20 Nisan 2014 Pazar

SOROS,TESEV, OCCPYCHP




SOROS,TESEV, OCCPYCHP

12 Nisan 2014 Günü Sosyal Medyada “occupyCHP” adıyla örgütlenen bir gurup gencin CHP Genel Merkezini işgal ettiği haberleri medyada yer aldı.

Haber ayrıntılarını okudukça bu eylemde bir gariplik seziliyordu. Çünkü işgal eylemini yapacak olanlar 1 Nisan 2014 ten başlayarak sosyal medyadan Cumhuriyet Halk Partisi'ni biz kendi diliyle, mizahıyla, kendi yeni siyasi anlayışıyla işgal etmeye geliyoruz” diyerek yaygara yaparken, işgal edilecek olan CHP Genel Merkezi ise ; “İşgalinizi dört gözle bekliyoruz, dükkân sizin gençler” diyerek, işgal eyleminden  “mutluluk” duyacaklarını açıkladılar.

İşgal edecek ve edilecek olanların bu söylemleri, işin içinde bir “cinlik” olduğunu yeterince açıklıyordu. Siyasal tarihte işgal edilecek olanın işgalciye kucak açtığı her eylem karşı devrime hizmet eder. Bu nedenle occupyCHP” eylemi "CHP içinde gerçekleştirilen ince ince hazırlanmış bir karşıdevrim eylemidir" saptaması doğru ve yerinde olacaktır.

 OccupyCHP” eylemi ;  11 Kasım 1938 den bu yana emperyalist batı odaklı “yeniden yapılanma”, “değişim” operasyonlarıyla Kemalizm’le olan bağları iyice zayıflatılmış olan Atatürk’ün partisi CHP’nin geçmişinden tümden koparmayı amaçlayan bir karşıdevrim operasyondur.

Bunu nereden mi anlıyoruz?

Öncelikle şu occupy” nedir ona bakalım. İngilizce kökenli bir kelime olan OCCUPY; anlam olarak işgal etmek, direnmek, direniş, elde tutmak gibi anlamların yanı sıra daha geniş kapsamda; zapt etmek, elde etmek, meşgul etmek, bir mevki işgal etmek vb işgal ve eylem amacı taşıyan bir kelimedir.

"Occupy" (İşgal et) sloganıyla başlayan akımlar önce Wall Street'te görüldü, ardından tüm dünyaya yayıldı. Mısır, Gürcistan, Kazakistan ve daha birçok ülkede "İşgalciler protestolar düzenlemeye başladı. Son olarak "Occupy" (İşgal et) eylemcileri Küresel çetenin hedef tahtasına koyduğu Suriye de ortaya çıktı.

Küresel çetenin önde gelen isimlerinden George SOROS dolaylı yoldan işi kitabına uydurarak Wall Street "Occupy" (İşgal et) protestolarını başlatan örgütleri finanse etmiştir. Birleşmiş Milletler’ deki bir basın toplantısında "Occupy"  eylemcilerini desteklediğini söyleyen SOROS'un "Açık Toplum Vakfı", protestoculara tam 3,6 milyon dolar bağışta bulunmuştur.

 “occupy”  eylemcileri; 15 Ekim’i  “Küresel Direniş Günü” ilan etmişlerdir. Bu gün için hazırladıkları logolarında ise  ‘United for Global Change!’  yani ”Küresel Değişim için Birleşenler! “ yazmaktadır.

Peki, gerçekte Küresel Değişimi isteyenler kimler?  Tek dünyacı küresel çeteler!  

Bu durumda, Amerikalı yazar ve düşünürlerinden Kurt Nimmo ve Prof. Michael Chaussodovsky haklı olarak soruyorlar. “Küresel sermaye tarafından fonlanan Küresel direnişçiler’, nasıl oluyor da dünyayı küresel şirketlerden kurtarma iddiasıyla ortalıktalar?!”

SOROS’un dünya genelinde faaliyet yürüten ve başta Türkiye’nin komşuları olmak üzere pek çok ülkede ‘turuncu devrim’ yapmayı başaran Açık Toplum Vakfı bu çabalarında yalnız da değildir.

Amerikan derin devletiyle ilişkili “Toplumlar neye ihtiyaç duyduklarını en iyi kendileri bilirler” felsefesine dayanan Chrest Vakfı “iyi niyet vakfı !” da  "occupy”  eylemcilerinin destekçilerinden. Vakıf, Türkiye’deki fonlarını çoğunlukla “Değişim için” yerel ve ihtiyaç duyulan alanlara yöneltmekte.  Chrest Vakfı, iyi niyet bağlamında “Kürt Sorunun” barışçıl (!) çözümü, Anayasa reformu, özellikle “Kürt Sorunu” ile ilgili ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarla ilişkili derinlemesine bir araştırma ve analiz gerçekleştirmek için (siz ABD istihbaratı olarak anlayın) yerli işbirlikçi sivil toplum örgütlerine cömertçe bağışlar yapıyor

SOROS’un  "Açık Toplum Vakfı"nın ülkemizdeki en önemli, en bilindik müttefiki ise TESEV’dir. 
Kurucularını internet sitesinden duyuran TESEV bu durumu da inkâr da etmiyor. Hatta bizzat Başkanı Can Paker’in Sabah Gazetesi’ne verdiği röportajda olduğu gibi “yılda 2 milyon dolar katkı aldıklarını, AB ve ABD yanlısı bir siyaset tavsiye ettiklerini, Türkiye’nin çıkarının da bu iki rotada olduğunu” itiraf ediyor.

