İdeal düşünme ve eylem; bilinçlilik, düzen ve süreklilik ister.
İnsanın kafasında doğru bulduğu, hazır bir düşünme sistemi
olmalıdır.
Bir Atatürkçünün düşünme sistemi Atatürk öğretisidir.
Atatürkçülüğün ilkeleri, kavramları, ilişkileri ve
sonuçlarıdır;
öncelikle bunlar kullanılarak yapılan muhakeme süreçleridir.
Öyle ki, herhangi bir kavramla, bir önerme veya bir sonuçla
karşılaştıklarında
Atatürkçüler ondan genellikle aynı şeyi anlamalıdır.
Herhangi bir olayı, sorunu aynı araçları kullanarak
yorumlamalıdır.
|
Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Lütfi Kırdar Kongre Merkezi'ndeki Kut’ül Amâre”
zaferini anma programında yaptığı konuşmada, “Milletimizin, medeniyetimizin
binlerce yıllık tarihini neredeyse 1919 yılından başlatan bir tarih anlayışını
reddediyorum. Her kim ki zaferleriyle ve yenilgileriyle son 200 yılımızı, hatta
son 600 yılımızı soyutlayıp eski Türk tarihinden Cumhuriyete atlıyorsa biliniz
ki o kişi milletimizin de devletimizin de hasmıdır” demiş [Sözcü,
30.4.2016].
Bu ifade tam
bir tarih bilgisizliğini yansıtıyor. Bu ve benzeri durumlarda, iddiayı derhal
Atatürkçü öğretinin doğruları, kavram ve görüşlerinin mihenk taşına vurarak
yorumlamak gerekiyor.
Tabii, ben de
öyle yaptım. Hemen, Atatürk’ün tarihimiz hakkındaki fikir ve görüşlerini
zihnimden geçirmeye başladım. Neler var neler, yazacak! Çok uzun olmasın diye
bunlardan birini seçtim, ileri sürülen iddiaya yanıt olarak aşağıda sunuyorum.
Adı geçen zat
kendi deyişiyle o “binlerce yıllık tarihi” Atatürk’ten dinlesin. Görsün Gazi
Mustafa Kemal Atatürk hangi devirlerden başlatmış Türk tarihini ve nasıl
anlatmış yedi tablolu bir destan olarak, o görkemli kabarış ve bölünüşleriyle…
Öncesiyle, Selçuklusuyla, Osmanlısıyla ve Türkiye Cumhuriyeti ile…
Tarih 14 Mart
1937… Atatürk konuşuyor, biz dinliyoruz: Görün Türklük ve tarih tutkusunu,
bilgi derinliğini, görüş enginliğini…
***
Kırk elli
yüzyıllık Anadolu tarihine Türklüğün dört büyük birliğiyle üç büyük
bölünüşünden yapılma yedi levhalı engin bir destanın çalkalanması gibi
bakabiliriz. Bu destanın birlikleri kabarışı, bölünüşleri iniştir. Kabarışları,
içteki cevherin soyluluğu; inişleri, dıştaki badirenin azameti yaptı.
İlk birlik,
Batı’nın Hitit, bizim Eti dediğimiz varlık. Bu uzun birlikten sonraki
bölünüş zamanı da uzundur. Batıdan doğuya Firikya, Lidya; doğudan batıya İran,
Midya; tekrar batıdan doğuya İskender, Roma... Tarih okyanusunun büyük med ve
cezirleri hep Anadolu’dan geçiyor. O ilk birlik zamanında Erzurum yok, onun
yakınlarında Erzen diye bir Türk beldesi var. Bu ilk bölünüş devrinde gene
Erzurum yok, onun yerinde Roma imparatorlarından İkinci Teodosyos'un beşinci
yüzyıl başında kendi adını vererek kurdurduğu şehir var. Erzurum artık
Anadolu’nun hem kilidi hem anahtarıdır. Onu açan Anadolu’yu aldı, onu
kilitleyen Anadolu’yu tutacak.
Yedinci yüzyıl,
tarihin meddi şimdi güneyden, çöllerden, yeni dinin çöllerde lavlanmış
hamlesiyle doludizgin geliyor. İran’la Turan’ın bitmez tükenmez cenkleri,
Arapların, Araplarla Türklerin savaşmaları da Bizanslıların işine yaramıştı.
Erzurum o ikisi arasında alınıp verilirken, On birinci yüzyılın ikinci
ortasında, tanyeri ağarır gibi birdenbire Selçuk Devleti meydana çıkar: Haydi
Türk geldi, herkes yerli yerine; Araplar çöllerine, Rumlar Bizans’taki
surlarına çekildiler. 1071 ağustosunun 26’sında, Malazkird cengiyle on misli
Bizans ordusunu mahveden Alpaslan ilk iş olarak Erzen halkını Teodosyos'a
nakletti ve oraya “Erzenirum” adını verdi. Erzen ilk birliğin sonu, Erzurum
ikinci birliğin başıdır. Alpaslan Erzurum’dan bir çarşaf ucu tutar gibi
Anadolu’yu silkeleyerek bütün Bizans’ı bir çarşaftan silker gibi silip
süpürüyor.
Erzurum’dan bir
yıl sonra Türk süvarileri Üsküdar’da göründü. Selçuk bayrağı altındaki bu
ikinci Türk birliği doğudan batıya akan bir meddi. İlk payitaht neye
İstanbul’un yanı başındaki İznik’te kurulmuştur? Fatih’in yaptığını üç buçuk
asır evvel yapacaktık. Batıdan doğuya saldıran milyonluk Haçlı orduları buna
engel olduysa, Anadolu da engele mezar oldu. Yazık daha körpe devrinde
Haçlıların taşmasını bir toprak gibi emerek gömen bu devlet, olgunluk devrinde
Moğolların doğudan gelen depremiyle bir yapı gibi sarsılıp çökecek.
Selçuk Devleti, Türkün Anadolu’daki ikinci birliği; batının meddini eriten,
doğunun meddiyle eriyen; fakat erittiği Hıristiyanlığı az zamanda
Hıristiyanlığın beşiğinden kovdurup eridiği putperest Moğol’u da çok geçmeden
Müslümanlaştırarak Anadolu’daki Türklüğü hem yenişiyle hem yenilişiyle kurtaran
devlet... Selçuk Devleti hem gazi hem şehittir. Devlet çöktü, birlik bitti,
bölünüş geldi. Uzun yıllar Anadolu ayrı ayrı parçalardan yapılma benek benek
bir bohça gibi... Kumaşın cinsi aynı, parçaların rengi aynı... Millet bir,
egemenlik çeşitli... Büyük millet küçük devletlere ayrılmış. Osmanlı
saltanatının bütün şeref tarafı Anadolu’nun üçüncü birliği oluşu ve bu birliğin
ana rolü ikinci birliğin bütün öcünü alışıdır. “Cihangir”le “cihandar”ı
karıştırmamalı. İskender’ler ve Timur’lar cihangirdiler, Osmanlı devleti
cihandar oldu.
İkinci birlik
Erzurum’dan başlamıştı. Osmanlı Devleti’nin tohumu da Erzurum’da ekildi.
On üçüncü asrın birinci çeyreği içinde, Kaya Alp’ın oğlu Süleyman Şah
Erzurum’daki Selçuk meliki Tuğrul Şah’ın himayesine girmiştir. Erzurum sırtındaki
Deveboynu’nun öte yamacında Pasinler ovası uzanır. Süleyman Şah oraya yerleşti.
Tuğrul Şah’tan gördüğü yardımlarla Gürcistan ve Trabzon krallıklarına karşı
gazalarda bulunur ve aşiretini geçindirirdi. Osmanlı tarihi toprakta buğday
gibi o ovaya eğilmiş ve taneden başak gibi o ovadan türemiştir.
Üçüncü bölünüş,
Mondros bir mütareke değil, birkaç yüzyıldır kırpılan, kırılan, çürüyen
İmparatorluk ağacının gövdesine indirilmiş bir baltaydı. Bu, bölünüş değil
ölüştür. Ölen devlet, devrilen milletin üstüne kapandı. Bundan dolayı herkes
diri kalanı değil, ortada naaş olarak duranı görüyor. Ölmeyen milleti de ölen
devletle ölmüş sandık.
Dördüncü ve
sonuncu birlik; kurtuluşun başı neresi? Kurtaracak baş Erzurum’dadır. Kurtarıcı
da tarihin aktığı ve tarihin başladığı yerden başlayacak. Tarih akıp giden
hayal değil, akıp gelen varlık... Sonradan açılan Cumhuriyet caddesinde
yola çıkıntı yaparak kalmış eski bir Selçuk kümbeti var. Külahlı çıplak başı
üstünde dokuz asır dinleniyor. Tarihten yoğrulma bir topaç gibi duran bu
hatırayı az kalsın yolun geometrisi namına kurban edeceklermiş. O kümbetin
karşısında iki katlı bir ev görülmektedir. Kocaman nehirlerin küçük
kaynaklardan doğuşu gibi büyük dava o evden çıktı. 1919 Temmuz’unun sekizinci
gecesi; o evde oturan Büyük Baş’ın, yakasından paşalığı, üzerinden ordu
müfettişliğini, sırtından üniformasını atarak “ferdi milletim” dediği gece.
Sivil bir fert, birey, dıştan gelme kuvvetleri fırlatıp sadece içiyle kalan
birey. Yeni Türkiye bu bireyliğin üzerine kurulmuştur.
Onun orada
bireyliğini ilân edişiyle, ölmüş olan ve diri olan ayrıldı. Birey kalışı
devletten sıyrılış, ölüm devlette; birey kalanın milletteki civanmertliğe
atılışı, kurtuluş millette... Yapılan iş devletten iniş değil, ölümü
tekmeleyerek hayata fırlayıştı. Küçük evin büyük rolü: O, milletin bireyi
olmasa, millet devlet olamayacak ve bağımsızlık devrinin bütün kerameti,
milletin devlet oluşudur. O evin karşısındaki kümbet Selçuklar dediğimiz ikinci
Türk birliğinin taşlaşmış bir tanığı gibi duruyor. Onun karşısındaki ev dahi
bir kaynak gibi dördüncü birliği doğurdu. Dokuz asrın iki kıyısında karşılıklı
konuşan iki yapı. İkisi Anadolu Türklüğünün dört büyük birliği ile üç büyük
bölünüşten yapılma yedi levhalı engin destanını konuşuyor: Ev kümbette Türkün
ezelini ve kümbet evde Türkün ebedini selamlayarak. Sert bir kayalık üstünde,
keskin bir çift göz, bakışlarını sıyrılmış yalın kılıç gibi çekerek, vatanın
doğusundan batısına doğru bakarken, elinin çelik iradeli parmakları,
yakasındaki apoleti koparıp, ben “ferdi milletim” diyor ve önünde kollarını
açmış milletin kalabalığı ona ruhundaki ummanlı civanmertliği göstererek...
Böyle bir heykel ne güzel bir şey olacak.
KAYNAK: Atatürk’ün
Bütün Eserleri, Cilt:29, Kaynak Yayınları, ss. 162-163.