. Bu
dolaşımda para, kendisini iyi kullanan sahibine büyük bir bağlılıkla,
çekincesiz ve emeksiz yeni paralar getiriyor. John Maynard Keynes’in
öngördüğü “kumarhane ekonomisi” dünyanın en etkin gücü durumuna geliyor.
Yaşanan
Gerçekler
İnsanlar ve ülkeler arası ilişkilerin önceki dönemlere göre daha
sıkı ve daha yaygın duruma gelmiş olması, geleceğe yönelik yeni sav ve düşleri
ortaya çıkarıyor. Yaşanılan hızlı değişimin kısa dönemli sonuçlarındaki
köktenci görünüm, kimilerince, yeni bir çağa geçişin coşku verici öncülü olarak
algılanıyor.
Onlara göre; “İnsanlık aslına dönüyor”, güçle sağlanmaya
çalışılan eşitlik anlayışı, yerini insanların kişisel yetenek ve becerileriyle
niteliklerini gösterebilecekleri özgür dünyaya bırakıyor. Serbest ticaret
insanları, insanlar da serbest ticareti geliştiriyor ve bu girişimde ülkelerin
tümü yer alıyor. Yaratılan bolluk ve varsıllıktan, ona sahip olmayı isteyen
herkes, çabası ve katılımı oranında pay alıyor. Dünya küçülüyor ve
küreselleşiyor... Dünyanın gidişinden hoşnut olanlar bunları söylüyor.
Ancak, yaşanılan gerçekler söylenenlere pek uymuyor. Dünya, bol
sermayeli yatırımcılar, borsa simsarları, banka yöneticileri ve kara para
milyarderleri için küçülüyor ancak dünya üzerinde yaşayanların dörtte üçü için
hâlâ çok büyük. Küçülmenin “kuramını” oluşturanlar, “global entegrasyon”
ve “bütünleşmiş pazarlardan” söz ediyor ancak güçlü-güçsüz,
varsıl-yoksul ayrımı artarak sürüyor. Dünya küçülüyor ancak bütünleşemiyor.
Ülkelerdeki ekonomik uygulamalar küresel ağa bağlandıkça; uluslar, bölgeler ve
kentler birbirlerinden uzaklaşıyor. Küresel ekonomi siyasi ve toplumsal
dağılmayı hızlandırıyor. Yerleşik kavramlar, kültürel birikim ve yerel toplum
bağları zorlanıyor. İnsanlar kimliklerini yitiriyor, kendi yaşam çevresine
yabancılaşıyor.
Kitlesel Göç
Küreselleşme uygulamaları arttıkça yasadışı kitlesel göçler
yayılıyor. Yoksul yörelerde kendini ve ailesini besleyemeyen milyonlarca insan;
doğduğu topraklardan, yerleşik alışkanlıklarından ve kimliklerinden koparak
dünyanın her yerine dağılıyor. Yüzyıl başında, yoksul Avrupalılar Amerika’ya;
yüzyıl ortalarında, Kuzey Afrikalılar ve Ortadoğulular Batı Avrupaya göç etti.
Şimdi ise dünyanın her yerinden varsıl ülkelere doğru küresel bir göç
yaşanıyor. Gittikleri yerlerde onları; yasadışı çalışma koşulları, güvencesiz
önemsiz işler ve sınırdaşı işlemleri bekliyor.
Bir başka ilginç göç sanayileşmiş ülkelerde yaşanıyor. Yatırım
sermayesi ve fabrikalar denizaşırı ülkelere göç ederken, büyük kentlerde işsiz
kalan işçiler başka yörelere taşınıyor. Avrupa Birliği ülkelerinde süreğen
(kronik) duruma gelmiş işsizlik ortalama yüzde 10,3. Bu oran İspanya’da yüzde
19.2 ABD’nde çalışabilir yaştaki 20 milyondan çok insan işsiz. 1988
yılında; Detroit kent nüfusunun yüzde 19’unu, St Louis yüzde
27’sini, Buffalo yüzde 23’ünü yitirmişti. 3
Küreselleşme, dünyanın değişik ülkelerinde, kentlerin ayrıcalıklı
semtlerinde yaşayan az sayıdaki insana büyük varsıllık getirmiştir. Ancak, geri
kalan büyük çoğunluk ezici bir yoksulluk içinde yaşıyor. Ülkelerin ekonomik
varlığına olduğu kadar, yaşama anlam kazandıran benlik duygusuna ve kültürel değerlere
de saldırılıyor. Ancak, bu olumsuz gidişe tepkiler oluşmaya başlıyor. Kendi
sorunlarını kendilerinin çözmesine izin verilmeyen insanlar, yavaş yavaş yüzyıl
başındaki üçüncü kuşak büyükleri gibi dirençli bir tepkisel tavır içine
giriyor. 21.yüzyıldaki politik çatışmanın temelini, “Küreselleşme
güçleriyle, kendi toplumunu koruma ve yeniden tanımlama” güçleri arasındaki
savaşım oluşturacak. Evrensel boyutta sürecek bu savaşımın belirleyici öğesi
ise, yine ulusal kurtuluş hareketleriyle emperyalizm arasındaki çelişkinin
çözümü olacak.
