4 Aralık 2014 Perşembe

Spekülatif Büyüme, Yeniden/Erinç Yeldan (F.Coşkun)

Cumhuriyet Gzt.

3 Aralık 2014


Petrol fiyatları Eylül ayından bu yana yüzde 20 ucuzladı . Geçtiğimiz hafta OPEC’in, İran ve Rusya ekonomilerini sıkıştırmaya yönelik küresel strateji oyunları altında, günlük üretim kotalarını düşürmeyeceğini açıklamasıyla da 67 dolar düzeyine değin geriledi.  Bu haberler tüm küresel finans piyasalarında coşkuyla karşılandı; borsa endeksleri haftayı rekorlarla kapadı.   Bu olumlu konjonktürden İstanbul Borsası da yararlandı. 



Dahası, Türkiye’nin 2014 Ocak – Eylül dönemi cari işlemler açığının 30.1 milyar dolara gerilemiş olması (2013’ün eş döneminde 40.2 milyar dolar) bu coşkuyu pekiştirmekteydi.  Zira, bu haberler Türkiye’nin petrol hariç cari işlemler açığının artık kapanacağını muştulamaktaydı.  Dolayısıyla Türkiye için finansal risk artık geride kalmıştı.  “Riskli ülke” görünümünden kurtulan Türkiye, yeniden uluslararası sermayeyi çekebilecek ve hızlı büyüme konjonktürünü (en azından seçim dönemi boyunca) yakalayabilecekti.



Bu gözlemlerin sonucu şudur: Türkiye yeniden spekülatif-büyüme sürecine girmeye hazırlanmaktadır. 



Bu beklentiler bir yandan da “yapısal reform” söylemleriyle cilalanmaktadır.  Bu görüşe göre, Türkiye 2008’e kadar önemli reformları tamamlamış ve bu sayede hızla büyüyebilmiştir.  Ancak bu tarihten sonra reform çabaları terk edilmiş ve Türkiye, “orta gelir tuzağı” diye anılan bir tür zenginler kulübü hastalığına tutulmuştur.  Eğer yeniden bir reform hamlesine girişilirse, Türkiye hızla 2023 hedeflerine (“temennilerine”) ulaşabilecektir.



***



Bu beklentilerin geçersizliğini daha önce 22 Ekim tarihli yazımızda da tartışmıştık (Türkiye Orta Gelir Tuzağı’nın Neresinde?).  Konuyu bir kez daha ele alırsak, öncelikle vurgulayalım ki, Türkiye’nin hızlı üretkenlik artışı yaşadığı 1983-87 ve 2001-2007 dönemleri gerçekten de önemli yapısal dönüşümlerin devreye sokulduğu yıllardır.  1980’ler dış ticaretin serbestleştirildiği ve ihracat teşviklerinin özendirmesi altında ihracata yöneltildiği bir dönemdi.  2001 krizi sonrasında ise kapsamlı bankacılık reformları uygulamaya konmuş, döviz kuru rejimi esnekleştirilmiş ve Merkez Bankası da bağımsız bir konum kazanarak enflasyon hedeflemesi politikalarının uygulanmasına yönelmiş idi. 



Ancak bir başka gözlemde bulunalım: anımsanacak olursa gerek 1980’ler, gerekse 2001-sonrası reform uygulamalarının ardında çok çok önemli bir unsur vardır: dövizin görece bolluğu ve ucuzluğu.  Türkiye, 1980 sonrasında dış ticaretini serbestleştirirken, “yapısal uyum kredisi” altında IMF ve Dünya Bankası kaynaklarından çok yoğun bir dış destek elde etmiş ve ihracata yönelik teşviklerini bu destekler aracılığıyla finanse edebilmişti.  Bu dönemde ihracat teşvik desteğinin maliyeti tüm kurumlar vergisi gelirlerini aşar bir boyuttaydı ve finansmanının dış destek olmadan sürdürülmesi mümkün değildi.  Nitekim Türkiye 1980-83 arasında Dünya Bankası tarafından tüm kalkınmakta olan ülkelere sağlanan dış kredi kaynağının neredeyse  yüzde 80’ini tek başına kullanmış ve dövizin bolluğunun sağladığı olanaklar sayesinde 1983 sonrasında bir ivmelenme yakalayabilmişti.



