17 Kasım 2016 Perşembe

VAHDETTİN’İN KAÇIŞI; SALTANATIN KALDIRILMASI








Kaçış

Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı VI.Mehmet (Vahdettin), 16 Kasım 1922 öğleden sonra, Saray hizmetlilerine o geceyi Tören Köşkü’nde geçireceğini bildirdi. II.Abdülhamit tarafından Alman İmparatoru II.Giyyom’u ağırlamak için 1889’da Yıldız Sarayı’na bağlı olarak yaptırılan bu bölüm, ivedi olarak ısıtıldı ve Vahdettin akşam Köşk’e geçti.
Görevliler, durumu olağan karşılamış, Büyük Millet Meclisi kararıyla tahttan uzaklaştırılan Padişah’ın, bundan böyle Tören Köşkü’nde yaşayacağını sanmıştı. Oysa, gerçek durum başkaydı. Devrik Padişah Köşk’e yerleşmek için değil, İngilizlere sığınarak ülkeden kaçmak için geliyordu.
Davranışı, önceden tasarlanmış ve bir plana bağlanmıştı. Altı yaşındaki oğlu Şehzade Ertuğrul, altı danışmanı, hekimi, iki harem ağası ve kendisi toplam on bir kişiydiler. Mücevherler, değerli taşlar, içinde altın olan saray eşyaları, Vahdettin’in “dikkatli gözetimi altında”, özenle sandıklara yerleştirilmişti.
17 Kasım sabahı saat 6’da, ortalık henüz tam ağarmamışken, küçük topluluk Köşk’ten ayrıldı. Dışarda, üzerinde kızılhaç işareti bulunan iki otomobil ve çevresinde İngiliz subay ve erleri bekliyordu. Küçük bir askeri birlik otomobilleri izledi. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. İngilizler yoğun yağmura karşın, gidilen yol boyunca, sözümona “yürüyüş ve silahlı talim için” toplanmıştı.
Gerçekte bu düzenleme, Padişah’ın güvenliğini sağlamaya yönelik, biraz da gülünç kaçan bir önlemdi. Arabalar, Dolmabahçe Sarayı’nın önünde durdu. İngiliz İşgal Güçleri Komutanı General Sir Charles Harrington ve kurmayları tarafından karşılanan “kaçaklar topluluğu”, Boğaz’da bekleyen Malaya zırhlısına gitmek üzere motorlara bindiler. On dakika sonra son Osmanlı Hükümdarı, ülkeden kaçmak için İngiliz donanmasının en büyük savaş gemilerinden birinin merdivenlerini çıkıyordu.
Bu çıkış, egemenlik gücünü yitirmiş yeteneksiz bir hükümdarın, yalnızca can kaygısıyla giriştiği kişisel bir eylem değil, onunla birlikte ve kuşkusuz daha önemli olarak; Avrupa’yı 500 yıl etkisi altına alarak dünya siyasetine yön vermiş büyük bir imparatorluğun çöküşünü noktalayan üzünçlü (dramatik) bir tarih olayıydı. Osmanlı ülkesinin hükümdarı, dünya Müslümanlarının dini önderi, Hıristiyan bir devlete sığınarak ülkesinden kaçıyordu. Böyle bir durum, 1400 yıllık İslam tarihinde ilk kez oluyor; “Peygamber’in temsilcisi gâvurlara sığınıyordu”.1