Küresel Kesitler
Her değişim kuşkusuz ilerleme anlamına gelmiyor. Toplumsal
ilerlemenin geleceğe dönük genel akışı içinde gel-gitler yaşanabiliyor.
Değişimi doğal gelişim süreçleri belirliyor ancak bunu insan eylemi gerçekleştiriyor.
Yaşanılan ortam bilinci, bilinç ise ortamı değiştiriyor. İnsanlar yaşadıkları
toplumsal koşulları değiştirirken, isteseler de istemeseler de getirdikleri
yeni koşulların etkisi altına girerler; bu koşullar tarafından yönlendirilirler.
Dünyanın geleceğine dönemsel de olsa yön verenler, bugün
yarattıkları küresel sorunların etki alanına girmiş durumdadır. Son elli yılda,
çok büyük mali-askeri güç ve ideolojik-kültürel yaymacayla (propagandayla)
kurulan Yeni Dünya Düzeni, karışık ve karmaşık sonuçlarıyla yeni bir
düzensizlik dönemi başlattı.
Küresel sistemin büyük patronları, geçerliliği olmayan politik
sözverilerle hâlâ geleceğe yönelik “umut” saçmayı sürdürüyor olabilir.
Ticari artışlar, bütçe büyüklükleri ve ulusal gelirleri de yüksek olabilir.
Ancak, bu ülkeler bugün, solunabilir hava, içilebilir su, çocuk sağlığı ve
gelişimi, eğitim ve düşüncenin entellektüel özgürlüğü gibi gerçek varsıllığın
yitiriliş öyküleriyle uğraşıyor.
ABD, bütçe giderlerini kısma, toplumsal iyileştirmeler, suç oranlarının
düşürülmesi ve ekonomiyi canlandırma peşinde. Almanya kendi içinde
bütünleşmenin ağır bedelini hala ödeyebilmiş değil. Japonya, iç politik
sorunlar, şişirilmiş emlak ve finans piyasalarında yaşanan düşüşler ve dünya
çapında süren ekonomik durgunlukla uğraşıyor.
Eskiden çok övündüğü sanayi ürünleriyle dünya piyasalarına giren
ABD’nin, bu alandaki etkinliği ortadan kalkmak üzere. Para ve silah satışı,
petrol kazançları, yüksek teknoloji ve tarımsal ürün gelirleri temel getiri
alanları. Bunların yanında filmler, TV programları, video, plak, kaset, CD gibi
‘kültür’ ürün ve turizmi ile hem büyük paralar kazanıyor hem de küresel
ideoloji pazarlıyor. Ancak ‘Amerikan Rüyasının’ bu becerikli
tanıtıcıları artık Hollywood stüdyolarında Japonlar tarafından yapılıp
dağıtılıyor. Büyük film stüdyolarının yalnızca üçünün sahibi Amerikalılar.
ABD’inde Orlando’daki Disney World’u 1990 yılında 28,5
milyon insan gezdi. Bu sayı o yıl içinde İngiltere’ye giden turist sayısından
daha çok. Tokyo’daki Tokyo Disneyland’ı yılda 15 milyon insan geziyor. Mitsubishi
Araştırma Enstitüsü’ne göre bunun ekonomik boyutu, Japonya’nın yıllık
fotoğraf makinası dışsatımına eşit; 6,5 milyar dolar.4 New York’un
5. Caddedeki gökdeleni Empire State’in çatı katını, para ödeyerek günde
ortalama 13 bin kişi geziyor. Bu, yılda 5 milyon gezgin (turist) demek.
Turizm tüm dünyada sorunlu bölgeler dışında önemli bir gelir
kaynağı durumunda. Birleşmiş Milletler Dünya Turizm örgütüne göre, 1990 yılında
429 milyon insan, yani dünya nüfusunun yüzde 8’i, gezgin olarak bir ülkeden
diğerine gitmiş durumda.5 Turizm, 1950 öncesinin yalnızca
varsılların katıldığı bir eylem olmaktan çıktı. Orta gelirliler, emekliler ya
da işçiler, uluslararası gezi şirketlerinin programlarına katılabiliyorlar.
Dünya çalışan nüfusunun yüzde 7’si gelirini, gezginleri
(turistleri) taşıyarak, yedirerek, yatırarak, gezdirerek ya da eğlendirerek
elde ediyor.6 Ancak, turizm gelirlerinin gezginleri ağırlayan
ülkelere gittiği söylemek olanaklı değil. Bu işin kaymağını; hava yolları, otel
zincirleri ve yerel gezimsel (turistik) işletmeler kurarak ya da ortak olarak, “tüm
giderler dahil” paket turlar düzenleyen, büyük uluslararası gezim
şirketleri alıyor. Sağlanan gelirler New York ya da Londra’daki banka
hesaplarına aktarılıyor.
“Yerel Düşün Küresel Davran”
Uluslararası ticarette 1960’ların şirket stratejisi, “küresel
düşün, yerel davran” yerini, 1990’larda “yerel düşün, küresel davran”a
bıraktı. Şirketler artık etkinlik gösterdikleri ülkelerin yerel özelliklerine
daha çok uyum gösteriyorlar, bu özellikleri çıkarları yönünde daha çok
kullanıyor.
Şirket çıkarları ve en yüksek kazanç ereği onları, çağın
ekonomik bukalemunları haline getirdi. Bunun siyasi ve askeri boyutu da var
kuşkusuz. Etnik ve dinsel öğelerin öne çıkması, ağırlıklı olarak buna
dayanıyor. Birleşmiş Milletler kararları, serbest ticaret anlaşmaları ya da
demokrasinin “erdemleri” kolaylıkla unutuluyor ve en baskıcı
yönetimlerle bile uyum içinde çalışılıyor. Hükümetlerin niteliğine göre kılık
değiştiriliyor. ABD ilaç firması Smith Kline’in genel direktörünün
sözleri durumu açıklıyor; “Brüksel’deyken tam bir Avrupa Birliği üyesi gibi
davranırız. Ama Washington’a geldiğimizde tam bir Amerikan şirketiyizdir.” 7
Yeni Şirket Yapılanması
Küresel şirketler özellikle 1980’lerden sonra, uluslararası
düzeydeki örgüt yapılarında değişikliğe gitmeye başladı. Denizaşırı ülkelere
yayılmış her yönden şirket merkezine bağlı büyük ve hantal işletmeler yerine,
üretim alanlarına ve yerel koşullara uyumlu küçük birimler halinde örgütlendiler.
Her biri, içinde bulunduğu pazarın özelliklerine göre davranan, özerk şirket
birimleri durumuna geldi.
Değişim yeteneğini yükseltmek, pazar esnekliği, çeviklik ve hız kazanmak, müşteri duyarlılıklarına daha iyi yanıt
vermek, bürokratik giderleri azaltmak ve az işçiyle çalışmak temel
amaçtı. Küçülme öncülerinin elde ettiği başarı büyük şirketlere örnek oldu ve
genel şirket gelirini arttırma koşuluyla küçük örgütsel birimler oluşturmak
yaygın bir uygulama oldu.
Küçük Şirket’e
Küçük Ülke
Uluslararası şirketlerin, küçülmeyle ilgili ekonomik uygulamaları,
etkisini kısa sürede politik alana taşıdı. Küçülen şirket birimleri, yapısal
bir gereklilik olarak, kendi boyutlarına uygun küçük ülkelerde ve sınır
konmamış pazar ilişkileriyle çalışmak istiyordu.
Bu isteğin politik karşılığı, tüm dünyada ayrılıkçı eğilimlerin
artması ve ulus devlet korumacılığının ortadan kalkması oldu. Ülkelerin
parçalanarak küçülmesinden ayrı olarak, bölgenin ya da ülkenin özelliklerine
göre ‘federatif birlikler’, ‘eyalet yapılanmaları’ ya da ‘yerinden
yönetim’ işleyişi günün tartışılan sorunları durumuna getirildi. Üniter
devlet gelenekleri yerini, ‘sivil toplum’ örgütlerinin,
cemaatlerin, tarikat ve aşiretlerin öne çıktığı karmaşık ve düzensiz bir
toplumsal yapıya bırakmaya başladı.
Son yirmi yılda parçalanmalarla 25 yeni ülke ortaya çıktı. Birçok
ülke ayrılıkçı eylemlerle tanıştı. Belçika, İtalya, ABD bunların bazıları.
Kanada’nın Quebec, İspanya’nın Bask, İngiltere’nin Kuzey
İrlanda sorunları var. İran Bhailer, Sudan siyah Animisler,
Bangladeş Budist Çakmalar ile uğraşıyor. Çin’de Tibet ve Uygur,
Papua Yeni Gine’de yerel bağımsızlık, Fiji’de etnik kızılderili,
Burundi’de HutuTutsi, Korsika’da bağımsızlık, Türkiye’de Kürt
ayrılıkçılığı uluslararası düzeyde destek görüyor.8 Japon Liberal
Demokrat parti eski genel sekreteri Ichiro Ozawa, gücü ve yetkiyi
merkezilikten uzaklaştırmak için, Japonya’nın 300 özerk bölgeye ayrılması
gerektiğini savunuyor.9 Türkiye’de Kürtler’e yönelik, federasyon
düşüncesinin ele alınabileceğini söyleyen Cumhurbaşkanları ortaya çıkıyor.
Ülkelerin bölünmesi ya da ‘gevşek yönetim’ eğilimlerinin
yaygınlaştırılması, şirket çıkarlarının gereği olduğu belirtilerek açıkça
savunuluyor. Gönüllü ya da ücretli ‘bilim adamları’, ‘ekonomistler’,
‘araştırmacılar’ bölünmenin ve küçülmenin erdemlerini anlatan görüşler
açıklıyor. Bu açıklamalar büyük devlet politikalarında uygulama alanı buluyor.
Amerikalı gelecek bilimcisi John Naisbitt’in konuyla ilgili görüşleri
şöyle; “... Telekomünikasyon sayesinde büyük şirketlerin özerk ve küçük
ünitelere bölünerek daha iyi çalışabileceklerini görüyoruz. Aynı durum ülkeler
için de geçerli. Tek bir dünya haline gelmemizle birlikte, parçalar küçüldükçe
daha iyi işliyorlar... Yapay olarak bir araya getirilmiş ülkelerin milli ve
kabilesel varlıklara bölünmesi çok yararlı. Eğer dünyayı tek parçalı bir dünya
haline getireceksek parçalar küçük olmalı.” 10
Etnik yapılar ve eskiye dayalı ayrımların bulunduğu ülkeler bu tür
görüş sahiplerinin öncelikli ilgi alanlarıdır. Ortadoğu, Orta Afrika, Uzakdoğu,
Rusya ve Çin bu tür bölgelerdir. Eski Sovyetler Birliği’nin resmen tanıdığı 104
etnik topluluk var. Bunların içinden 50 yeni ülke çıkacağı düşünülüyor. Çin’de
56 milliyetin olması benzer hesapları gündeme getiriyor. Bu bölgede bir kaç
düzine ülkeden oluşan bir konfederasyonun iyi bir çözüm olacağı söyleniyor; “1000
ülkelik bir dünya; ulus devletin ötesine geçmeyi belirten bir mecaz. Ülkeler
giderek daha da önemsizleşecekler. 200 ya da 600 ülkeden, birbirine bağlanmış
milyonlarca parçaya geçilecek. İçinden çıktığımız ülke önemini yitirirken
birbirine bağladığımız insanlar önem kazanacak.”11
Küreselleşmeciler bunları söylüyor.
DİPNOTLAR
1
“Küresel Düşler” Richard J.Barnet, John Cavanagh,
Sabah Kit., İst.-1995, sf.1-2
2
Luis S.Richman Fortuna 9 Nisan 1990,
ak. a.g.e. sf.231
3
“Baryy Bluestone Review of Black Politikal Economy”
Eylül-Aralık 1988, ak. a.g.e. sf.231
4
“Küresel Düşler” Richard J.Barnet-John Cavanagh
Sabah Yay. sf.17
5
New York Times, 26 Mayıs 1991, ak. a.g.e. sf.14
6
a.g.e. sf.14
7
“The stateless Coporation” William J.Halstery
Business Week 14. Mayıs 1990 sf. 100, ak. a.g.e. sf.223
8
“Global Paradoks” John Naisbitt 1994
Sabah Yay. sf.24
9
“Japonya’yı Yeniden Kurma Planları” Ichiro Ozowa
1993, ak. John Naisbitt “Global Paradoks” Sabah Yay. sf.24
10
”Global Paradoks” John Naisbitt, sf.24
11
a.g.e.
sf.25