Benzer bir şekilde Türkiye 2001 sonrasında  küresel ekonomideki olağandışı döviz bolluğundan yararlanmıştır.  Özellikle ABD’nin dış ticaret açığını finanse etmek için kullandığı ve çoğunlukla “eşik altı” (sub-prime) nitelikte olduğu saptanan mali fonlar sayesinde tüm dünya piyasaları ucuz likiditeye boğulmuştu.  Türkiye de bu dönemde dış borçlarını 2002 sonunda 129 milyar dolardan, 2008 başında 320 milyar dolara değin yükselterek büyümesini ve dış ticaret açıklarını finanse edebilmişti.  (2014’ün en son verisi 401.7 milyar dolar). Söz konusu dönemde doların reel fiyatı neredeyse yarı yarıya gerilemiş ve ithalat faturası ucuzlamıştı.  Dolayısıyla, 2001 sonrasında , aynı 1980’lerde olduğu gibi, uygulanan reformlar olağanüstü boyutlardaki dış destek sayesinde olumlu sonuçlar yaratmıştı.



Özet olarak, Türkiye, 2008 sonrasında reform programından vazgeçtiği için değil, küresel finansal kriz altında dış sermaye girişlerinin yavaşlaması nedeniyle durgunluğa itilmiştir. Her defasında rantlara ve borçlanmaya dayalı ucuz döviz kaynaklarına dayandırılan genişleme konjonktürü, söz konusu rant kaynaklarının kurumasıyla birlikte yeniden durgunluğa itilmiştir.  Ulusal tasarruflara ve araştırma-geliştirme (Ar-Ge) kazanımlarına dayalı bir teknoloji hamlesiyle birleştirilemeyen bu tür sıçramalar her defasında saman alevi gibi ivmelenip sönmeye mahkum olmuştur.



Bu satırlarda sıkça dile getirdiğimiz bir tespiti bir kere daha vurgulayalım: spekülatif finans göstergeleriyle reel ekonominin gerçekleri birbirine karıştırılmamalıdır. Türkiye’nin makro ekonomi düzeyinde döviz ve finans piyasalarındaki dengesizlikleri gidermeden, petrol piyasasındaki anarşik ve oynak fiyat hareketlerinin tetiklediği finansal spekülasyon hamleleriyle ya da salt mikro düzeyde reform uyarlamalarıyla kalkınma sorununu çözebilmesine olanak yoktur.  3 Aralık 2014

