Prof. Dr. Çetin Yetkin: Bir karşı devrim olmaktadır
ve onun anayasası hazırlanmaktadır
BİR YUSUF
YAVUZ RÖPORTAJIDIR
AKP’nin
hazırlattığı yeni anayasa taslağını değerlendiren Prof. Dr. Çetin Yetkin’den
çarpıcı açıklama: Bir karşı devrim olmaktadır ve onun anayasası
hazırlanmaktadır!
Siyasi gündemin peş peşe depremlerle sarsıldığı bir dönemde, adı gündemin bir
çok maddesiyle kesişen ve AKP’nin hazırladığı anayasa taslağını ‘karşıdevrim
anayasası’ olarak değerlendiren Akdeniz Üniversitesi Rektör Danışmanı Prof.
Dr. Çetin Yetkin’le Türkiye’nin gündemini değerlendirdik. İktidara
karşı Türk Direniş ve Devrimleri, Karşıdevrim, Siyasal Düşünceler Tarihi ve
Bir Savcının Not Defterinden gibi Türkiye’nin siyasi hafızasına ilişkin
başvuru kaynağı niteliğinde pek çok kitaba imza atan Yetkin, AKP’nin
hazırladığı yeni anayasa taslağıyla ilgili olarak çarpıcı bir tarihsel
sıralama ve tespit yapıyor. İlk Anayasa olarak kabul edilen 1876
Anayasası’ndan, 12 Eylül rejiminin hazırladığı 1982 Anayasası’na
kadar gelmiş geçmiş bütün anayasaların bir devrim, askeri
müdahale ya da devlet kurulması aşamasında hazırlandığını belirten Yetkin,
soruyor: “ Bu gün ne olmuştur da, hangi devrim olmuştur da yeni bir anayasa
yapılmaktadır. Başbakan kendisi söyledi, ‘ biz çarşafa sarılarak geldik’
diye. Yani bir karşı devrim olmaktadır, onun anayasası hazırlanmaktadır…”
İşte
‘hukukun bittiği yerde zor başlar’ diyen eski bir Cumhuriyet Savcısının
Türkiye’nin hukukla imtihan edildiği bugününe ilişkin çarpıcı açıklamaları…
Son
haftalarda ülke gündemini belirleyen en önemli iki konu, AKP’ye açılan
kapatma davası ve Ergenekon operasyonu. Ancak uzun süredir devam eden YÖK ve
üniversiteler arasındaki karşıtlık, yeni anayasa taslağı ve türban gibi
konular tartışmaların bu gününe zemin oluşturdu. Gündemdeki gelişmeleri nasıl
değerlendiriyorsunuz?
- Gerçekte
bunlar uzun bir süredir olagelen gelişmelerin bugünkü sonuçlarıdır ve
kuşkusuz bu sonuçlar başka sonuçların nedeni olacaklardır. Bunlardan en
önemlisi yeni Anayasa Taslağı’dır. Çünkü anayasa demek, bir devletin ve o
devletin organlarını ve dahası toplumun yapısını belirleyen temel kurallar
bütünüdür. Bu nedenle önce bu anayasa taslağı üzerinde durmak istiyorum. Ama
önce bir yanlışı ortadan kaldırmak gerekir, yeni anayasa taslağı bilinmiyor
deniliyor. Bilinmiyor diye bir şey yok, taslağı hazırlayanlar bunu internette
olduğu gibi yayınladılar. Üstelik şu anda da o yayınladıkları taslağı
Amerika’da belirli çevrelere açıklamış da bulunuyorlar. Kaldı ki o taslağı
hazırlayan komisyonda bulunan kişiler de bu konuda açıklamalarda da
bulunuyorlar. O nedenle bilinmeyen diye bir şey yok, taslak ortada. Bu
taslak, Anayasa Komisyonu’ndan geçecek, sonra TBMM’ne gelecek. Kuşkusuz bazı
değişikliklere uğrayacak. Ama temel ortada. Zaten bu temelin de ortada olması
doğal bir şey. Çünkü hükümet tarafından belirli kişiler seçilerek onlara
hazırlatıldı. Belirli bir zihniyeti olan insanlara bu görevi verirsen
belirli bir taslak çıkacağı ortada. Kendi beyanlarıyla Türkiye’yi nereye
götürmek istedikleri de ortada. Bu nedenle elimizde üzerinde
konuşabileceğimiz somut bir belge var.
Bir
hukukçu olarak taslağı değerlendirdiğinizde ne görüyorsunuz?
- Bu
anayasa taslağı üzerinde çok şey söylenebilir. Öncelikle şunun altın çizeyim.
Dünyanın hiçbir ülkesinde oy çokluğuyla iktidarı ele geçirenler ‘yürürlükte
olan bu anayasayı ben beğenmedim, yeni bir anayasa yapıyorum’ diyemezler,
dememişlerdir de. Bunun tek ayrık durumu, yeni kurulan devletlerdir ya da
başka bir devletten bağımsızlığını kazanan devletlerde yeni bir anayasa yapılmasıdır.