Kaçışın Etkisi

Vahdettin’in kaçışı, Ankara için, yenileşme önündeki önemli bir engeli kendiliğinden ortadan kaldıran “uygun” bir çözüm oldu. “Tutuklayıp sürgüne göndermek gibi hoş olmayan” bir girişime gerek kalmamış, Padişah kendi isteğiyle, üstelik “düşmanın yardımıyla” kaçmıştı. İslam dünyasındaki saygınlığı bir anda yok olmuş, “haksızlığa uğramış gibi görünme” şansını tümüyle yitirmişti. O artık, Müslümanların “nefretle andığı” sıradan bir sürgündü.2
Kaçışı, tüm ülkede çok sert söylemlerle kınandı. Çözülüp dağılmış olsa da büyük bir tarihe sahip koskoca bir imparatorluğun son temsilcisi, imparatorluğu parçalayan devletin işgalci ordusuna sığınarak kaçmıştı. Konumuna hiç yakışmayan bu girişimi, kendisini, Yunan Ordusu’na sığınan Çerkez Ethem’in düzeyine düşürmüştü. Atatürk Nutuk’ta ondan, “canını kendi milleti içinde tehlikede görerek, bir yabancının himayesine giren” ve bu davranışıyla “onuru yüksek soylu bir milleti utançlı duruma düşüren alçak” diye söz edecektir.3 Kaçış olayı için şunları söylemişti: “Vahdettin gibi hürriyet ve yaşamını milleti içinde tehlikede görecek kadar adi bir mahlûkun, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir. Şuna sevinebiliriz ki bu alçak, soyundan gelen saltanat makamından, millet tarafından atıldıktan sonra, adiliğini (denaet) tamamlamış bulunuyor... Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca, özgürlüğe ve bağımsızlığa simge olmuş bir milletiz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk gün daha, alçakçasına sürükleyebilmek için her türlü düşkünlüğü gösteren halifeler oyununu da ortadan kaldırabileceğimizi gösterdik”.4

Saltanatın Kaldırılması ve Kaçış

Vahdettin’in kaçışı, ‘kendiliğinden’ gelişen bir olaydı ancak ‘kendiliğindenlik’ gerçekte Ankara’nın sabırla sürdürdüğü akılcı bir siyasetin yönlendirilmesiyle elde edilen bir sonuçtu. Vahdettin, kendisine karşı herhangi bir eyleme başvurmamasına karşın, güçlenmekte olan demokratik düşünceden korkmuş ve saltanatın kaldırılışından 17 gün sonra İngilizlere sığınarak kaçmıştı.
İşbirlikçiliği ve ihaneti açıkken, Kurtuluş Savaşı, o günkü koşullar gereği, “Padişahın ve saltanatın tutsaklıktan kurtarılması” söylemiyle yürütülmüştü. Ancak, saltanatın kaldırılmasına da o günden karar verilmişti. Altı yüz yıllık bir yönetimin toplum yaşamında yarattığı alışkanlıkların, ulus birliğini sağlama önünde engel oluşturmaması için böyle davranılması gerekiyordu. Toplumsal yapıyı gözeterek saptanan gerçekçi politika, halkın padişahın gerçek yüzünü yaşayarak görmesini sağlamıştı.

Karşıtçılar Cephesi

Vahdettin’in kaçışına dek yaşanan olaylar, Mustafa Kemal için, sıkıntılar ve kimi zaman çekincelerle örülmüş bir dizi gelişmeyi içeriyordu. Padişah’ın Kurtuluş Savaşı’na karşı yürüttüğü politikaya karşın, çıkarları saltanatın sürdürülmesine bağlı, sayısı az etkisi çok tutucular cephesi, düzeysiz karşıtçılıklarını, “altı yüz yıllık saltanatın korunması” üzerine oturtmuştu. Saltanata bağlılık geleneklere bağlılıkla bir tutuluyor, bu tutum siyasi yaymaca (propaganda) aracı durumuna getiriliyordu.
Saltanatın kaldırılmasına karşı çıkan, tutucu kitlenin genişliği tam olarak bilinmiyor, gerçek gücü saptanamıyordu. Ancak, yaşanan bir gerçek vardı ki, bu gerçek karşıtçılığın gücü hakkında bir fikir veriyordu.
Kurtuluş Savaşı’na katılan ve ordudaki üst düzey görevleri süren kimi komutanlar, geleceğini duyumsadıkları (hissettikleri) devrimci atılımlardan korkmuş, ilk girişim olarak saltanatın kaldırılmasına onay vermek istememişti. Devlet kurumlarında, Meclis içinde ve yaygın örgüt ağına sahip tarikat çevrelerinde, güçlü bir karşıtçılık vardı. Buralarda; Mustafa Kemal’in saltanatı kaldırarak baskıcı bir yönetim kuracağı, “diktatör olacağı” ve halkın değerlerine saygı göstermeyeceği yönünde etkili bir yaymaca yürütülüyordu.