Erinç Yeldan






3 Aralık 2014 Çarşamba

Atatürk’ün devrimleri Batı’ya değil, Türk Tarihi’ne dayanır / Cengiz ÖZAKINCI



Cengiz Özakıncı “Batı’dan Alındığı Savlanan Atatürk Devrimlerinin Türk Tarihi’ne Dayanan Kökenleri” konulu konferansında “Atatürk Devrimlerini anlayabilmek için, bu devrimlerin toplumda hangi dönüşümlere yol açtığını bilmemiz gerektiği gibi, kökenlerini de bilmemiz gerektiğini” belirtti.
Özakıncı, Atatürk’ün devrimlerini Türk Tarihi’ne dayandırmasının, Türkleri ‘Barbar ve insanlığın kanseri’ olarak niteleyen Batı’ya yanıt niteliğinde de olduğunu vurgularken, konuyu daha derinleştirerek, Türklerin insanlık tarihine kazandırdıkları pek çok ögenin Batı ve Avrupa tarafından esin kaynağı olarak benimsendiğini ve kullanıldığını da belgelerle dile getirdi. Bütün Dünya’nın internettekihttp://www.butundunya.com adresinden görüntülü olarak da izleyebileceğiniz konferansında Özakıncı, Atatürk Devrimlerinin Türk Tarihi’ndeki köklerini, görseller ve tarihsel belgelerle şu başlıklar ve bilgilerle açıkladı:
LAİKLİK
“Meclis’in 01.11.1922 günü verdiği kararla Saltanat ile Hilafeti (Yani dünya yönetimiyle din yönetimini) ayırması; dünyada Türkler Laik Devrim yaptı diye duyuruldu.
Fransız Devrimi’nde bile Tuğrul’un etkisi vardır.
Tuğrul Bey’in devrimi yalnızca Atatürk’ün laiklik devrimine değil, Fransız Devrimi’ne de örnek olmuştur.
Bu karar Atatürk’ün mecliste yaptığı uzun konuşma sonunda verilmiş; tarihi ders diyebileceğimiz bu konuşmada, Atatürk, İslam Dünyası’nda Saltanat ile Hilafet’ in din işleri ile devlet işlerinin tarihte ilk kez Türklerce, Selçuklu döneminde birbirinden ayrıldığını ve bunun bir kaç yüzyıl boyunca sürdüğünü anlattıktan sonra; ‘İşte biz de simdi aynen öyle yapmalı, din işiyle devlet işlerini, aynen atalarımızın yaptığı gibi ayırmalıyız’ demiştir. Atatürk, bu devrimci atılımın esin kaynağının, tümüyle ve yalnızca Türk Tarihi, Selçuklu Dönemi’nde Tuğrul Bey’in yöntemini örnek alarak yaşama geçirdiğini özellikle vurgulamıştır.
Türkiye’de 1922’de gerçekleşen bu laik devrimin kaynağı, Batı değildir, Fransız Devrimi değildir, esin kaynağı tümüyle Türk/Selçuklu Tarihi’dir. Ve vahye dayalı dinlerde laiklik Selçuklu/Türk buluşudur. Türklerin insanlığa armağan ettiği bir yönetim ilkesidir. Dünyada vahye dayalı din devletlerinde ilk laik devrim, Tuğrul Bey tarafından gerçekleştirilmiştir.
Laiklik, sanıldığı gibi, 1789 Devrimi’nde somutlaşan bir Fransız buluşu değil; 1060 tarihli Selçuklu Devrimi’nde somutlaşan bir Türk buluşudur ve dünya çapında patenti, Tuğrul Bey’e aittir. Laikliği Fransızların icat ettiği bir uydurmadır. Fransız Devrimi’nde bile Tuğrul’un etkisi vardır. Tuğrul Bey’in devrimi yalnızca Atatürk’ün laiklik devrimine değil, Fransız Devrimi’ne de örnek olmuştur. Fransız Devrimi’nin düşünsel temellerini kuran isimlerden Fransız Doğu bilimci Joseph de Guignes’in de eserlerinde övgüyle Tuğrul Bey’in yaptıklarından söz ettiğini görüyoruz.
Yani Fransız Devrimi’nde Türk etkisi, Tuğrul Bey’in damgası var.”