Anayasalar, diğer yasalarda olduğundan çok daha sert ve değişmez hükümlerle
bu güvenceyi sağlayan hukuki metinlerdir. Şu veya bu çoğunlukla iktidara
gelen bir parti, ‘ben bunu beğenmedim’ derse, kişi hak ve özgürlükleri o
iktidarın insafına bırakılmış olur. Bu, zaten hak ve özgürlük kavramına
terstir.
İkincisi,
anayasalar bir toplumun temel yaşam biçimini belirler. Bu yüzden ortaya
çıktığı vakitte bunu bir kalıp içine sokmuş olursunuz. Oy çoğunluğuyla
iktidara gelenler bunu değiştireceğim derlerse, kendilerini iktidara getiren
düzeni de yadsımış olurlar. Yani meşruluklarını kendi kendilerine inkâr etmiş
olurlar.
Bunu biraz
daha açabilir misisiniz. Yani neden meşruluklarını inkar
etmiş olurlar?
- Kendi
tarihimize bakalım. Bizde ilk anayasa 1876 Anayasası. 1876 anayasası bir
çeşit darbeyle olmuştur. Bu anayasa yürürlükte kaldı. Sadece II.
Abdülhamid, Anayasa Meclis’i toplantıya çağırma yetkisini kendisine tanıdığı
için bunu kendi lehine işletti ve bu çağrıyı yapmadığı için Meclis toplanamadı…
Ama 1908 Meşrutiyet devrimiyle Anayasa’nın yürürlükte olduğu teyid edildi.
Yani Anayasa’nın yürürlükte olduğunun teyid edilmesi bile bir devrim sonucu
oldu. Bundan sonraki anayasamız 1921 Anayasası’dır. Tam Ulusal Kurtuluş
Savaşımızın ortasında ve aynı zamanda İstanbul hükümetine karşı ayaklanmış
olan Ankara hükümetinin —ki biz buna Anadolu ihtilali diyoruz aynı zamanda—
kendi kurmakta olduğu devletin çatısını ortaya koyan bir anayasadır. Kaldı ki
o tarihte 1876 Anayasası da İstanbul hükümeti bakımından geçerliydi. Yani
1921 Anayasası, arkasında bir güç olan, isyan sonucu ortaya çıkmıştır. 1924
anayasası ise, Osmanlı Devleti’ni yıkan, yeni bir devlet kuran, rejimi
tümüyle değiştiren, saltanattan cumhuriyete geçen yeni güçlerin yeni
devletinin anayasasıdır. Sonraki anayasamız olan 1961 Anayasası, 27 Mayıs
askeri müdahalesinin ya da devriminin sonucudur. Bir sonraki ise 1982
Anayasası’dır, 12 Eylül’ün anayasasıdır. Yani görüldüğü gibi hepsi güç
kullanarak, şu veya bu şekilde bir devrimin sonucu ya da devrime varmayan
silahlı bir müdahale sonucunda değişmiştir. O zaman şu soruyu sormamız
gerekiyor; bugün ne olmuştur da, hangi devrim olmuştur da yeni bir anayasa
yapılmaktadır. Başbakan kendisi söyledi, ‘biz çarşafa sarılarak geldik’ diye.
Yani bir karşıdevrim olmaktadır, onun anayasası hazırlanmaktadır. Bu işin
ikinci yönü.
Şimdi
üçüncü yönüne geçelim, hiçbir anayasa ‘ben şu kadar süre yürürlükte
kalıyorum’ diye çıkmaz. İlelebet yürürlükte kalmak üzere anayasalar
oluşturulur. Ancak anayasayı yapan kişiler değişen zamana ve koşullara
göre bazı hükümlerin değişmesi gerektiğini öngörürler. Bu nedenle kendisinde
nasıl bir değişiklik yapılacağını anayasalar kendileri belirler. 1982
Anayasası’nın ilk üç maddesinin dışındakilerin değiştirilebileceği yetkisi
tanınmıştır. 1982 Anayasası’nın 6. maddesinde hiçbir kimse veya organın
kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisini kullanamayacağı
öngörülmüştür. Yeni bir anayasa yapmak bir devlet yetkisinin kullanılmasıdır.
Şimdi durup dururken Anayasa’da öngörülen yöntemler dışında yeni bir anayasa
yapmaya kalkarsan, Anayasa’nın sana tanımadığı bir devlet yetkisini
kullanırsın ki, bu açıkça anayasayı ihlal suçudur. Gerçi anayasayı ihlal
suçunun oluşabilmesi için cebir ve şiddet uygulanması gerekir. Ancak,
doktrindeki son gelişmeler, bunun bizzat iktidar tarafından yapıldığı
vakit, tüm cebir ve şiddet vasıtaları iktidarın elinde olduğu için, yani
silahlı kuvvetler, emniyet güçleri ve mahkemeler onun elinde bulunduğu için,
ayrıca bir cebir kullanmasına gerek olmadığı yönündedir. Eğer iktidar kendisi
anayasayı ihlal ediyorsa cebir unsuru bu ihlalin içinde mevcuttur. Yani bu
girişim, şu anda anayasayı ihlal suçunun ön hazırlığıdır. Eğer Meclis’te
kabul edilirse suç oluşmuş olacaktır. Her hangi bir bilimsel kurul böyle bir
anayasa olsun diyebilir, bu ayrı. Çünkü bu, anayasayı kaldırıp da yürürlüğe
yeni bir anayasa koyacağım demek değildir. İdeal bir anayasa şöyle olabilir
gibi bir görüştür. Ama siyasi otorite ‘ben bunu kaldırıp, bunu koyuyorum’
dediği vakit, suç işleme zeminine girmiş olur.
Bunun
yaptırımı nedir peki?
- İktidar
değişmediği sürece Ceza Hukuku bakımında bunun yaptırımı yoktur. Ama iktidar
değiştiği vakit yaptırım gündeme gelebilecektir. 1961 Anayasası, hukuk dışı
tutuma karşı vatandaşlara direnme hakkını tanımıştı. 1982 Anayasası bunu
açıkça tanımıyor ama başlangıç hükmünde ‘vatandaşların uyanık bekçiliğine
emanet edilir’ diyor. Yani hukukun bittiği yerde zor başlar. Ama bu ciddi
olarak hukuk dışı bir girişimdir. Hukuk dışı girişimlerde hukukun
uygulanabilmesi, arakasında devlet gücünün olmasına bağlıdır. Devlet gücü şu
aşamada olmadığına göre bu zaman aşımına kadar daima cezalanacak bir eylem
olarak kalır. Bunu böyle bir tespit etmek gerekir.
Taslağın
içeriği için bir değerlendirme yapar mısınız?
Anayasa
taslağının içeriğine gelince… Bu taslakta öyle hükümler var ki, bunlar açıkça
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tasfiyesi anlamına gelmektedir. Ayrıntısına
girmek istemiyorum.
Somut bir
örnek verebilir misiniz bu konuda?
- Sadece
bir tane örnek vereceğim. Ama hemen söyleyeyim. ‘Askeri cuntanın
hazırlattırdığı 1982 Anayasası iyi bir anayasa mıydı’, diyecek olursanız, bu
anayasaya hayır oyu verenlerden biriyim. İyi bir anayasa olmadığı
görüşündeyim. Ama Türkiye o kadar geriye gitmiştir ki, 1982 Anayasası ileride
kalmıştır ve onu savunmak durumunda kaldık. Çünkü karşıdevrim uzun süredir
yürüyor. Burada bir yanlış anlamaya asla yer vermemek gerekiyor. 1982
Anayasası asla çok iyi bir anayasa olduğu için değil, bugünkü koşullar
nedeniyle ileride kaldığı için yerine taslakta öngörülenin konulmasına karşı
çıkıyorum. Bu bir. İkincisi, 1982 Anayasası’nda çok sayıda değişiklik
yapılarak bugüne gelinmiştir. Yani ilk günkü gibi değildir. Başka bir
deyişle, 1982 Anayasasında bugünkü iktidar kendi çoğunluğuna dayanarak
istediği değişiklikleri yapabilir. O zaman sormak gerekir: Neden ortadan
kaldırmak istiyor? Yani ortadan kaldırmak yerine değişiklik yapabilir. Neden
ortadan kaldırıyor, çünkü kendi ideolojisine uygun, kendi karşıdevriminin
anayasasını getirmek için bu yola başvurmaktadır. Bunu vurgulamak için
yapıyor.
Şimdi
somut olaya gelelim. Taslakta 1982 Anayasası’nın Başlangıç metnini bir
paragrafa indirmişler. Ve deniliyor ki bu bir paragraflık ‘başlangıç metni de
anayasa metnine dahil değildir.’ Yani hukuken hüküm ifade etmez. Yani hiçbir
değeri yoktur.
Şunu
vurgulamak istiyorum; bir yanlış arka arkaya yapılıyorsa, o yanlış bilinçli
ve sistematik yapılıyor demektir. Bunun altını çiziyorum. Orada,
devletin amacı belirtilirken, 1982 Anayasası’nda, ülkenin bağımsızlığını,
toprak bütünlüğünü korumak, birliğini korumak, Atatürk ilke ve devrimlerini
korumak sözleri yer alıyordu. Şimdi bu yok. Ama burada kalmıyor iş. 1982
Anayasası’nda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin amacını belirten maddede,
ülke bütünlüğünü, bağımsızlığını, birliğini korumak ve arkasından da kişi hak
ve hürriyetlerini sağlamak ifadesi yer almaktadır. Şimdi bunu anayasaya
taslağına devletin amacı ile ilgili bu maddeyi 4. madde olarak almışlar ve
devletin birliğini, toprak bütünlüğünü, bağımsızlığını korumak sözlerini
çıkarmışlar.
Bunun sonucu ne olur sizce?
- Hukukta
şöyle bir temel ilke vardır. Bir konuda bir yasayla bir düzenleme
getirirseniz, mesela bir yasak korsanız veya bir eylem suçtur derseniz, sonra
da o yasayı kaldırırsanız, yeni bir yasayla ‘artık bu iş serbest bırakıldı,
suç olmaktan çıkarıldı, yasak kalktı’ demenize gerek yoktur. Durum
kendiliğinden eski haline döner.
Örneğin ne
gibi?
- Örnek
vereyim, sigara içme yasağıyla ilgili yasayı yürürlükten kaldırırsanız, artık
sigara içebilirsiniz demektir, yani bir yasayla sigara içilebileceğini
belirtmeye gerek yoktur. Şimdi 1982 Anayasası’nda böyle bir hüküm olmasaydı,
biz derdik ki, “ devletin doğal olarak amacı ülkenin bütünlüğünü korumaktır”;
ama varken kaldırılırsa, artık bu amaç olmaktan çıkar.
Ama iş
bununla da kalmıyor. Kişi hak ve özgürlüklerine 1982 Anayasası’nda getirilen
sınırlamaların içinde ‘devletin toprak bütünlüğü, birliği, bağımsızlığı’ bir
sınırlama olarak konmuştu. Yani hiçbir hak ve özgürlük devletin
bağımsızlığını ortadan kaldırmak için kullanılamaz. Bu sınırlama da kalkmış.
Bu demektir ki, hak ve özgürlükler bu devleti yıkmak, bölüp parçalamak
amacıyla da kullanılabilecektir.
Şimdi
düşünün ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin artık böyle bir amacı yok.
Bağımsızlığı, toprak bütünlüğünü, birliğini bütünlüğünü korumak gibi bir
amacı yok. Bu amaç kalktı. Bu çok vahim bir şeydir.
Burada da
bitmiyor iş, ne diyorlar taslakta; ‘ egemenlik, milletlerarası, milletlerüstü
kuruluşlara devredilebilir.’ Açıkça bunu söylüyorlar. Yani TBMM kürsüsünün
arkasında yazılı olan ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ sözünün
de bir anlamı kalmıyor. Yani bu devleti anayasaya dayanarak ortadan
kaldırabilirsin. Egemen olmayan, şu veya bu ölçüde egemen olmayan bir devlet
olamaz. Bunu açıkça söylüyorlar.
Diğer
başka hükümlere girmek istemiyorum. Çok vahim hükümler var çünkü. Ama
zihniyet bakımından bir şeyin altını çizmek lazım. Türban olayı ile de
ilgili olduğu için altını çiziyorum. Şimdi bu taslağın iki ayrı yerinde,
kadınların ne gözle görüldüğüne dair hüküm var. Biri, eşitlik maddesi diğer
de korunmakla ilgili. İkisinde de kadınlar; çocuklar, özürlüler, akıl
hastaları ile bir tutuyor.
Bunun
anlamı nedir?
- Bunun
anlamı kadını ancak o düzeyde görüyorlar demektir. Bu, bilinç altının
anayasaya yansıması demektir. Türban da buradan geliyor. Yani kadını normal
bir insan gibi görmüyor. Başka bir yaratık, akıl hastası, özürlü bir yaratık
olarak görüyor. Nasıl akıl hastaları korunuyorsa onları da koruruz diyor.
Eşit hale getiririz diyor. Zihniyet budur.
Taslağı
hazırlattıranların ve hazırlayanların zihniyetleri göstermesi
bakımından şu da çok önemli. Taslağın genel gerekçesinde çok ilginç savlar
var. Deniliyor ki; 1924 Anayasası dâhil, Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir
anayasası, ‘halkın oyu ve iradesi sonucunda yapılmamıştır, o nedenle de
meşruluk sorunu vardır. 1924 Anayasası, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin
anayasasıdır. Yani bu devlet inkâr ediliyor, Cumhuriyet’in temelinde, dahası
Atatürk’ün döneminin kendisinde meşruluk sorunu olduğu öne sürülüyor.
Öte
yandan, taslağın AB bilmem ne şartı ve kriterlerine göre hazırlanmıştır bu
anayasa’ diye de açıkça itiraf ediliyor. Şimdi AB’ne girer miyiz, girmez
miyiz artık bunun tartışması bile yok. Ama onlar işte Türkiye’yi böyle kapıya
bağlayarak kendilerine göre bir çifte standart uygulayarak bizi bu hale
getiriyorlar. Yani olmayacak bir şeyi de kaynak olarak almış bu taslak.
Bu anayasa
taslağı üzerine söylenecek çok şey var. Ama yasalaşırsa, Meclis’ten geçerse
bu cumhuriyet ayakta duramaz. Çünkü fiilen olan başka olaylar da var. Bunlara
anayasal bir gerekçe sağlanmış olacaktır. İşte yerinden yönetim yasası gibi
ülkeyi bölünmeye götüren bir sürü başka uygulama…
Kapatma
davası karşısında AKP’nin ve partiye yakın çevrelerin izlediği tutumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
- Bu
konuya öncelikle açılmış bir bulunan bir dava hakkında mahkemeyi etkileyecek
görüş belirtmeyi, yayın yapmayı suç olarak gören ve cezalandıran Türk Ceza
Kanunu açısından bakmak gerekir. Bu suçun cezası da iki yıl hapisten
başlamaktadır. Bu nedenle, gerek AKP’liler ve gerekse yandaşı medya açıkça
suç işlemektedirler.
İkincisi,
dava açıldıktan sonra AKP’nin Anayasa’da değişiklik yaparak bu davayı
sonuçsuz bırakmak istemeleridir. Bu girişim, herhangi bir mahkemede şu ya da
bu nedenle yargılanan bir kişinin kendisi hakkında uygulanacak yasa maddeleri
değiştirerek kurtulmak istemesinden başka bir şey değildir. Bu, yalnız genel
hukuk ilkelerine değil, akla ve mantığa da aykırıdır.
Kaldı ki,
AKP’nin hazırlattığı anayasa taslağında da parti kapatma 1982 Anayasası’na
koşut bir biçimde düzenlenmiştir. Dolayısı ile, AKP iktidarı, Meclis’te
çoğunluğuna dayanarak hukukla ikide birde işine geldiği gibi oynarsa, ülkede
hukuk düzeni diye bir şey kalmaz, kaos çıkar.
AKP
iktidarı döneminde bu yönde bir kamplaşma yaşanmaya başlandı. Siz
‘Milliyetçilik: Neden Şimdi’ başlıklı, değişik çevrelerden bilim insanları ve
yazarların bu yöndeki görüşlerini içeren bir kitap yayınladınız.
Milliyetçilikten ne anlıyorsunuz?
- Tarihsel
süreçte milli duygu olmasa bile toplumsal birlik duygusu ya da etnik bağlılık
duygusu tarihin ilk dönemlerinden beri vardır. Kartacalılar’la Romalılar,
biri Kartacalı, diğeri Romalı olduğu için savaşmıştır. Yunanlılar’la Persler
bu nedenle savaşmıştır. Ama ideolojilik olarak milliyetçilik Avrupa’da
burjuvazinin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Şimdi birinci aşamada, burjuva
devrimci milliyetçiliği söz konusudur. Bu, üretim güçlerini geliştirdiği için
bu milliyetçilik, ilerici bir ideoloji olarak görülür. Ama kısa bir süre
sonra burjuvazi emperyalist aşamaya geçmiştir. Emperyalist aşamaya geçince,
onun milliyetçiliği, yer yer de ırkçılığa dönüşerek son derece insanlığın
haysiyetine, her şeyine aykırı bir nitelik almıştır. Ama bunun karşısında
antiemperyalist bir milliyetçilik gelişmiştir. Çünkü ulusal bilince sahip
olmayan hiçbir halk, antiemperyalist mücadele yapamaz. Bakın Afrika’ya,
milyonlarca insan kabile birliğini aşamadıkları için bir avuç beyaz
tarafından dövüle dövüle yönetildi. Uluslararası kamuoyu ve finans kapitalin
kendi içindeki çekişmeleri olmasa hala da devam ederdi. Irak’taki halklar
hepsi bir araya gelseler, Amerikalıları tükürükle boğacaklar ama Sünni ve Şii
birbirini boğazlıyorlar. İkisi de Iraklı, ikisi de gâvur çizmesi altında ama
birbirini boğazlayacaklarına bir tane Amerikalı yerine, üç tane birbirinden
adam öldürüyorlar.
Ulusal
bilinç olmadan, bireylerde bu duygu oluşmadan, antiemperyalist savaş olmaz.
Bu nedenle de azgelişmiş ülkelerde antiemperyalist milliyetçilik gelişti.
Şimdi bir kimse ‘ben milliyetçiyim’ dediği vakit, hangi türden bir milliyetçi
olduğunu bilmemiz gerekir. Burjuva devrimci milliyetçisi mi, burjuva
emperyalist milliyetçisi mi, ırkçı mı; yoksa antiemperyalist milliyetçi mi?
Milliyetçiliği tek bir kavram olarak ele alırsak, saçmalarız.
Nasıl bir
milliyetçilik olmalı peki?