Bilindiği üzere Kemal KILIÇDAROĞLU, Açık Toplum Enstitüsü kurucusu SOROS'un desteklediği TESEV'in 183 no'lu kurucu üyesidir.  Yine KILIÇDAROĞLU tarafından oluşturulan 80 kişilik CHP Parti Meclisi’nin en az 40’nın CHP’ye ilk kez kaydolduğu, pek çoğunun SOROS’un desteklediği bir takım vakıflarda üyeliklerinin bulunduğu da belgeleriyle ortadadır.

Belki çoğumuzun dikkatinden kaçmış olabilir. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal a düzenlenen “kaset operasyonu” ardından yaptığı istifa konuşmasında Sn. Baykal; “CHP’yi yani Türkiye’nin ana muhalefetini dizayn etmeye çalışanlar var. Onlarla mücadelem bundan sonra da sürecek” demişti.

Peki, kim ya da kimlerdi CHP'yi “dizayn etmeye çalışanlar”? Bu soru şu ana kadar yanıt bulamamış olsa da, CHP’nin “dizayn” edildiği ve edilmekte olduğu ortada.

Bu açıklamaların ardından “occupyCHP” eylemcilerine bakalım.

Bu gurubun  “https://www.facebook.com/occupyCHP” sayfasında kuruluş amaçları şöyle açıklanıyor.   

Gençlik CHP'ye el koyuyor!
Sevgili CHP,
Gezi sürecinden beridir görüyoruz ki, seni yöneten adamlardan bazıları bu muhalefet işini pek beceremiyor. Halk ittirmese çalınan seçim sonuçlarına itiraz edecek takatleri bile yok. O yüzden biz gençlik ve halk olarak seni işgal etmeye geliyoruz. Bize kucak aç!
Herkesi kapsayan, sosyal adaleti savunan, vicdanlı, dayanışmacı, paylaşımcı, ideolojik önyargılardan arınmış bir CHP için, tüm halkı CHP'yi işgal etmeye çağırıyoruz. Bunun ilk adımı olarak yurttaşları hemen oturduğu yere en yakın CHP örgütüne kayıt olmaya davet ediyoruz!
CHP Halk partisiyse yine Halkın olacak!
"occupyCHP
 Yine aynı sayfada;

“12 Nisan, sosyal medyada örgütlenen gençler burada toplandı. Bu arkadaşlar gelip 'Cumhuriyet Halk Partisi'ni biz kendi diliyle, mizahıyla, kendi yeni siyasi anlayışıyla işgal ediyoruz, biz Cumhuriyet Halk Partisi'ne geliyoruz ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin gençleşmesini ve bir şeylerin değişmesini istiyoruz”

“Biz parti içi ya da dışı dinamiklerden, ittifaklardan tam bağımsız bir sivil inisiyatifiz”

“CHP'yi daha özgürlükçü, geçmişinden bağımsız bir hale getirmek istiyoruz.”

“bir şeylerin değişmesini“ isteyenler , değişmesi gerekenin ne olduğunu da açıkça dile getiriyorlar. “CHP’yi geçmişinden bağımsız hale getirmek”. Yani Atatürksüz ve altı oksuz bir CHP amaçlanıyor.

Bu istemi,  başta TESEV kurucusu Kemal KILIÇDAROĞLU ve çoğunluğu SOROS destekli kimi vakıflarda üyelikleri bulunan parti meclisi üyelerinin hemen hepsi destekliyor. Bu nedenledir ki, onların sözcülüğünü yapan TR-705 olarak bilinen, Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu “İşgalinizi dört gözle bekliyoruz, dükkân sizin gençler” söylemi ile parti meclisinin ortak görüşünü dillendiriyor. 

Atatürksüz ve altı ok'suz, Kemalist ideolojiden arınmış bir CHP için  “occupyCHP    eylemine destek veren CHP MYK üyelerinden bazıları hakkında kısa açıklamalar yaparsak durum daha iyi anlaşılacaktır. 
George SOROS kuruluşlarının Türkiye’de öne çıkmış en önemli siması olan Prof. Dr. Binnaz TOPRAK,   AB kurumları ve SOROS vakıflarıyla sıkı ilişkisi olan, TESEV ve Açık Toplum Enstitüsü adına sendikal çalışmalar yürüten Perihan SARI, SOROS’un Amerika'daki merkez vakfı Open Society Institute'un da lisanslı araştırmacılarından Doğa ÇİĞDEMOĞLU

Sahnelenen şu oyuna bakın.