EĞİTİM VE ÖĞRETİMDE LAİKLİK İLKE VE DEVRİMİ
“Laiklik kuşkusuz, yalnızca din ve devlet işlerinin ayrılması değildir; akılcı ve bilimsel eğitim olmadan laiklik olamaz.
Atatürk’ün akılcı bilimsel eğitim devriminin kaynağı da Batı değil, Tuğrul Bey’in ölümünden bir kaç yıl sonra, l068’de Karahanlı'lar Devlet Başkanı’nın özel danışmanı olan Bilge Türk Yusuf’un Türkçe olarak yazdığı Kutadgu Bilig isimli kitaptır. Atatürk’ün eğitim öğretimde laiklik, yani akla ve bilime dayalı eğitim öğretim ilke ve devriminin kökenlerini, Atatürk Devrimlerinden yaklaşık 850 yıl önce yazılmış bu kitapta görebiliyoruz.
Türk Karahanlı Devlet Başkanı’nın özel danışmanı Türk Bilge Yusuf, 1068-70’lerde yazdığı Kutadgu Bilig kitabında, devlet başkanına uygulamasını öğütlediği ilkeler, tümüyle akılcı bilimsel laik eğitim öğütleridir.
Yusuf’un Akılcı Bilimsel Eğitim öğütlerini, ilk basımı 2000 yılında yayımlanan İslam’da Bilimin Yükselişi kitabımda ‘Proto-Atatürkçü’ (Ön-Atatürkçü) ilkeler olarak niteledim ve Atatürk’ün akılcı bilimsel eğitim devriminin Türk Tarihi’ndeki kökü, kaynağı olarak gösterdim.
Atatürk’ün laik akılcı bilimsel eğitim devriminin kökü, Batı’ya değil, 900 yıl önceki Türk Tarihi’ne dayanmaktadır.
Atatürk’ün akıl ve bilimle ilgili pek çok sözü, Türk Bilgesi Yusuf’un 850 yıl önce Kutadgu Bilig’de dile getirdiği devletin akılcı bilimsel yani laik eğitime yönelmesi öğüt ve ilkesinin, yüzyıllar sonra Atatürk’te dile gelmesi, yeniden yaşama geçirilmesidir. Atatürk’ün laik akılcı bilimsel eğitim devriminin kökü, Batı’ya değil, 900 yıl önceki Türk Tarihi’ne dayanmaktadır.
Atatürk, 1930’da büyük bir bölümünü bizzat yazdığı kitaba Medeni Bilgiler (uygar bilgiler) adını vermişti; ne ilginç bir rastlantıdır ki, Yusuf’un 1070’lerde yazdığı kitaba verdiği Kutadgu Bilig adı da, günümüz dilinde kutlu uyum bilgisi, uygarlık bilgisi yani medeni bilgiler anlamına gelmektedir.”
CUMHURİYET DEVRİMİ
“Atatürk, Cumhuriyet Devrimi’ni açıklarken, kaynağı yine Selçuklu’ dur. Başkent Ankara’da ilan ettiği Cumhuriyet’in kökenini de yine Batı’ya değil, 1340’larda bir Selçuklu Beyliği olan Ankara’daki Ahi Cumhuriyeti’ne dayandırmıştır. Atatürk’ün 7 Mayıs 1924 günlü Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan açıklaması şöyledir:
‘Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Hakikaten, Selçuki idaresinin bölünmesi (inkısamı) üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir “Ankara Cumhuriyeti’ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin hana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki aradan geçen asırlara rağmen Ankara’da hâlâ o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor. Türkiye’nin hemen bütün bölgelerini (menatıkını) gezdiğim ve gördüğüm için hükmettim ki, o zaman isimleri cumhuriyet olmayan diğer yerlerin bugünkü halkı da aynı kabiliyetten asla uzak değildir.
Beni, Türkiye’nin en münasip merkez Ankara olabileceğini düşünmeye sevk eden ilk vesile çok eskidir ve bilimseldir (fennidir).’
