Başbakan Erdoğan'a İDDİANAME gibi mektup
***
Sayın Başbakan
Bu satırları elli dokuz yıl hukuk ile iç içe yaşamış, kırk
bir yılını yazılı hukuku uygulayarak adalet hizmetinde tüketmiş ve bugün
köşesinde bilimle uğraşan, bilgi ve deneyimlerini öğrencileriyle paylaşan
yansız ve nesnel bilim adamı kimliğimle, kendimi sizin yerinize koyarak ve
denetleyerek bütün içtenliğimle yazıyorum.
Çoklarının sandıkları gibi
-kin ve öç duygularıyla yazdığımı düşünürseniz, çok aldanırsınız. Ben o
dönemleri çoktan gerilerde bırakmış bir yaştayım. Ölümlü tanıkların gelip
geçici sözlerine değil, kişiler üstü ve nesnel hukuk biliminin iki bin yıldan
bu yana deneyip süzerek önümüze koyduğu temel ilkelerin tanıklığına dayanarak
yazıyorum. Küresel özdeyişler biçimindeki bu temel ilkeleri, sizi
inandırabilmek için, Latincedeki özgün anlatımlarıyla da yansıtacağım. Ayrıca
bu mektup, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na yazılmıştır, bir partinin genel
başkanına değil.
Önceden
anımsatayım ki; Sayın Başbakan, ben halkım, halkın ta kendisiyim.
Haklarım
var: Öfkelenirim, hırçınlaşırım, acımasız olurum, haksızlık yaparım, gücenirim,
hatta kin tutar, irademi yitirince böler, ayrıştırırım da... Ama siz başbakansınız.
Haklarınız değil, sadece yetkilerinizi sınırlandıran yükümlülükleriniz ve
görevleriniz var: Şeyh Edebali’nin dediği gibi herkese karşı uysal, hoşgörülü,
acıları paylaşıcı, bağışlayıcı, adil, sabırlı, katlanıcı, kucaklayıcı, yapıcı
ve birleştirici olmak zorundasınız.
Sayın Başbakan, Yanlışa örnek verilen meşhur bir cümle vardır;
“Hasne ile Hüsne,
Muaviye’nin dört oğlundan ikisidir” Bu cümlede dört
yanlış vardır:
-Hasne ve Hüsne, erkek değil, kızdır. Bu bir.
-İkisi de Hz. Ali’nin çocuklarıdır. Bu iki.
-Çocuk sayısı dört değil, ikidir. Bu üç.
-Adları Hasan ve Hüseyin’dir. Bu dört.
xxxx
Şimdi gelelim sizin yanlışlarınıza...
17 Aralık 2013’ten bu yana şu iddiayı sürekli dile
getirmektesiniz:
Polis, yargı gibi devlet
organlarına yaptığımız yanlış atamalarla oluşan “paralel yapı” bağımlıları,
iktidarı, ordu vb. kurumları çökertmek için düzmece kanıtlarla suçsuzları
cezaevlerine soktular; iftiralarını bugün de sürdürüyorlar. Bunun çözüm yolu
halktır. Halk, yerel seçimlerde iktidarımızı desteklerse, aklamış da olur.
Burada yanlış sayısı, üzülerek belirteyim ki, verdiğim örnektekinden daha çok.
Birinci temel
yanlışınız,
atamalarda “yeterlilik (liyakat) ölçütü” yerine “ideolojik özdeşlik ya da
yakınlık ölçütü”nü gözetmenizdir. Bu kaba yanlışı açıkça itiraf ediyorsunuz. Bu
itiraftaki içtenliğinize şapka çıkarılır; ama bu itiraf sizi asla haklı kılmaz.
Çünkü böyle yapmışsanız, sizi ne halk olarak bizler bağışlarız; ne de devlet ve
yasalar önünde herkesi her açıdan eşit gören Anayasa, hukuk, ahlak ve de bu
değerlere yaslanan devlet, hatta amaçlarınız uğruna sık sık başvurduğunuz
duyarlı ve kutsal değerler, özellikle de din, ne de onun Yüce Peygamber’i
bağışlar:
“Makamları sizden
önceki kavimlerin yaptığı gibi, yeterli (ehil) olanlara vermezseniz, onların
başına gelen kıyameti bekleyin.” (Hadis)
Sahtelik iddiasında geliştirdiğiniz yaklaşımdaki ikinci
yanlışınız, iddiayı kesin yargıymış (hüküm) gibi sergileyip durmanızdır.