Yerel seçimlerde, CHP MYK’nın yanlış siyasal tercih ve politikaları nedeniyle bir hezimet yaşanıyor. Artık “burnundan soluyan”  CHP seçmeni bu yenilginin sorumlularından hesap sormak istiyor.  Tam da bu aşamada SOROS’un kızları ve oğulları tarafından pışpışlanan “occupyCHP eylemcileri sahneye fırlıyorlar. Böylece bir taşla iki kuş vuruluyor. Bir yandan  “burnundan soluyan” CHP seçmeninin gazı alınmış, öfkeleri tamponlanmış, diğer yandan İçinde Kemalizm ve Mustafa Kemal olmayan bir CHP’ye yelken açan yönetim, hezimeti nimete çevirerek bu amaca ulaşmada önemli bir adım daha atmış oluyordu.

CHP’nin geçmişine düşman, SOROS'çu genç sivillerini çağrıştıran  “occupyCHPeylemcilerinden ve Atatürk’ü geçmişte bırakalım”, “Emperyalizmin iyi yönleri de var, onlardan faydalanalım”, “Atatürk’ün ilkeleri miadını doldurmuştur” diyen SOROS beslemelerinden CHP kurtulmadıkça/kurtarılmadıkça, bu kaostan her zaman küresel çeten kazançlı çıkacaktır.  
20 Nisan 2014 - Isparta

Mahmut ÖZYÜREK


19 Nisan 2014 Cumartesi

O YALAN ÇÜRÜDÜ


O YALAN ÇÜRÜDÜ
(Atatürk’ün “Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları” Sözünün Sırrı





Atatürk'ün 1 Kasım 1937 Meclis Açış Konuşması Nasıl Cımbızlandı
Öncelikle peşinen söyleyeyim ki: bu yazıda amacım bazılarının yaptığı gibi elime bir "iman ölçer!" alıp Atatürk'ün imanını ölçmek değildir. Ayrıca bu kimsenin haddine de değildir. Atatürk yapıp ettikleriyle her şeyden önce Türk insanının canını, namusunu, vatanını kurtarmıştır. Bu ona minnet duymak için yeter de artar bile. Benim bu yazıdaki amacım çokça çarpıtılan bir konuyu açıklığa kavuşturmaktır.
Son zamanlarda sözüm ona “Atatürk’ün dinsizliğine” en büyük kanıt olarak onun 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasının sonundaki “Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları!” sözü gösterilmektedir. Atatürk’ün sürekli istismar edilen ve çokça çarpıtılan bu sözünü açıklamanın zamanı geldi de geçiyor bile:

Öncelikle Atatürk’ün o sözünü –Atatürk’ü dinsiz göstermek isteyenlerin yaptığı gibi cımbızlamadan- öncesiyle sonrasıyla ortaya koyalım:
İşte Youtube’da yayınlanan “o videoda” yer almayan bölümleriyle Atatürk’ün 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasındaki o kısım:

“Aziz milletvekilleri,
Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.(Alkışlar)
Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.
Elimizdeki programın ruhu, bizi sadece bir kısım vatandaşlarla ilgilenmekten engeller, biz bütün Türk ulusuna hizmet ederiz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet kuruluşunu birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk. (Var ol sesleri) Bu olayın bizim, devlet yönetiminde kabul ettiğimiz, ‘Kuvvet birdir ve o ulusundur’ gerçeğine uygun olduğu ortadadır.(Alkışlar) Gücün tek kaynağı olan Türk Milletinin seçkin vekillerini, büyük mutlulukla, eğilerek selamlarım.(Bravo, yaşa sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar)” (
Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3, 1 Kasım 1937).
O Sözler, "CHP Prensiplerinin Hayattan Alındığı" Vurgusunu Güçlendirmek İçin Söylendi
Her şeyden önce Atatürk -tamamını buraya sığdıramayacağım için koymadığım- 1937’deki bu Meclis açış konuşmasında daha önceki Meclis açış konuşmalarında olduğu gibi Türk milletinin yükselmesi, ilerlemesi, refahı, mutluluğu için neler yapılacağını açıklamıştır. Ağır sanayinin kurulmasından, madenlerin işletilmesine, demiryollarından, kültür sanat politikalarına kadar Türk milletinin kalkınmasını sağlayacak birçok farklı alanda yapılanları ve yapılacakları sıralamıştır. Bütün bunları dönemin hükümetinin, CHP’nin yapacağını ifade etmiştir. Daha sonra “Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir.” demiş ve bu prensiplerin, yani CHP’nin ilkelerinin (6 ilke) zamana göre değişebilirliğini çok etkili bir şekilde vurgulamak için de “Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” demiştir. Böylece Atatürk CHP’nin prensiplerinin (ilkelerinin) dogma (donmuş, kalıplaşmış, değişmez) olmadığını, bu prensiplerin hayattan alındığı belirtmiştir. Yani Atatürk, “gökten indiği sanılan dogmalar” sözünü kutsal kitapları aşağılamak amacıyla değil, CHP’nin prensiplerinin hayattan alındığını, dolayısıyla dinamik/değişebilir/gelişebilir prensipler olduğunu çok güçlü bir şekilde ifade etmek için söylemiştir. Bu söylem tarzı (teşbih/benzetme) Atatürk’ün sıkça başvurduğu yöntemlerden biridir. Atatürk konuşmalarında özellikle öne çıkarmak, altını çizmek istediği noktaları böyle dikkat çekici, sarsıcı benzetmelerle, karşılaştırmalarla belirginleştirmiştir. Burada da CHP’nin prensiplerinin hayattan alındığını, bu prensiplerin değişebilirliğini, zamana uygunluğunu, dinamikliğini vurgulamak için çok radikal bir şekilde bu prensipleri kutsal kitaplardaki hükümlerle/dogamalarla karşılaştırmıştır. Ancak Atatürk bu karşılaştırmayı yaparken –hep iddia edildiği gibi- asla dinlere, kutsal kitaplara hakaret etmemiştir.Burada kutsal kitapları yanlış anlayan din bezirganlarına üstü kapalı bir gönderme yapmış, onların yanlış kutsal kitap algılarını "sanmak" diyerek eleştirmiştir. Çünkü Atatürk, kitapların gökten indiğini "sananlardan" değildir, O kitapların "gökten" inmediğini çok iyi bilmektedir!
Atatürk'ün "Vatan ve Türk Ulusu" Vurgusu Görmezden Geliniyor
Çok daha önemlisi Atatürk, Atatürk karşıtı psikolojik savaşçıların cımbızladıkları "o sözlerinden" hemen sonra çok çarpıcı bir şekilde, yolunu çizen şeyin vatanı, Türk milleti ve tarihten aldığı dersler olduğunu belirterek ayrım yapmadan bütün Türk ulusuna hizmet etecekelerini şöyle ifade etmiştir: "Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır. Elimizdeki programın ruhu, bizi sadece bir kısım vatandaşlarla ilgilenmekten engeller, biz bütün Türk ulusuna hizmet ederiz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet kuruluşunu birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk. (Var ol sesleri) Bu olayın bizim, devlet yönetiminde kabul ettiğimiz, ‘Kuvvet birdir ve o ulusundur’ gerçeğine uygun olduğu ortadadır.(Alkışlar) Gücün tek kaynağı olan Türk Milletinin seçkin vekillerini, büyük mutlulukla, eğilerek selamlarım." Görüldüğü gibi Atatürk, kendisini "din düşmanı" olarak göstermek isteyen "cımbızcıların" görmezden geldikleri bu sözleriyle "gücün tek yaknağının Türk milleti olduğunu ve Türk milletine hizmet ettiklerini" ifade etmiştir. Önemli olan da bu değil midir? Aslında 1937 Meclis konuşmasının en can alıcı noktası "gökten indiği sanılan kitapların dogmaları" sözü değil, ondan hemen sonra gelen "Bağrından çıktığımız yurt (VATAN) ve TÜRK ULUSU" vurgusur.
Atatürk'ün, "Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları" Sözünün Şifresi
Sırayla gidelim:
1. “Gökten indiği sanılan kitaplar” ifadesinde ilahi dinlere hakaret yoktur: Şöyle ki: Evet! Burada bir eleştiri vardır, ancak bu eleştiri kutsal kitaplara değil, kitapların "gökten indiği sanrısına" yönelik bir eleştiridir. Çünkü ilahi dinlerin (Tanrısal kaynaklı-kitaplı dinlerin) kutsal kitapları "gökten inmemiştir". Hele hele son İslam dininin “gökten indiğini iddia etmek” abesle iştigal olur. Çünkü Kuran’ın gökten indiğini iddia etmek her şeyden önce Allah’ı  gökte sanmak olur ki bu büyük bir yanılgıdır. İslam'da Allah mekan ve zaman üstüdür. Belli ki İslamın Semavi (göksel) din, Kuran’ın Semavi (göksel) kitap olduğu şeklindeki genel kabulden hareket edenler, yüzeysel bir bakışla, Kuran’ın gökten yere indiğini düşünmektedirler. Aslında gökteki bir tanrı inancı Hem İslama inananların hem de ona inanmayanların ortak bilinç altıdır. Oysa ki, İslama göre ne gökte bir tanrı vardır, ne İslam semavi bir dindir, ne de Kuran gökten inen bir kitaptır. Burada “inmek” sözüyle kastedilen “boyutsal” bir durumdur. İslami kaynaklara göre Kuran İslam peygamberi Hz. Muhammed’e vahiy şeklinde “ilham” edilmiştir, indirilmiştir, ama "gökten" indirilmemiştir. Kuran’da geçen “İnme” sözcüğünün Arapçası “Nüzul”dur ki, “Nüzul”(İnme) çok farklı anlamlarda kulanılmıştır, kullanılabilir. Bir kaç örnek vermek gerekirse: Örneğin “Nüzul” sözcüğünün kökü “NZL"dir. Buradan hareketle örneğin, “teNZiLat” indirimdir, ama “gökten indirim değil”, fiyatlarda indirimdir! “NeZLe” “sinüslerdeki akıntının akciğerlere inmesi” olayıdır. Burda "sinüs akıntısının gökten inmesi" değildir kuşkusuz! Hatta birde “inme” vardır, yani “felç”. Bilindiği gibi felç de gökten inmemiştir! Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Aslında bizzat İslam dininin ana kaynağı Kuran’da, Kuran’ın indiği ancak gökten inmediği açıkça ifade edilmiştir. Şöyle ki. Kuran’da (39-Zümer-1)’de “Tenzîlul kitâbi minallâhil azîzil hakîm(hakîmi)”. (نزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ ) yani “Bu kitabın indirilişi aziz ve hakim olan Allah’tandır”. Elmalılı Hamdi Yazır başta olmak üzere bütün Kuran tercümelerinde bu ayet burada verdiğim meale yakın bir şekilde çevrilmiştir. Hiçbir tercüme de “gökten indirildi” ifadesi yoktur. Daha doğrusu “gök”gökyüzü” ifadesi yoktur. Görüldüğü gibi Atatürk çok haklıdır. Gerçekten de kutsal kitapların, özellikle Kuran’ın gökten indirildiği hakikaten de bir “sanrıdır”. Demek ki, asıl dine hakaret “Kuran’ın gökten indirildiğini” sanmaktır. Demek ki neymiş! Atatürk Kuran’a, bugün ona dinsiz damgasını yapıştıranlardan çok daha fazla hakimmiş.
2. Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” cümlesindeki “dogmalar” ifadesi kutsal kitap sözlerine hakaret değildir: Şöyle ki: bütün sözlüklerde “Dogma” sözcüğü “Kat'i olarak ileri sürülen fikir.” anlamındadır. Sözcük Fransızca “Dogme” sözcüğüne dayanmaktadır. “Dogma” sözcüğü Türk Dil Kurumu’nun “Türkçe Sözlüğü”nde aynen şöyle tanımlanmıştır: “(Fr. Dogme. Yunan. Fel.)Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas. (TDK, Türkçe Sözlük, 9. bas. Ankara, 1998, s. 609). Dolayısıyla kutsal kitapların “dogma” olduğunu söylemek gerçeği ifade etmektir. Bilindiği gibi Kuran’daki ilkelerin değişmez, zaman ötesi ilkeler, Fransızca söylersek (dogme) olduğunu bizzat Kuran ifade etmiştir, Müslümanlar da bu ilkeye inanmıştır. Asıl Kuran'ın "dogma" (değişmez) olmadığını söylemek Kuran'a hakarettir! Bu nedenle Atatürk “kitapların dogmaları” derken kutsal kitaplara ve özellikle de Kuran'a hakaret etmemiş, gerçeği ifade etmiştir. Nitekim Atatürk, söz konusu konuşmasında, “Bizim prensiplerimizi dogmalarla bir tutmamalıdır” dedikten sonra, “Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” demiştir ki, burada da “dogma” sözcüğünün birebir sözlük anlamından, yani “Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas.” açıklamasından hareket etmiştir. Atatürk, “Bizim prensiplerimiz dogma değildir” derken, kendi prensiplerinin "gökten" veya "gaipten" yani "bilinmeyen bir kaynaktan/görünmez alemden" değil doğrudan doğruya bilinen, görülen yaşamdan alındığını, yani dogmaların aksine “doğruluğunun sınandığını” yani "bilimsel" olduğunu anlatmak istemiştir. Böylece devletin din kurallarıyla değil hayattan alınan dünyevi kurallarla yönetileceğini, doğrusunun bu olduğunu anlatmak istemiştir. Atatürk bu sözleriyle çok güçlü, "sarsıcı", bir laiklik vurgusu yapmıştır. Tabi ki devletin kutsal kitap kurallarıyla, din kurallarıyla yönetilmesini isteyenlerin bunu anlaması olanaksızdır. Atatürk bu sözleriyle, kutsal kitaplara/dinlere değil, sürekli değişken, dinamik bir yapısı olan devlet yönetiminin "dogmalara" yani değişmeyen" kitaplara/dinlere göre belirlenmesine ve bir de "kitapların gökten indiği sanrısına" dayanan kutsal kitap yorumuna/anlayışına, itiraz etmiştir.
Tabi buradaki yanlış anlaşılmada zaman içinde sözcüklerin içinin boşaltılması ve o sözcülere yeni anlamlar yüklenmesi de etkilidir. Örneğin Atatürk'ün kullandığı "Dogma" sözcüğü Fransızcadan dilimize yeni geçmiş bir sözcük olması bakımından "sözlük anlamıyla" kullanılıyordu, ancak zaman içinde içi boşaltılıp, adeta "dinlere hakaret" anlamında kullanılmaya başlanmıştır. "Dogma" sözcüğünü bugun dinlere hakaret olarak kullananların olması, 76 yıl önce Atatürk'ün o sözcüğü yukarıda verdiğimiz şekilde sözlük anlamıyla kullandığı gerçeğini değiştirmez. Ama günümüzün Atatürk karşıtı "psikolojik savaş uzamanları" bu tarz kurnazlıklarla gerçekleri çok ustaca çarpıtabilmektedir.
Atatürk'ün  Bütün Meclise Ayakta Fatiha Okuttuğu Meclis Konuşması
Atatürk'ün 1937 Meclis konuşmasındaki bir sözünü cımbızlayıp çarpıtarak "Atatürk'ü dinsiz" göstermeye çalışan din bezirganları, Atatürk'ün diğer Meclis konuşmalarındaki dinsel vurgularını, İslam dininden övgüyle söz etmelerini ve hatta bir keseresinde bütün Meclisi ayağa kaldırıp fatiha okuttuğunu toplumdan gizlerler veya bunun farkında bile değildirler.
Evet! Yanlış okumdanız, Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın hemen sonrasındaki 13 Ağustos 1923 tarihli Meclis konuşmasında Kurtuluş Savaşı'nın nasıl güçlüklerle kazanıldığını ifade edip, milletvekillerini şehitlerin ruhlarına Fatihalar okumaya çağırmıştır.
İşte bizim uyanık "cımbızcıların" hiç dikkatini çekmeyen Atatürk'ün o Meclis konuşması:
"Sayın arkadaşlar, Açıklamalarıma son vermeden önce hepinizi büyük bir göreve davet etmek istiyorum. Geçirdiğimiz buhranlı günlerin onurlu kahramanlarını hep birlikte kutsayalım. (Alkışlar)
Onlar arasında, savaş alanlarında düşman silahları ile göğüsleri delinmiş mutlu kişiler olduğu gibi, yangınlarda, ateşlerde yakılmış talihsiz çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar da vardır.
Onlar arasında namusları saldırıya uğramış sonsuza dek ağlayacak genç kızlar da vardır.
Onlar arasında yurtlarını kaybetmiş aileler, evlatlarını gömmüş analar vardır ve yine onlar arasında savaştaki namus görevini onurla yaparak bu gün memleketlerine dönmüş gaziler vardır.
Onlardan şehitlik mertebesine erişenlerin ruhlarına fatihalar armağan edelim.

(Ayakta fatiha okundu)".  (
13 Ağustos 1923 Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 1, Sayfa 36)
Meclis tutanağına yansıdığı şekliyle Atatürk şehitlerin ruhlarına fatihalar okunmasını isteyince milletvekilleri "ayakta fatiha okumuştur."
Atatürk'ün 1923 Meclis konuşmasının ve sonrasındaki davranışının arkasında bir şeyler arayanlar, "canım o strateji!" diyenler, nedense 1937 konuşmasındaki sözünün arkasındaki gerçekleri, bunun neden, hangi amaçla söylendiğini hiç araştırmadan, olduğu gibi anlama (yanlış anlama) yoluna gitmişleridr. Hatta yukarıda anlattığım gibi o sözleri gerçek zemininden koparıp, başını sonunu kesip (cımbızlayıp) çarpıtmışlardır
SONUÇ:
"...Fakat bu prensipleri (CHP ilkeleri), gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz. diyen Atatürk’ün aslında ne demek istediğini özetlersek:

1. Atatürk, bu sözü, CHP ilkelerinin değişebilir, zamana, hayata uygun ilkeler olduğunu daha iyi vurgulamak için “anlam güçlendirici” olarak kullanmıştır. Bu onun yöntemlerindendir.

2. Üstelik kutsal kitaplar, hele İslamın kutsal kitabı Kuran gökten inmemiş, Allah tarafından indirilmiş/ilham edilmiştir. Bu konuda “Zumer Süresi-1”de “Kuran’ın Allah tarafından indirildiği” ifadesi vardır, ancak Kuran’ın “gökten indirildiği” ifadesi, daha doğrusu “gök” ifadesi yoktur. Çünkü zaten İslam göre Allah gökte değildir. “Allah insana şah damarından daha yakındır, Allah her yerdedir.” Allah’ın gökte olduğu inancı eski pagan dönemlere (İslam öncesi zamanlara) ait bir kavramdır. Örneğin, eski Türklerde Tanrı’nın gökte olduğunun düşülmesi ve “Gök-Tanrı” ifadesinin kullanılması gibi. Yani Atatürk haklıdır, kutsal kitaplar, hele Kuran “gökten” inmemiştir. Bunu düşünmek Atatürk'ün dediği gibi "sanmaktır", "sanrıdır".

3.Kitapların dogmalarıifadesi de çok doğru bir kullanımdır. Çünkü “dogma” sözcüğü “değişmeyen kurallar” anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi Kuran da sonsuza kadar değişmeyen, değişmeyecek bir kitaptır. Atatürk, sadeleştirilmiş haliyle, "bizim prensiplerimizi değişmeyen kuralların yer aldığı kitaplarla asla bir tutmamaldır" derken, kendi prensiplerinin "değişkenliğine" vurgu yapmış, devletin değişmeyen değil, değişen, dünyevi kurallarla yönetileceğini anlatmak istemiştir. Yani din ve devleti ayırmış, laiklik vurgusu yapmıştır. Atatürk bu sözüyle dinleri, kutsal kitapları değil, "sanmak" diye adlandırdığı yanlış kutsal kitap algısını ve doğru ya da yanlış algılanmış "değişmez din kurallarının" (dogmaların) devlet yönetimine egemen olmasını eleştirmiştir. 
4. Atatürk, ölümünden yaklaşık bir yıl kadar önce bu kısa cümleye adeta o büyük DEHASINI saklamış gibidir. Nereden bilebilirdi cahil bırakılmış, dinle kandırılmış gelecek nesillerin onun bu kısa cümlesinde saklı dehayı görmek yerine bu cümleyi anlayamayacağını, hatta çarpıtacağını...

Görüldüğü gibi Atatürk, inansın, inanmasın, az inansın, çok inansın günümüzün dindar geçinen Atatürk düşmanlarından çok daha fazla İslam dinine ve o dinin kutsal Kitabı Kuran’a hakimdir. Atatürk düşmanları Müslüman Türk insanının algıda seçiciliğine, derin bilinç altına hitap ederek, Atatürk’ün 1937 Meclis konuşmasını cımbızlayıp, o konuşmada geçen bazı ifadelerini -bütün cehaletleriyle- çarpıtarak “Atatürk’ün dinsizliğine kanıt” olarak göstermişlerdir. Ancak ne demişler: Yalancının mumum yatsıya kadar yanar. Yatsı vakti beyler!...

Ah Atatürk’ümüz ah! Nelerle uğraşıyoruz! Bıraktığın eserin anlamının ve kıymetinin farkında olmayan cahil “din istismarcıları” senin sözlerini çarpıtıp, sana nasıl iftiralar atıyor!Ah!..
NOT: Atatürk ve din konusunda benim ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımı ve yine benim ATATÜRK'ÜN İSLAM DİNİNE HİZMETLERİ adlı yazımı öneririm (tıklayınız)


Sinan MEYDAN - 9 OCAK 2013

Köy enstitüleri… AKLI HAKİM KILMANIN YOLU… Mehmet Halil Arık



                                                                                                             17 Nisan 2014

Yıl 1926: Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati. 4 Köy Muallim Okulu açılıyor.
Yıl 1936: Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan.  Eğitmen Kurslar’nın açılışı… Köy Muallim Okullarının ihyası
Yıl 1940: Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel. 17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluşu.
Yıl 1941: köylerde çalışacak sağlık memuru ve ebelerin bu okullarda yetiştirilmelerine karar verilmesi…
Yıl 1935: 16 milyon nüfusumuzun 12 milyonu köylerde yaşıyor.
İlkel bir şekilde tarımla uğraşıyor.
Köy ve toprak ağaların emrinde, onlara bağımlı şekilde yaşamlarını sürdürüyorlar.
40 bin köyün 35 000 inde okul ve öğretmen yok.
1 700 000 çocuktan sadece 300 000 i okula gidebiliyordu. Bunlardan sadece binde biri bir üst kademedeki okullara devam edebiliyor..
Yüzde olarak, erkeklerin % 76.7 si, kadınların % 91.8 zi okur yazar değildi.
Öğretmenlerin %78 zi kentlerde. % 22 si de okulu olan 4-5 bin köyde. çalışmakta.
(%80 nüfusa öğretmenlerin %22, %20’lik 4 milyon nüfusa, öğretmenlerin %80’i…)
Şehirlere alışkın olan öğretmenler, uyum sağlayamama nedeniyle köylere gitmiyor.
Çünkü mevcut öğretmenlerin tamamı şehir kökenli.                                                                          İlkel de olsa, üretim araçları ağaların elinde..                                                                        Köye, çiftliğe, mezraya doktor , hemşire, ebe gitmez...
Hastalar, üfürükçülerin, nuskacıların, ermişler gözü ile bakılan kişilerin eline bırakılmış...
Ülkenin bu durumu, Atatürk ilke ve inkilaplarına, Cumhuriyetin halkçılık felsefesine aykırıydı. Yurtseverler vardı o zaman işbaşında…sorunlara, bireysel çıkarsız çare arayan…             Zamanın MEB Saffet Arıkan ve İsmail Tonguç’un uğraş ve 3 yıllık denemeleri sonunda Köy Enstitüleri kuruldu                                                                                                                                  
*** Ne var ki; ta kuruluşunda belirgindi ilk kötü niyet.                                                                                   Uzun ömürlü parlayamayacaktı bu aydınlanmanın ışığı..                                                          Parlamentonın yapısı açıkça koyuyordu bunu ortaya.
426 milletvekili vardı parlamentoda. 178’i katılmadı o günkü oturuma.
Kalan 278’le (katılanların oybirliği) geçti kanun.  Bayar ve Menderes de dahildi oylamaya katılmayanlara…
Fazla uzun sürmedi zaten, oylamaya katılmayan 178’lerin istifaları ile DP’nin kuruluşu.
Kitaptı Köy Enstitüleri.. Işıktı. Bilinçti. Özgürlüktü. Hakça bölüşümdü. Emekti. Özgüvendi.
Kalkınmanın özüydü… Hedefi çağdaç uygarlığa ulaşmaktı, çalışmakla… üretmekle
Rehberi bilimdi…Fendi. Yaparak ve üreterek öğrenmekti… öğretmekti. 
Kitap, mermi gibidir demişti İsmet İnönü. Kitabın gücünü ortaya koyan bir ifadesiydi bu…
İşte bu güçten korkan yarasalar yıktı Köy Enstitülerini, ellerine geçirdikleri ilk fırsatta!..
“Biz ulusal varlığın temeliyiz köküyüz;
Biz yurdun öz sahibi efendisi köylüyüz’”den korktular…
“Milletin her kazancı, milletin kesesine”den korktular.
Yetişen gençler, babalarına benzemiyordu. Ağalık ve aşiret düzenine karşı baş kaldırıyorlardı. Şeyh ve şıhların eteklerini öpmüyorlar, ağaların önünde baş eğmiyorlardı. Bilime önem veriyorlar, ağalık sistemini ve köylünün fakirliğini sorguluyorlardı. Hak hukuk aramaya başlıyorlardı. Atatürk İlke ve devrimlerini, düşüncelerini en üst seviyede tutmaya başlıyorlardı. Bu gençlerin çoğalması, Birçok insanın menfaatlarına dokunacağı kaçınılmazdı.
*Büyük toprak ağası, Eskişehir Milletvekili Abidin Fotuoğlu, bir konuşmasında, henüz mezun dahi vermeyen Köy Enstitüler için 1943 de, “Bunlar yetiştiklerinde bizim kafamızı keserler” demişti. Yetiştiler ama kafa da kesmediler.*                                                                           Köy Enstitüleri;17 Nisan 1940’ta “iyi niyetlerle” kuruldu, 1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti, tarafından 27 Ocak 1954 de  (tamamen ve fiilen) “kötü niyetle” yıkıldı. Bu darbe; Türk Milli Eğitiminin aldığı ilk büyük darbedir. İkinci büyük darbeyi de 4+4+4 ihanet yasası ile almıştır.
Köy Enstitülerinde toplam olarak 17342 öğretmen yetişmiştir. Bunların 1398 i bayan 15943 ü erkektir. Yine bu okullarda 7300 sağlık memuru, 8756 eğitmen yetişmiştir. Bu gün aramızda ancak kelaynak nüfusuyla kıyaslanabilecek kadar kalmış olan o aydınlanma neferlerinin ellerinden öpüyoruz.
 Ne mi olurdu Köy Enstitüleri kapatılmasaydı!?...                                                                       Köyden kente göçler olmazdı… Yoksulluk ve yolsuzluk olmazdı….Okumayan çocuk kalmazdı… Doğu batı ayrımı kalmazdı Anadoluda… Ayrılıkçı aymazlar türemezdi…Çorak toprak kalmazdı… Kadın cinayetleri olmazdı… Çocuk gelinler olmazdı… Saman ithal etme soytarılığını yaşamazdı bu ülke… Ordusu üzerinde operasyon yapma cesaretini bulamazdı hiç kimse… Askerinin başına çuval geçirilme rezaleti yaşanmazdı… Ayakkabı kutularıyla “yeşiller geldi” haberleri ulaştırılmazdı arsızlara… Ne idüğü belirsizler, hırsızlıklarına rağmen, kişilik haklarının zedelendiği iddiası ile davalar açamazlardı… %50’şerlik iki dilim olmazdı bu ülke!.. Seçim şaibeleri ile çalkalanmazdı ülke, her seçim sonrası…
Ağızlar bu denli kirlenmezdi… Arlanma, utanma olurdu siyasetin özünde. Hesap verebilirlik erdem sayılıtdı siyasette!... Olmayan demokrasi, “ileri” adıyla yutturulmaya kalkılmazdı… Hukuk olurdu hukuk!.. Hırsıza hakim seçme hakkı tanınıp da terazisi kabaktan, dirhemi b.ktan olmazdı hukukun.
Ne peşkeş olurdu… ne de özelleştirme adı altında yaşanan kepazelikler…”Milletin her kazancı, milletin kesesine” tam buydu işte!... Heykeller ucube olmazdı, öfke hitabette sanat diye yutturulmazdı… Sokaklara salmak için dolu dolu %50 “dindar-kindar” ehli erzak torbalarıyla beslenmezdi…
“Çalıyo-çalışıyo” zihniyetinin hakimiyeti, ülke üzerine bir kabus gibi çökemezdi…Bir hediyeyi beyan etmediği için “gavur ellerinde” istifa eden erk sahiplerini bizlerde ülkemizde görür olurduk; şayet Köy Enstitüleri kapatılmasaydı!...
Kısaca, onur-şeref-dürüstlük adına; her ne var etmekteyse demokrasinin gereklerini, eksiksiz tamam olurdu erdem. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış mutsuzlukları aşmış, sevgi ve saygının hakimiyetinde gerçek demokrasinin özlemini çekmeyen, kula kulluğu yenmiş bir ülke olurduk!..
Adam olurduk!...

Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci – DENİZLİ
mehmethalilarik@gmail.com