Silah Arkadaşları Karşı Çıkıyor

Böyle bir ortamda, Başbakan Rauf (Orbay) Bey, 12 Ekim 1922’de Refet (Bele) Paşa, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve Mustafa Kemal Paşa’yı, Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde bir toplantıya çağırdı. Rauf Bey toplantıda; Meclis’in, “Saltanatın ve belki de Hilafetin” ortadan kaldırılacağı söylentisi nedeniyle kaygı ve üzüntü içinde olduğunu, “gelecekte yapacaklarından kuşku duyduğunu”, bu nedenle kamuoyuna bu tür söylentilerin doğru olmadığını bildiren bir açıklama yapılması gerektiğini söyledi.5
Mustafa Kemal, bu sözler üzerine, Kurtuluş Savaş’ındaki bu en yakın üç arkadaşına, ayrı ayrı, padişahlık ve halifelik konusundaki düşüncelerini sordu. Aldığı yanıtlar, daha işin başında karşılaşacağı güçlüklerin çetinliğini ortaya koyuyordu.
Rauf Bey soruya şu yanıtı verir: “Ben saltanat makamına ve hilafete vicdan ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim kanımda o ekmeğin kırıntıları vardır. Ben nankör değilim ve olamam, Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye bağlılık ise terbiyem gereğidir”.6
Mustafa Kemal, kendine en yakın gördüğü komutanlardan böyle bir tutum beklemiyordu. Vahdettin, kendisi gibi bu üç savaş arkadaşını da idama mahkum ettirmiş, Rauf Bey’in Malta’ya sürülmesine onay vermişti. Refet ve Ali Fuat Paşalar, Padişaha bağlı iç ayaklanmaların yükünü çekmiş komutanlardı.
TBMM, 20 Ocak 1921’de kabul ettiği Anayasa’da “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim biçimi, halkın, kendi geleceğini bizzat ve eylemsel olarak yönetmesi esasına dayanır” diyerek7, Saltanatı yönetim düzeni dışına zaten çıkarmıştı. Bütün bunlara karşın, en yakınında bulunan insanlar şimdi, Padişahı koruyan bir tutum içine giriyordu.
Bu durum, zafer sonrasında bilinçsizlik nedeniyle ve bir kesimde yaygın olan, geleceğe yönelik amaçsızlığın doğal sonucuydu. Ne yaptığını ve neler yapacağını bilen yalnızca oydu. Batı’yla birliktelik isteyen mandacılar, eski düzeni aynısıyla korumak isteyen tutucular, geçmişten gelen alışkanlıklarını aşamayan komutanlar ve yaşadığı koşulları kavrayamayan ‘aydınlar’, ortalıkta dolaşıyor, ne anlama geldiğini tam olarak kendilerinin de bilmediği öneriler yapıyor, görüşler ileri sürüyordu.
Mustafa Kemal’e, padişah ve halife olmasını önerenler bile vardı. Kurtuluş Savaşı’nın sağladığı amaç birliği, savaşın bitmesiyle bir anda dağılmış, belirsizliklerle dolu, karışık bir siyasi ortam oluşmuştu. Halkın sevinciyle, yönetimi ele geçirme hırsı peşindeki çıkarcıların hesapları iç içe girmişti.

Geleceği Kim Belirleyecek

Zafer’e karşın Türkiye’nin geleceği belirsizdi. İçerde ve dışarda, sonucu merak edilen ana sorun, Türkiye’nin geleceğini kimin belirleyeceğiydi. Bağımsızlıkta kararlı Kemalist devrimciler mi, Batı’yla uzlaşmaya hazır eski düzen yanlıları mı egemen olacaktı?
Hemen her yerde, “görevleri sanki, Saltanat ve Hilafeti koruyup güçlendirmek olan”8 insanlar ortaya çıkıyordu. “Kurtuluş Savaşı’nın ortak ölüm-kalım çekincesi karşısında birleşen ve o günkü koşullar içinde adeta ihtilalci bir hava taşıyan ortak ruh hali”9, yerini şimdi; inançsal ayrılıkların, kişisel ya da kümesel (grupsal) çıkarların etkisi altında, çatışma olasılığı yüksek karşıtlıklara bırakmıştı. Bu karşıtlık kısa süre içinde o denli sertleşmişti ki, Meclis’te, “Yunanlılar’dan kurtulduk, bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız?” diyebilen milletvekilleri ortaya çıkmıştı.10

Bilinç ve Kararlılık

Saltanat ve Hilafeti kaldırmaya çok önce karar vermişti. Uzun süre kendinde saklı tuttuğu bu kararını, örneğin Mahzar Müfit’e (Kansu) Erzurum Kongresi’nin son günü (7 Ağustos 1919) açıklamış, üstelik kimseye göstermemesi koşuluyla not ettirmişti.11
Meclis’te yaptığı pek çok konuşmada, egemenliğin yalnızca ulusa ait olduğunu, hiçbir güçle paylaşılmayacağını kerelerce yinelemişti. Halk yönetimindeki kalıcılığın, bu iki kurumun kaldırılmasıyla başarılabileceğini biliyor bu işe girişmek için uygun zamanın gelmesini bekliyordu.
Zafer sonrasında oluşan ve bilinmezliklerle yüklü, duyarlı bir denge ya da sessiz bir dengesizlik yaşanıyordu. Halkın kendisine duyduğu güven ve sevgiden başka hiçbir şeyden emin değildi. Girişeceği atılımlarda, halk dışında kimlerden ne kadar destek alacağı, örgütlü karşıtçılığın gücü ve etkisinin ne olacağı bilinmiyordu.
Saltanatı böyle bir ortamda kaldırmıştı. 30 Ekim’de Meclis Başkanlığı’na, 80 imzalı bir önerge verilmiş; Onun’da imzaladığı önergede, “Osmanlı İmparatorluğu’nun artık yıkıldığı, yeni bir Türk devletinin doğduğu, Anayasal düzen ile egemenlik haklarının ulusa ait olduğu” söylenmişti.12 Önerge, 2 gün sonra Meclis’te oylanmış ve oy birliğiyle kabul edilmişti. Büyük Millet Meclisi, 623 yıllık Osmanlı Saltanatı’na, 1 Kasım 1922’de son vermişti. Metin AYDOĞAN

DİPNOTLAR

1              “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Yay., 2.Basım, Ank.-1994, sf.37-38
2              “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf. 414
3              “Nutuk” Mustafa Kemal Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf. 924
4              a.g.e., II.Cilt, sf.924
5              “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf.911
6              a.g.e. sf.913
7              “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.49
8              “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.49
9              a.g.e. sf.49
10         “Çankaya” F.R.Atay, Bateş A.Ş., İstanbul-1980, sf.314
11         “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” Mazhar Müfit Kansu, 1.Cilt, TTK Yay., 3.Baskı, Ank.-1988, sf.127-128
12         “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.56


12 Kasım 2016 Cumartesi

BİR TÜRK DÜŞMANI, PARTİ GENEL BAŞKAN OLDU!



30 Ekim 2016 tarihinde Ankara’da Saadet Partisi (SP) olağan kongresi yapıldı. Partinin genel başkanlığına Temel Karamollaoğlu seçildi.
Milli Görüş” adı altında cumhuriyet karşıtı şeriatçı geleneğin siyasi halkalarından biri olan SP’nin genel başkanı Temel Karamollaoğlu’nu yakından tanımanın yararlı olacağını sanıyorum.

1941 yılında Kahramanmaraş’da doğan Temel Karamollaoğlu aslen Sivaslıdır.
Liseyi bitirdikten sonra 1960 yılında devlet yurtdışı burs sınavını kazanarak İngiltere’ye gitti, 1967’de Manchester Üniversitesi’nden Tekstil Yüksek Mühendisi olarak Türkiye’ye döndü.

1977 yılına kadar Sümerbank’ta ve Devlet Planlama Teşkilatı’nda (DPT) çeşitli görevlerde bulundu.

1977 yılında Milli Selamet Partisi’nden milletvekili seçildi.

1980–1987 sürecinde aktif siyasetin dışında kaldı.
1989 yılında Sivas Belediye Başkanlığı’na seçildi.
1994 yılında yapılan yerel seçimlerini de kazanarak 1995 yılına kadar Sivas Belediye Başkanlığı görevini sürdürdü,

1995 yılında Refah Partisi (RP) genel sekreterliğine seçildi, Sivas’tan RP milletvekili olarak Meclis’e girdi.

Laik Cumhuriyet karşıtı eylemlerin odağını oluşturduğu için RP, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı.
Aynı şeriatçı “Milli Görüş” kadrosu, Fazilet Partisi’ni (FP) kurdu.

Temel Karamollaoğlu, 1999 milletvekili genel seçimlerinde Sivas’tan FP’nin milletvekili seçildi.

Değerli Dostlar,

Temel Karamollaoğlu’nun Sivas Belediye Başkanı olduğu dönemde, Sivas’ta cumhuriyet tarihimizin en barbar toplu katliam olayı yaşandı.
Bu olayı size kısaca anlatmam gerekiyor.
2 Temmuz 1993 tarihinde Pir Sultan Abdal Derneği Sivas’ta bir etkinlik düzenledi.
Şenliğe katılan sanat adamları Madımak otelinde konaklamaktaydı.
Günümüz IŞİD militanları gibi kendilerini Kökten İslamcı olarak tanımlayan yüzlerce barbar, Madımak otelini kuşatıp ateşe verdi.
Çoğunluğu Alevi olan 33 yazar, çizer, ozan, müzisyen, düşünür ve 2 otel çalışanı diri diri yakılarak öldürüldü. 51 kişi ağır yaralı olarak kurtuldu.
Sivas valisi Ahmet Karabilgin, Tugay Komutanı Ahmet Yücetürk, Emniyet Müdürü Doğukan Öner, barbarların saldırısına seyirci kaldılar.

35 Türk, barbarların elinde cayır cayır yanarken Temel Karamollaoğlu Sivas Belediye Başkanı idi.
İtfaiye araçları da, itfaiyeciler de, Madımak oteline gitmesini önlemek için itfaiye araçlarının önüne yatanlar da, benzine bulanmış paçavrayı yakarak Madımak oteline savuran H. İbrahim Düzbiçer de Belediye’nin, yani Temel Karamollaoğlu’nun yönetimindeydi.
Temel Karamollaoğlu, elindeki olanakları vahşi saldırıyı önlemek için kullanmıyor, barbarların saldırısını izliyor, destekliyor, saldırganları körükleyip cesaretlendiriyordu.
Temel Karamollaoğlu, 35 Türk’ün vahşice saldıran barbarlara dönüp şöyle haykırıyordu:

“Gazanız mübarek olsun!”

Değerli Dostlar,

Gaza, Arapça bir sözcüktür. Allah uğruna yapılan kutsal savaş, anlamına gelir.
“Gazanız Mübarek Olsun” demek, Allah başarılı olmanızı sağlasın, demektir.

Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu, Madımak otelindeki 35 Türk’ün yakılarak öldürülmesini “Allah uğruna yapılan kutsal savaş” olarak görmüş, saldırgan barbarların başarılı olmasını dilemişti!

Değerli Dostlar,

Şimdi, can yakıcı sorular sormak zorundayız.
Cebinde T.C. Nüfus Cüzdanı taşıyan Temel Karamollaoğlu Türk değil mi?
Belediye başkanı bir Türk, bir kültür etkinliği için bir otelde konaklayan 35 Türk’ün yakılarak öldürülmesini isteyebilir mi? Saldırganlara “Gazanız mübarek olsun” diyebilir mi?
Sorumu tekrarlıyorum:
Temel Karamollaoğlu Türk değil mi?
Temel Karamollaoğlu’nun gerçek etnik kökeni nedir?

Bir soru daha sormam gerekiyor:
Temel Karamollaoğlu Müslüman değil mi?
İslam’ın kutsal kitabı Kuran’da, Maide Suresi 32.Ayet’de şöyle diyor:
“Şüphesiz her kim ki bir suçsuz kişiyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.”
Silahsız, savunmasız, suçsuz 35 Türk’ün yakarak öldüren barbarları körükleyen Temel Karamollaoğlu, Kuran’ın yukarıdaki ayetini çiğnemiş olmuyor mu?
Kuran ayetlerini çiğneyen kişiye Müslüman diyebilir misiniz?
Şimdi bu sorulara, kanıtlara dayanarak cevap verelim.

Osmanlı döneminde, Anadolu’da “Gayrimüslimler”, yani Müslüman olmayanlar da vardı:
Rumlar, Ermeniler, Yahudiler.
Rumlar daha çok İstanbul ve İzmir’de yoğunlaşmışlardı. Samsun, Gümüşhane, Ordu, Giresun, Rize, Artvin ve Sivas’ı kapsayan Trabzon Eyaleti’nde de geniş Rum toplulukları bulunmaktaydı.
Osmanlı resmi verilerine göre, 1904 yılında Sivas’ta 75.324 Rum yaşamaktaydı.
Sivas’ın Suşehri ilçesine bağlı Şarköy köyünün tamamı Rumlardan oluşmaktaydı.

Rumların yoğun olduğu bölgelerde yapılan çok ciddi bir araştırma şu gerçeği ortaya çıkardı:
Bu bölgelerde yaşayan Rumların birçoğunun kullandığı aile isimleri, Rum cemaatinin Osmanlı coğrafyasında kullandığı genel isimlerden farklıydı! Bu bölgelerdeki Rumlar, Rumca isimler yerine, Müslüman Türk aile isimleri kullanmışlardı!
Rumca yerine Müslüman Türk aile isimleri kullanan Rumlar, böylece Müslüman Türk topluluğu içinde GİZLENMEYİ yeğlemişlerdi.
Etnik kökenini, dini inancını gizleyenlere “KRİPTO” adı verilmektedir.
İşte, KRİPTO Rumların kullandığı bu aile isimlerinden bazıları şunlardır:

Mollaoğlu, Mollaabdülkerimoğlu, Mollaosmanoğlu, Mollabeyazoğlu, Mollafettahoğlu, Mollahasanoğlu, Türkoğlu, Mollahüseyinoğlu, Mollaibrahimoğlu, Mollaismailoğlu, Yoroğlu, Mollaoğlu, Mollaosmanoğlu, Mollaömeroğlu, Toromanoğlu, Varankoğlu, Zaimoğlu, KARAMOLLAOĞLU, Kalyoncuoğlu, Konbaloğlu, Sohtaoğlu, Koziloğlu, İmamoğlu, Karnapoğlu, Kırismailoğlu, Hacıbayraktaroğlu, Hacımehmedoğlu, Karaloğlu, Mollasalihoğlu, Vorcoğlu, Zorkınoğlu, Kadıoğlu, Kaflanoğlu, Veysoğlu, Vizaneoğlu, Kaboğlu, Mandoğlu, Hacıefendioğlu, Tringozoğlu, Kasdinimaoğlu, Feyzioğlu, Cumalıoğlu, Fadıloğlu, Çarhoğlu, Satoğlu, Hancıoğlu, Hatipoğlu, Müftüoğlu.

Gördünüz, Sivaslı Temel Karamollaoğlu’nun aile ismini listede büyük harflerle yazarak dikkatinizi çekmek istedim.
Buraya kadar ortaya koyduğumuz verilerin ışığında şunu söyleyebiliriz:

Sivaslı Temel Karamollaoğlu, Türk değildir.
Sivaslı Temel Karamollaoğlu, Kripto Rum’dur. .
Sivaslı Temel Karamollaoğlu, Müslüman değildir.
Sivaslı Temel Karamollaoğlu, Müslüman maskeli, Ortodoks Hıristiyan’dır.

Kurtuluş Savaşı sırasında yerli Rumların çoğu, işgalci Yunan askerleriyle birlikte oldular. Yüz yıllarca birlikte yaşadıkları komşuları Türklere saldırdılar.
Türklerin savaşı kazanacağını gören yaklaşık bir milyon Rum, savaş bitmeden önce Anadolu’dan kaçıp gittiler. Geriye kalan 186.189 Rum, 3 Ocak 1923 tarihindeki Mübadele Sözleşmesi gereğince Yunanistan’a gönderildi.
Ancak aile isimlerini, Müslüman Türk isimlerini alarak kendilerini Müslüman Türk toplumu içinde GİZLEYEN KRİPTO RUMLAR, Anadolu’da kaldılar, yaşamlarını burada sürdürdüler.
Müslüman Türk toplumu içinde kendilerini gizlemeyi beceren Kripto Rumların;
Türklere olan kinleri hiç dinmedi!
Atatürk’e olan hınçları hiç sönmedi!

Temel Karamollaoğlu, Sivas Belediye Başkanı iken, Madımak oteli katliamını körükleyerek Türklere olan kinini ortaya koymuştu!
İşte böyle bir kişi bugün Saadet Partisi’nin Genel Başkanlığına seçilmiştir.
Yapılacak ilk genel seçimde Kripto Rum Temel Karamollaoğlu, Türklerden oy isteyecektir!
İstedim ki, Türklere karşı hiç dinmeyen bir kin besleyen Kripto Rum Temel Karamollaoğlu’nu halkımız tanısın!
Bunu bir görev olarak yaptım.
Bu görevi Atatürk bizlere, NUTUK’taki şu sözleri ile vermişti:

“Efendiler, sırası gelmişken aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an bile geri kalmasın.”

Yılmaz Dikbaş
12 Kasım 2016, Cumartesi
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52