Bu yöntemi ilkin bilimsel bulmadım. Çünkü her şeyden önce “hiç
kimse kendi davasının yargıcı olamaz” (nemo judex in sua causa).
***
İkinci olarak bu yöntemi doğru da bulmadım. Dürüst zekâ ile ahlakı
örseleyen kurnazlığı birbirine karıştırmak, toplumun dikkatini başka yönlere
kaydırmak, hiç kimseye yaraşmaz. Hele hele devlet adamı kimliğiyle karşımıza
çıkanlara hiç yaraşmıyor, Sayın Başbakan.
***
Aynı doğrultuda üçüncü
yanlışınıza geliyorum. Özel konuşmaları dinlemek elbette hem
suçtur, hem de ahlaksızlıktır. Bunun için o denli bağırıp çağırmaya hiç gerek
yok. Bunu önlemenin biricik yolu yargıya başvurmaktır. Yargıya başvurmakla
olayın doğruluğunu benimsemiş olmazsınız. Tam tersine hem iftirayı, hem de
sahteciliği dile getirmiş, bunu yapanları cezalandırmanın meşru yolunu da açmış
olursunuz. Başarırsanız, hukuku arkanıza alır, daha da güçlü olursunuz.
Yargılama, özellikle duruşma, sanık ile tek yanlı yapılan bir hesaplaşma
değildir, Sayın Başbakan. Duruşma, kavramın en kapsamlı anlatımıyla savcının
iddianamesindeki olay/eylem ve fail ile sınırlı ve bağlıdır. Duruşma
yargıçları, bu çerçevede sanığa yükletilen olayın/eylemin sağlam ve sağlıklı
dayanaklara dayanıp dayanmadığını karşıt görüşlerin diyalektiği içinde ön
yargısız tartışır ve bu konudaki kuşkuyu yenmeye çabalarlar. Cübbeyi giyen
yargıçlar, taç giyen başın akıllanması gibi, yargılarken inançlarını, dünya
görüşlerini duruşma salonunun dışında tutarlar. Bu yüzden hiçbir makama,
özellikle de yargı organlarına size yakın olanları seçmeyi hiç denemeyin.
Yurt dışından bilgisayar getirtebilirsiniz, ama yargıç
getirtemezsiniz. Tutacağınız yol bellidir: Yansızlıklarından kuşkulandığınız
yargıçları, somut kanıtlar göstererek reddetmek (Ceza Yargılama Yasası [CYY],
m. 24 vd.). Ama “bunlar paralel yapı bağımlıları” vb. gibi varsayımlara,
gülünüp geçilesi yollara lütfen tenezzül etmeyin.
Hukukta olaylar, varsayılmaz, kanıtlanır” (facta non
praesumuntur, sed porbantur). Kanıtlanmadıkları sürece hukukçunun gözünde bu
tür iddialar birer yanıltmacadır (sofizm, safsata), sanallıktır, kurmacadır,
kuruntudur, yanılsamadır (illusion). Zira hukuk, varsayımlar, zanlar, masallar
üzerine hüküm kurmaz, kuramaz. “Hukuk, olaylara
dayanır” (jus ex facto
oritur).
Evet, Sayın Başbakan, “paralel yapı” şeytanını taşlayarak
hiçbir yere varamazsınız. Yargıçlar, sadece ve sadece duruşmaya taşınmış ve
duruşmada tartışılmış kanıtlara, olgulara yaslanarak, bunları değerlendirip
tartarak, tartışarak, halkın temsilcilerinin kotardıkları yasalara ve hukuka
uygun vicdani kanılarına göre, bu nedenle de halk adına karar verirler; “yargıçlar, yasanın dilidir” (judex est lex loquens). Biz yargıçların “yüzü,
yasaya dayanmadığımız takdirde kızarır”
“Şeref ve namus”unuz üzerine koruyacağınıza ve uyacağınıza ilişkin ant
içtiğiniz Anayasa da böyle der (m. 138/1). Yasa’mız (CYY, m. 217) ve iki bin
yaşını aşan Roma hukukundan bu yana hukuk da böyle der: Yargıçlar için
duruşmada tartışılmayan ve “dosyada bulunmayan şey(ler), yeryüzünde yoktur”
(quod non est in actis, non est in mundo).