-
Antiemperyalist milliyetçiliğin en büyük adı Mustafa Kemal’dir. Mustafa
Kemal’in milliyetçiliği ne ırkçıdır ne de emperyalisttir. Antiemperyalist bir
milliyetçidir. Şimdi bu antiemperyalist milliyetçiliğin gelişmesi
emperyalizmi çok rahatsız eder. Bu yüzden milliyetçiliği ırkçılık gibi
göstererek ya da milliyetçilik adına yapılan ırkçılıkları, saçmalıkları ve
katliamları öne çıkararak milliyetçilik kötü bir şeydir diye anlatmaya
çalışıyorlar. Ki antiemperyalist milliyetçilik gelişmesin, bir ulusal bilinç
ya da milli şuur oluşmasın diye. Bazı cahiller bunu ayrımını yapamadıkları
için buna bakarak ‘bak nasyonel sosyalistler de milliyetçiydi dünyayı kana
buladılar, ateşe boğdular’ diye milliyetçilik kötüydü derler. Ama buna
karşılık Fransız Rezistans örgütünün de işgale direndiğinde ne kadar
milliyetçi olduğunu görmezler. İspanya’da Faranco’ya karşı direnen
komünistlerin ne kadar milliyetçi olduğunu hiç görmezler. Ama Faranco’nun
milliyetçiliğini görürler, onu anlatırlar bize. Bunu anlatan, böyle bir
yıkıcı propaganda yapan bu ülkelerin kendileri, ya aşırı milliyetçidir
ya da ırkçıdır. Bugün Avrupa’da çok koyu ve zaman zaman dozu artan bir
milliyetçilik vardır. Ama bize gelince milliyetçilik çok kötüdür derler. Ama
ne yazık ki Türkiye’de bunların işbirlikçileri vardır. Kimi parayla satın
alınır, kimi kafasız ve cahil olur.
Ergenekon
Operasyonuna gelirsek…
- Şimdi
Ergenekon olayına bu çerçeveden girelim.
Biraz önce
anayasayla ilgili söylediğiniz ‘uyanık bekçilik’ kavramıyla ilgili,
bireylerin durumdan görev çıkarma algılaması olabilir mi. Bu ifadeler
insanlar tarafından böyle de yorumlanamaz mı?
- Onu
bilemem ben. Bunu tek tek bu kişilerle konuşup neden böyle davrandın diye
sormakla anlaşılabilir ancak. Şimdi Ergenekon hakkında bir yargıya varabilmek
için bir hukukçu olarak, her hukukçunun şunu söylemesi gerekir. ‘dosyanın
içeriğini bilmeden konuşmam’ demesi gerekir. Dosyada ne var ben bunu
bilmeliyim. Dosyada delil varsa, iddialar doğruysa diyecek bir şey yok.
İddialar doğru değilse ve dosyayı da biliyorsak kanunların elverdiği biçimde
‘olmaz böyle bir şey’ dersin ama bunun için dosyayı bilmek lazım. Dosya
elimizde değil. Dolayısıyla o kişiler gerçekten böyle bir eylemde bulundular
mı bulunmadılar mı hukuki planda söyleyemezsiniz. Kaldı ki, gizlilik kararı
alınmış bir soruşturmada, iddiaların doğru olmadığını bilseniz bile, bir
değerlendirme yapmak Türk Ceza Kanunu’na göre suçtur. Ama şunu söylersiniz;
zamanlama yönünden bakarsınız, yansıtılış biçimine ve operasyona konulan
Ergenekon adına bakarsınız.
Siz ne
görüyorsunuz Ergenekon adına bakınca, neden böyle bir ad verilmiş olabilir?
- Şimdi
Ergenekon bizim tarihimizin efsanelerinden biridir. Bizim söylenceler
tarihimizin bir parçasıdır. Bir operasyona bu adı vermek, buna çamur atmak
demektir. Seçilen isim, biraz önce söylediğim gibi milliyetçilik kavramını
dejenere etmeye yöneliktir.
Eski bir
Cumhuriyet Savcısı olarak operasyonun biçimi hakkında neler söyleyeceksiniz?
- Burada
bir tek şeyi kesinlikle söyleyebiliriz; ben on yıl Savcılık yaptım, şunu çok
iyi biliyorum; her hangi bir savcı, delilleri toplar. Delilleri topladıktan
sonra o sanık için elinde yeterli delil varsa tutuklanması istemiyle
mahkemeye sevk eder. Hâkim önüne çıkarır. Şimdi gördüğümüz kadarıyla dokuz-on
aydır yargılanmayan insanlar var. Soruşturma devam ediyor. Delil toplanıyor.
Ee delili toplamadan neden sevk ettin adamı? Yeni deliller buluyor
deniliyor. Açarsın davayı, yeni sanıkları ortaya çıkaran yeni deliller
varsa ek iddianameyle verirsin. İddianamesi düzenlenmiş sanıklar için ise,
yargılama süresince savcılığın bunları mahkemeye ibraz etme olanağı ve hakkı
vardır. Soruşturma on yıl sürecekse on yıl içerde mi kalacak! Ayda bir
dosyayla yargıç önüne gidecek tutukluluk durumu devam etsin etmesin mi diye
incelenecek. O yargıç dosya üzerinden karar vermektir. Orada bir yargılama
süreci yoktur. Aleyhe delilleri karşı sanıklar kendilerini
savunamamaktadırlar. Dosya üzerinden verilecek kararlar gerçeği saptamaya
yeterli olsaydı, o zaman neden aleni duruşma
yapmaya ihtiyaç olurdu ki yeryüzünde? Toplanırdı deliller ve
hukuk da kararını verirdi. Şimdi bu eleştirilmesi gereken bir noktadır, çok
ciddidir ve insan haklarının ihlalidir bu. Bakın soruşturma içeriği olarak
söylemiyorum. Biçim olarak bu yanlıştır. Kaldı ki, delil toplanırken,
insanlar gözaltına alınırken de yasaların hükümlerine uyulmadığına tanık
olmaktayız. Biz 12 Eylül’de sıkıyönetimde insanlar bir yıl mahkeme önüne
çıkarılmıyor diye şikayet ediyorduk. Ne farkı kaldı şimdi?
Türban
konusunda ne diyeceksiniz?
- Bu
konuda da çok şey söylendi. Dolayısıyla fazla bir şey söylemeye gerek yok.
Ama farklı olarak bir şey söyleyeyim. Şimdi ne yazık ki, türbana karşı
çıkanlar açıklamalarında dediler ki; ‘Anayasa’da yapılan değişiklik yetmez,
bu değişiklikte de belirtildiği gibi bunun sınırı kanunla
düzenlenir deniliyor, bu kanun çıkmadan uygulayamayız’. YÖK Başkanlığı da
buna karşı kalktı dedi ki ‘ efendim zaten kılık kıyafetle ilgili yasa var,
devrim yasası; dolayısıyla ona aykırı olmayan her şeyi uygulayabiliriz. Zaten
yasa var’. Şimdi iyi ki bunu söylediler.
Ne anlama
geliyor bu?
- İşte
bazen kaş yapayım derken göz çıkarıyorlar. Şimdi bu devrim yasası diyor ki;
Yahudi, Hıristiyan, Müslüman din adamları, dini giysilerini sokakta
giyemezler, ancak ibadethanelerde ve dini törenlerde giyebilirler. Bu
dini gruplardan içinden sadece bir kişiye Bakanlar Kurulu geçici olarak
ibadetler ve dini törenler dışında da dini giysi giyme hakkını tanıyabilir.
Ve gerektiğinde sürenin sonunda bu hakkı başkasına tanıyabilir. Şimdi demek
ki din adamları dahil dini giysiyle sokakta gezemezler diyor.
Bu kadar açık. Şimdi en yetkili kişiler bunun din ve vicdan
özgürlüğünün sonucu, dini bir inanç gereği olduğunu söylüyorlar bu türbanın.
Bir devrim yasasının din adamlarına tanımadığı bir hakkı sokaktaki kıza
tanıdığı düşünülebilir mi?
Başbakan
Erdoğan siyasi simge açıklaması da yapmıştı…
- Bırakın
siyasi simgeyi. Din adamına tanınmayan bir hak buna tanınabilir mi? Anayasa
hükmüne göre asla anayasaya aykırı şekilde anlaşılamaz ve yorumlanamaz denen
bir devrim yasası böyle diyorsa, sen birinin dini kıyafetle bir
kamu kurumuna girmesine nasıl olanak sağlarsın? Bu konuda sadece bunun altını
çiziyorum.
Üniversiteler
Arası Kurul’la YÖK arasındaki tartışmaya gelince… Bir kere bu bir tartışma
değil, yasaların uygulanıp uygulanmaması sorunu. Şimdi bu YÖK Başkanının
seçilmesinde iki tane faktör var. Besbelli. Bunu ben söylemiyorum. Önce YÖK
Başkanın kendisi kamuoyuna yansıyacak şekilde, ‘ipimizi çekerler’ biçiminde
söylüyor, yani önceden anlaşıldığı belli. Ondan sonra da Maliye Bakanı
‘sıkıysa yapmasın’ diyor. Yani nasıl bir kişinin seçildiği en
yetkili ağızlardan belli. Benim buna ekleyecek hiçbir sözüm yok. Şimdi
böyle bir kişi bütün üniversitelerin başında nasıl olabilir? Akıl ve mantık
bunu kabul eder mi? Peki neden seçilmiştir o zaman? Birinci neden, AKP
iktidarının her dediğini koşulsuz yerine getireceği bilindiği için
seçilmiştir. İktidarın üniversitenin özerkliğine tahammülü yoktur.
İkinci neden ise, AKP iktidarı, açıkla görüldüğü üzere, toplumda sürekli
gerilim yaratarak ve kamuoyunu olur olmaz şeylerle uğraştırarak, yürümekte
olduğu asıl hedefini gözlerden saklamak amacını gütmektedir. YÖK Başkanı, işe
başlar başlamaz, söz ve davranışları ile yarattığı gerilim ve yapay gündem
ile bu amaca hizmet etmektedir.
Kaos
başlıkları atıldı medyada…
- Bu olsun
istendi. Benim yorumum budur. Üniversitelerde de bu olsun istendi. Ve YÖK
Başkanı, geldiği gün yaptığı açıklamayla resmen suç işledi. Ne dedi? ‘mahkeme
kararı böyle ama siz onu uygulamazsanız olur’ dedi. Mahkeme kararlarını
uygulamamak suçtur. Bir suçu işlemek için birini kışkırtmak, tahrik ve teşvik
etmek ayrıca suçtur. Bu suçu işledi. Arkasından ne dedi, inanılmaz bir şey
dedi, inanılmaz. Dedi ki; ‘cumhuriyetin temel ilkeleri hiçbir kişinin hak ve
özgürlüklerini kısıtlayamaz’ dedi. Yukarıda Anayasa’dan söz ettik ya aynı
zihniyet burada da var. Ve gelir gelmez bütün üniversiteler karıştı. Ben
burada şunu yinelemek istiyorum: Bu iktidar kriz yaratarak varlığını
sürdürüyor. Ve Türkiye’de kamplaşmalar onun işine yarıyor. YÖK Başkanı’nın
ilk işi de üniversitede bunu yapmak, üniversiteyi de bu krizin içine sokmak
oldu.
12
Eylül’ün yarattığı bu sorun, türbanı siyasi simge görenlerin işine mi yaradı?
- Okul
çocuklarına burs vererek, kurs vererek beyinlerini yıkayarak zaten bu hale
getirdiler. Aslında bunu yapmakla o çevreler bir taşla iki kuş vurdular.
Şimdi bu çocuklar üniversiteye gelecek olsalar onlarla bizim diyalog kurma
şansımız olacak. Onlara doğru ve bilimsel eğitim verebilecektik. Böyle
yaparak o çocukların üniversiteye girmesini bunlar engelledi. Yani
kafalarının geri kalmasına kendileri yol açtı. Bunu bence bilinçli yaptılar.
Ve içlerinde bazı saflar hariç, bu işi organize edenler hiçbir zaman türban
yasağının kalkmasını istemedi. Bu iş hep sürüncemede bırakıldı. Bugün de öyle
bir şey yapıyor ki, hem yasayı çıkarmıyor, ‘nasıl olsa anayasa mahkemesi bunu
geçirmeyecek’ diyor, ‘bakın ben elimden geleni yaptım’. Bugün türban sorunu
dönülmeyecek bir noktaya geldi. Yani iki tane üç tane kız otuz kişilik sınıfa
girseydi hem diğer kız arkadaşlarının etkisiyle hem de hocaların etkisiyle
onlar aydınlanacaktı. Ve çoğunluğu türbandan falan da kurtulacaklardı. Bunun
yolun tıkandı. Dolayısıyla işin başında yanlış yapıldı. Önce 12 Eylül’cüler
yanlış adım attı arkasından öbürleri bunu kullandı. Ama türban bugün bilinçli
olarak kullanan bir şeydir.
Son olarak
sizin seksenli yıllarda yazdığınız siyasal iktidar sanata karşı kitabınızla
ilgili sormak istiyorum. Bu gün nasıl değerlendiriyorsunuz sanat ve iktidar
ilişkisini?
- Şöyle
söyleyeyim, sanat ve din; yalnız iktidar karşıtı olanlar için bir sorundur.
İktidardan yana olduğun vakit, sanatta da özgürsün, ifade özgürlüğün de
vardır, din ve vicdan özgürlüğün de vardır. Tam anlamıyla vardır. Engizisyon
zamanında en büyük sanat eserleri yaratılmıştır. Çünkü onlar Vatikan’dan
yanaydılar. Özgürdüler. Hitler zamanında Nasyonal Sosyalizm’den yana olanlar,
asla kötü muamele görmemişlerdir. İfade özgürlüğü açısından ancak sen iktidar
yana olursan özgürsün. Bugün bizde bu alanda bir sorun çıkmıyorsa bunlar
iktidarın paralelinde gittikleri içindir.
Bir
parantez açarsak, Cumhurbaşkanı Gül’ün sofrasına oturanlar da çok
eleştirildi. Bunu da böyle mi değerlendiriyorsunuz?
- Söylediğim
gibi. İktidarın paralelinde gidersen sorun olmaz. Biraz ters gitsinler
bakalım ne oluyor.
*Yeni
Harman Dergisi Mayıs sayısında yayınlanmıştır
ALEVİ HABER AJANSI - 24 Mayıs 2008
|