Atatürk, üzerine basa basa, ‘Cumhuriyetimizin kaynağı kendi öz tarihimizde, 1343-1354 arası Selçukluların bir beyliği, “Ankara Cumhuriyeti” vardır, işte Cumhuriyetimizin kökü budur’ diyor.”
GİYİM KUŞAM VE ŞAPKA DEVRİMİ
“Bugün çağcıl Batılı giysi denilenlerin hiç biri Batı icadı değildir. Ceket, gömlek, pantolon, binlerce yıl önce Asya’daki Türklerin giyimidir. Batı, ceket gömlek, pantolon ve fötr şapkayı, İskit dedikleri Saka Türklerinden görüp almıştır. İskit dedikleri Saka Türklerinin ceket, pantolon ve şapka giydiği, Yunanların ise kumaşa sarındıkları; 2500 yıl önceye tarihlenen alçak kabartmalarda, anıtlarda, resimlerde, mozaiklerde, paralarda, açıkça görülmektedir. Resimli Yunan vazolarında ve eski Yunan’dan kalma anıtlarda, ceket, pantolon, fötr şapka yoktur. Eski Roma’yı yansıtan sanat yapıtlarında ceket, pantolon, fötr şapka yoktur. Bizans mozaiklerinde ceket, pantolon, fötr şapka yoktur.
Buna karşılık, İ.Ö. 500’lere tarihlenen Issık Göl dolayında bulunmuş şimdi Rusya’da Hermitage Müzesi’nde korunmakta olan Altın Elbiseli Adam, ceketlidir, pantolonludur. Bu tüm dünyaca bilinen bir örnektir.
Pazırık’ta bulunan yine İ.Ö. 500’lere tarihlenen halıda resmedilmiş atlının giyimi de ceket pantolondur. Bu örnekler, Batı buluşu sanılan ceket, pantolon, fötr şapka gibi, giysilerin, kökeninin Asya Saka İskit Türk giyimi olduğunun yadsınamaz kanıtıdır.
Fötr şapkanın kökeni de yine Saka/İskit denilen Türklerdir. Fötr şapka denilen, kökende Kırgız Başlığıdır. Görüntüler bunu kanıtlamaktadır.
1000 yıl önceki Batı sanat yapıtlarının hiç birinde fötr şapka görülmeyişi, daha sonra tek tük görülen ilk fötr şapkaların da tam Kırgız Başlığı biçiminde oluşu, savımızın kanıtıdır. Örnek, Fransa Kralı XI. Louise’in başlığının Kırgız modeli olduğu apaçık ortadadır.
Atatürk fes yerine fötr şapka yerleştirirken, bu şapkanın Türk kökenlerini vurgulamış ve 1923 Ocak Şubat Eskişehir-İzmit konuşmalarında “Buhara’da, İran’da, Afgan’da şapka giyerler ve şapka ile namazlarını kılarlar” tümcesini kullanmıştır.
Buhara Türk başlığını örnek göstermiş; Türk Tarihi’ne gelenek ve göreneklerine dayandığını vurgulamıştır. Kadın giyimiyle ilgili konuşmalarında da yine, geleneksel Türkmen kadını giyimini örnek vermiştir.”
YAZI VE DİL DEVRİMİ
“Türkler, Arap yazısı kökenli yazıdan önce, Orhun ya da Göktürk Abecesi diye adlandırılan yazıyı kullanmışlardı. Bu yazının İ.Ö. 700’lerin Etrüsk yazısıyla benzeştiği, çok bilinen, çok dile getirilmiş bir olgudur. Ancak ben, 1994’te yayımlanan “Dil ve Din” adlı kitabımda, Orhun/Göktürk denilen yazıdaki damgaların, Etrüsk’ten 3000 yıl daha eski, Sümer Uygarlığıyla bağlarını somut olarak gösterdim. Kitabımın ilgili sayfalarındaki görüntüleri karşılaştırınca; bu açıkça anlaşılmaktadır. Yazı Devrimi’nin gerekçeleri, nedenleri, sonuçlarını da bu kitabımda ayrıntılı olarak inceledim. Ancak Arap kökenli yazının bırakılıp, Latin kökenli Türk Yazısına geçilmesi, Latin yazısının Asyalı kökleri bilindiğinde, yazı devriminin Türkün bir cebinden çıkanın öteki cebine girmesi gibi bir olay olduğu görülecektir.
Dil Devrimi’nin nedenlerini ve sonuçlarını, 1994’te yayımlanan “Dil ve Din” kitabımda ayrıntılarıyla işledim. Bu devrimin kaynağı da yine bir Selçuklu/Türk; Karamanoğlu Mehmet Bey’dir.
Atatürk, 1270’lerde Selçuklu Türk Karamanoğlu Mehmet Bey’in, “Bundan böyle her yerde Türkçe konuşulacak” buyruğunu yüzyıllar sonra yaşama geçirmiştir. Dil Devrimi Batı öykünmesi değil, kökü Türk tarihinde olan bir devrimdir.”
YURTTAŞLIK DEVRİMİ
“Atatürk, 1919’dan başlayarak, bütün konuşmalarında, ırk ayrımından uzak durmuş; bütün Türkiye halkını “öz kardeşler” olarak nitelemiştir. Bunu Bütün Dünya Dergisi’nde yayımlanan, “Kandaşlık, Dindaşlık, Yurttaşlık” başlıklı yazımda ve diğer yazılarımda, örneklerle anlattım. Atatürk’ün ırkçı olmadığı apaçık ortadadır.
Pek çok yazar, Atatürk’ün ırka değil kültür birliğine önem verdiğini, 80 yıldır döne döne vurgulamıştır. Atatürk’ün ırkçı olmadığını söylemek yeni bir şey söylemek değildir. Atatürk’ün ırkçı olmayışı, kendini ayrı ırktan olarak tanımlayanları bile öz kardeş, yurttaş sayan tutumu, Türk Tarihi’ne dayanmaktadır.
İskit/Saka Türkleri, aşiret toplumundan yurttaş toplumuna geçişi sağlayan “Varsayımsal Kandaşlık” kurumunu icat etmişlerdir.
“Atatürk, 1919’dan başlayarak, bütün konuşmalarında, ırk ayrımından uzak durmuş; bütün Türkiye halkını “öz kardeşler” olarak nitelemiştir.
Bu uygulamanın adı, kısaca “kan kardeşliğidir; “Antlı İçrektik” kurumudur. Bu yöntemle, başka ırktan insanlar, kanlarını bir kupaya damlatıp karıştırıp içerek, o andan itibaren ırk ayrımı gütmüyor, birbirlerini kandaş, soydaş sayarak, kaynaşıyorlardı.
Atatürk’ün, 1932 yılında Diyarbekir gazetesinde, ırk soy ayrımcılığına karşı demeci şöyledir: ‘Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.’
Atatürk, Türk için belli bir antropolojik tanım yapılamayacağını, sarı saçlı mavi gözlü Türk olduğu gibi karakaşlı kara gözlü Türk de bulunacağını, bunun. Türklerin dünyanın her yerine dağılıp o yöre yerlileriyle karışmış olmasından kaynaklandığını, tasada ve kıvançta ortak olmanın ulus oluşturmak için en önemli öge olduğunu vurgulamıştır.
Atatürk’ün yaptığı devrimlerin gerçekten de Türk tarihinde öncülleri, kökenleri, kaynakları ve bilinci vardır. Atatürk hiç bir devrimi yoktan var etmemiştir. Kendi tarihimizden esinlenmiştir, beslenmiştir; bu onun değerini küçültmez, tam tersine diyebiliriz ki, Atatürk, yaşadığı dönemde, Türk tarihinin gerçek anlamda tarih bilinci taşıyan tek lideriydi.
Türkiye ve dünya, bugün hala yaptıklarını konuşuyor. Bizler de onu yaptıklarını her gün daha büyük bir ilgiyle irdelemeyi, anlamayı sürdüreceğiz.”
Cengiz ÖZAKINCI, “Bütün Dünya”, Aralık 2014
cengizozakinci@butundunya.com.tr
http://www.guncelmeydan.com/pano/ataturk-un-devrimleri-bati-ya-degil-turk-tarihi-ne-dayanir-cengiz-ozakinci-t38665.html

1 Aralık 2014 Pazartesi

BASIN AÇIKLAMASI (MEB’nın Şûra Oyunları Ve Rennan Pekünlü Olayı)



 Sayı   :2014/34
Konu:  MEB’nın Şûra Oyunları Ve Rennan Pekünlü Olayı                                                                              01.Aralık.2014       
BASIN AÇIKLAMASI
(MEB’nın Şûra Oyunları Ve Rennan Pekünlü Olayı)
Milli Eğitim Bakanlığınca düzenlenen 19. Milli Eğitim Şûrası, 2-6 Aralık arası Antalya’da toplanıyor. 5 gün
sürecek Şûra’nın gündeminde şu başlıkların yer alacağı belirtildi:
1. Öğretim Programları ve Haftalık Ders Çizelgeleri
2. Öğretmen Niteliğinin Arttırılması
3. Eğitim Yöneticilerinin Niteliğinin Artırılması
4. Okul Güvenliği
Bir önceki 18. Milli Eğitim Şûrası’nın Kızılcahamam’da, şimdikinin de Antalya’da
toplanıyor olması, sonuncusuna dek tümünü Ankara’da toplayan, hatta bu amaçla Ankara’da bir de Şûra Salonu yaptıran Bakanlığın, Şûraları giderek Ankara dışına taşıması anlamlıdır.
 Belirlenen konularla ilgili komisyonlardan ve çağrılı katılımcılar listesinden bütünüyle dışlanan eğitimle ilgili demokratik kuruluş, bilim insanı ve akademisyen çokluğuna bakıldığında; bunun yerine Bakanlığın yan kuruluşu işleviyle görev yürüten “yandaş” ve sözde “sendika”nın belirlediği gizli gündemlerin görüşülüp bunlarla ilgili kararların alındığı, uygulandığı bir eğitim yapılanmasıyla, asıl konuları yukarıda sıralanan sorunlara çözüm bulunması olanaksızdır.
Böyle bir anlayışla yürütülen Şûra çalışmalarından eğitimle ilgili olumlu sonuçlar beklemenin -bunca deneyimden sonra- saflık olacağının bilincindeyiz. Dolayısıyla kamuoyunu kandırmaya dönük “oyun içinde oyun”unun yeni bir aşaması olan 19. Milli Eğitim Şûrası’nın gerçek gündemi, basına da yansıdığı gibi, karma eğitimin bütünüyle ortadan kaldırılmasıdır.
Cumhuriyet devrimlerinin, bilimselliğin, aydınlanma düşüncesinin tümüyle kavgalı olan ve 13 yıldır bunların tümünü yok etmek için yeminle yıkım çalışması yürüten iktidarın ve onun eğitim bakanlığının öğretim programlarına çağdaş bir içerik kazandırması, ders çizelgelerini olumsuzluklardan arındırması, eğitim yöneticilerinin niteliğini yükseltmesi, ek olarak okul güvenliğini sağlama olanağı yoktur. Çünkü bunların tümü için öncelikle bilimsel akıl ve yöntem sahibi olmak gerekir.
 Bakanlığın asıl işlevini üstlenen dinci vakıf, sendika ve dernekler güdümüne sokulan bir eğitim anlayışından, bilimsel akıl ve yöntemin gerektirdiği eğitim politikaları yerine, çıksa çıksa okul öncesinden üniversiteye kadar hurafelerle, bağnazlık felsefesiyle yoğrulmuş çağdışı, gerici eğitim hedefleri çıkar. Nitekim, bir önceki Şûra’da görüşülen “öğretmen niteliğinin yükseltilmesi”ne ilişkin tek bir olumlu adımın atılmaması, tersine, “özgürlük” adına 9 yaşındaki kız çocuğuna türban takılması uygulamasının devreye sokulması, bu tür Şûraların oyundan, kamuoyunu aldatmaktan başka bir amaç taşımadığını gösteren yığınla örnekten bir tanesidir.
Antalya’daki Şûra’dan çıkması beklenen sonuç, karma eğitime son vermek, din dersleri üzerinden yürütülen dinci ideolojiyi okulöncesi çocuklarımızın sıralarına dek indirmektir. Ötesi yalandır.
Dört gün önce İzmir’de dört buçuk ay yatmak üzere hapse konulan Prof. Dr. Rennan Pekünlü ile ilgili hem eğitim hem hukuk cinayeti de bu anlayışın yeni bir örneğidir. Sayın Pekünlü’yle ilgili yürütülen Ergenekon-Balyoz benzeri çirkin tuzağın, hukuk maskesi giydirilen tutuklama kararının altında yatan tutum, yılardır “özgürlük” kılıfıyla eğitim kurumlarını Ortaçağ çukuruna düşüren tutumdan başkası değildir.
Ülkemizin bilimden, aydınlanmadan yana halkçı güçleri, bu tür gerici eğitim tuzaklarına ve terörüne birlikte direnmek zorundadır ve direneceklerdir. Bu anlamda, 19. Milli Eğitim Şûrasından çıkacak çağdışı kararlara uymamak ve onları geçersiz kılmak için çalışacağımızı, Rennan Pekünlü hocaya reva görülen cezayı şiddetle kınadığımızı saygıyla duyururuz.
Nazım MUTLU
Genel Başkan