HUKUK, DEDİKODULARLA UĞRAŞMAZ; GEVEZELİK YAPMAZ
Yanlışlar bulaşıcıdır ve gebedir, Sayın Başbakan. Her yanlış
yeni yanlışlar doğurur.
****
Dördüncü
yanlışınız, tam
da bu noktada ortaya çıkıyor. Yargıya başvurmaktan kaçınarak, kimler olduğunu
bir bir açıklayıp ilgili kuruma verecek yerde, bütün yargıçları, savcıları
meydanlarda binlerinin önünde suçlamanızdır. Yargının tamamı bu nedenle çok
tedirgin. Gerçi kimilerini bu suçlamanın dışında tuttuğunuzu (tenzih)
söylüyorsunuz ama onların kimler olduğu belirsiz. Sözleriniz dedikodu düzeyinde
kaldığı ve böyle bir belirsizliğe sığındığınız için yargıçlar, savcılar, bu
suçlamaları yargının önüne taşıyamamaktadırlar. Böyle belirsiz ve soyut
genellemeler, dedikodular yapacak yerde onlara olanak tanırsanız ya da siz
yargıya başvurur, iddialarınızı, hukuktan kimlerin uzaklaştığını ve
suçsuzluğunuzu kanıtlarsanız, haklılığın hem tadını çıkarır ve hem de çok
güçlenirsiniz. Ama yargıdan kaçarsanız, hakkınızdaki iddiaları yaşam boyu
sırtınızda bir kambur gibi taşır; tarihe de öyle geçersiniz. Hukuk,
dedikodularla uğraşmaz; gevezelik yapmaz. Olayı doğrulayan kanıtlarla uğraşır.
Sayın Başbakan, yargıçlar, yanlı olabilirler, hukuku yanlış
uygulayabilirler, haksız kararlar da verebilirler. Hukukta bunları düzeltmenin
yolları vardır ve bellidir. Ama yargıyı
yıpratmak, devleti çürütüp çökertmek bu yolların arasında yer almamaktadır.
****
Beşinci yanlışınıza geliyorum Sayın Başbakan. Yandaşlarınız sürekli
şunu dile getiriyorlar: “Dinlemeler yasa dışı.” Evet, bu yalnızca doğru değil,
dahası ahlaksızca ve de suç (TCY, m. 132 vd.). Daha önce de buna değindim,
hukuksal yolu da gösterdim. Ama üzüntü içindeyim. Çünkü ben bu türden
dinlemelerin yakın geçmişte açık hava toplantılarında bağıra çağıra sizce ve
yandaşlarınızca iştahla el âleme duyurulduğunu anımsıyorum.
Şimdi sizin ve yandaşlarınızın başlarına aynı felaket gelince
bağırıp çağırmaya başlamanızı hiç mi hiç anlayamıyorum. Lütfen beni aydınlatın
ya da anlayın. Hani bunlar size göre “geneldi, genel!” Bunları düşününce
gerçekten kahroluyorum, herkes gibi. Hele bir başkasının felaketine etekleri
zil çalarcasına sevinmek, çok acımasız değil mi? Gerçekten bu nasıl bir
duygudur, olan bitenleri bizlere akılcı ve sağduyulu gerekçelerle açıklayabilir
misiniz Sayın Başbakan? Beş yıl önce bütün gemileri yakmak, şimdi ise
fırtınadan kurtulabilen gemilerin hukuk limanına sığınması için çabalamak. Ve
de bu yaman çelişkinin altında ezilmek. Hele o talihsiz Kastamonu konuşmasından
sonra sanırım yara alan siz de yaptıklarınızdan pişman olmuşsunuzdur ve bu
konuda başkalarını eleştirme hakkınızı yitirdiğinizin farkındasınızdır. Şunu
hiçbir zaman unutmayın Sayın Başbakan, çelişkiler birbirini yok eder, ortada
yaslanacak hiçbir gerekçe kalmaz.
Profesör Sami Selçuk ,Yargıtay
Onursal Başkanı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder