8 Aralık 2016 Perşembe

Türk Millî Eğitimini, Gayrı millî yapan Anlaşma " FULBRİGHT ANLAŞMASI”



                 
  Osmanlı devletini çökerten anlaşmalardan Balta Limanı Anlaşmasının bin beteri olan 1995 Gümrük Birliği Anlaşmasının, Türkiye Cumhuriyeti’ni ekonomik kıskaca aldığını, Türkiye’yi açık pazar yaptığını, üretime dayalı ekonomik yapıyı tümüyle ortadan kaldırarak, yerine tüketime dayalı bir yapı oluşturduğunu biliyoruz.

Türk Milli Eğitim sistemini altüst eden, Türkiye’yi parçalayacak alt yapıyı oluşturan ve Atatürk’ün Türk Milliyetçiliği fikir sistemini yok etmeyi planlayan bir anlaşma da ABD ile 27 Aralık 1949 tarihinde imzalanan "Fulbright” Anlaşmasıdır.

ABD Fulbright bürosu, Fulbright komisyonu, Fulbright bursu, Fulbright kredisi, …vb. çok sayıda ad altında, yalnız Türkiye’de değil, hemen bütün ekonomik, siyasal işgali altındaki ülkelerde çalışmalarını sürdürmektedir.

27 Aralık 1949 tarihli;
"Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması hakkındaki Anlaşma”nın en önemli özelliği; Türkiye’de kazanılacak Amerikan yanlısı kadroların eğitilme biçiminin saptanması ve bu iş için gerekli giderleri karşılama yöntemlerinin belirlenmesidir. Belirlemeler aynı zamanda, Amerika’nın Türkiye’ye göndereceği uzman, araştırmacı, öğretim üyesi adı altındaki personel için de yapılmaktadır. ABD’ye, Türkiye’de "yardım” edip "işbirliği” yapacak, geleceğin "Türk” yöneticilerini yetiştirmek üzere, Amerika’ya götürülecek Türk öğrenci, öğretim üyesi ve kamu görevlilerinin konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir.

Sözü edilen Anlaşmanın birinci maddesi şöyleydi:

" Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası T.C Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınacaktır.
Kurulacak komisyonun yetki, işleyiş ve oluşumu ile ilgili olarak 1.1 ve 2.1 alt maddelerinde ise şunlar vardır;

"Türkiye’deki okul ve yükseköğrenim kurumlarında ABD vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi eğitim faaliyetleri ile Birleşik Devletlerdeki okul ve yükseköğrenim kuruluşlarında Türkiye vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi faaliyetlerini; yolculuk, tahsil ücreti, geçim masrafları ve öğretimle ilgili diğer harcamaların karşılanması da dâhil olmak üzere finanse etmek…

Anlaşmanın 5. maddesi, Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim komisyonunun kuruluşunu belirlemektedir. (Burası çok önemli)

"Komisyon; dördü T.C vatandaşı, Dördü de ABD vatandaşı (ki ikisi mutlak C.I.A ajanı olmuştur)olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi, komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir.

Bu anlaşmayla, Milli Eğitim Bakanlığı’nda bugün çalışmalarını "etkin” bir biçimde sürdüren, personel politikalarından ders programlarına, pek çok konuda stratejik kararlar önerebilen, "Milli Eğitimi Geliştirme” adlı bir komisyon vardır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalıydı.

Amerikalıların Türk Milli Eğitimine 1949’dan beri süregelen ilgileri günümüze dek hiç eksilmedi.

Bu durum, 2007'de de böyledir ve FULBRİGHT COMMİSSİON adı altında Türk Milli Eğitimini biçimlendiren kurulun başında 2007'de Amerikan Büyükelçisi oturmaktadır. (bu gün de o kadar taviz verdiğimize göre bu şartlar muhtemelen aynı şekilde, belki de daha da ağır şekilde devam etmektedir. Bundan daha ağır ne olacaksa?)

Yalnızca Milli Eğitim’in değil, diğer pek çok bakanlıkların 1949'dan başlayarak Amerikalı uzmanlar güdümlendiğine ilişkin acı gerçek, Türkiye’yi Amerikan yarı- sömürgesi durumuna düşürerek Türk Milleti’nin alnına bu lekeyi süren ve bu anlaşmada imzası olan İsmet İnönü tarafından, yıllar sonra, 1963'de "timsah gözyaşlarıyla” şöyle itiraf etmişti.

"Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlemesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar.

Yapabilirler mi bunu?

Hepsini çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum.
...
Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayın ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez…”

Türkiye’nin Şubat 1948'de 705 bin dolar olan döviz varlığını, Mayıs 1950'de eksi 12 milyon dolara; 1946'da 214 ton olan altın varlığını 1949 sonunda 123 tona indiren, ülkenin dağarcığında yeterince altın ve döviz bulunmasına karşın Amerika’dan borç alarak ülkeyi Amerikan güdümüne sokan İsmet İnönü’nün bu yüz kızartıcı açıklamaları karşısında:

"Madem bunları biliyordunuz, öyleyse niçin Amerika ile antlaşmalar yaparken Türkiye’ye Amerikalı uzmanlar dolmasına neden olacak maddelere imza attınız?” . Demek gerekiyor.

İşin gerçeği bu tür Amerikan patentli anlaşmaya Amerikancı diye idam edilen Menderes yerine İnönü’nün imza atması oldukça gariptir.

Eğer bu yazıyı uzun demeden okuduysanız zannediyorum,
Neden "Tarih bize yanlış öğretilmiş” dediğimizi,
Neden Ülkemizde ABD yurttaşlarının, Bakan hatta Başbakan olabildiğini,
Neden bizlere gerçek Atatürk’ün anlatılmadığını; artık anlıyorsunuz demektir.

İşin garibi ise, 1949’dan bu yana gelen hiçbir hükümetin bu anlaşmayı yürürlükten kaldıralım dememesidir.

Türk Gencine gerçek Türk Tarihi’ni öğretmek boynumuzun borcu olmalıdır zira Türk Genç’inin cesaretinin de, ferasetinin de, idrakinin de, inancının da kaynağı gerçek Türk Tarihi’dir.

"Türk genci atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır."
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Selam ile…

Murat ÇALIK
Not: Bu yazıda Cengiz Özakıncı’nın "Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni- Osmanlı Tuzağı ”adlı kitabından ve Metin Aydoğan‘ın "Türkiye Üzerine Notlar” kitabından alıntılar yapılmıştır.



AKP'den laiklik dilenecek halimiz yok, yeniden kazanılacak bir laiklik var




AKP’nin ve o kafadakilerin meşru kabul ettiği tek hukuk İslam hukuku. Dolayısıyla laik değiller.
Bunu ben söylemiyorum. Kendileri her fırsatta vurguluyorlar.
Anayasa Mahkemesinin kararı var. 2008’de Anayasa Mahkemesi “AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğuna karar verdi. Ceza olarak da “Hazine yardımını” kesti!
Karar kesindir, geçerlidir, halen yürürlüktedir. AKP adlı islamofaşist parti, Türkiye’de laiklik karşıtı eylemlerin odağı, laikliğin düşmanı bir partidir. Bu yalnızca siyasi bir tespit değil, Anayasa Mahkemesi kararıdır.
Sadece bu değil. AKP, bu özelliğini hiç gizlemedi. Bu partinin milletvekili olan TBMM Başkanı İsmail Kahraman, anayasada laiklik ilkesinin olmaması gerektiğini savundu.
Şimdi de eylemlerine devam ediyorlar: Evlilik yaşını islam hukukunun öngördüğü biçimde düzenlemek istiyorlar. Dinsel nikahı, resmi nikahın yerine geçirmek istiyorlar. Ülkemizi en köktenci, en radikal biçimde islamize etmeye çalışıyorlar. Tarikatları, cemaatleri toplumsal yaşamın her alanında hakim kılmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Bu partinin kurucularından 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 1980 yılında kendisi 30 yaşındayken, 15 yaşında bir çocukla evlendi… Öyle ya, Türk Ceza Yasası 18 yaşını doldurmamış herkesi çocuk kabul eder. Hayrünnisa Özyurt, 30 yaşındaki Abdullah Gül’le evlendiğinde henüz 15 yaşında bir çocuktu.
AKP’den, AKP zihniyetinden, hukuk deyince akıllarına yalnızca islam fıkhı ve hukuku gelen anlayıştan, laikliği ve laik düşünceyi düşman belleyenlerden çocuk yaştaki evlilikleri durdurmalarını” bekleyemeyiz.
Son bir hafta içinde yaşananlara bakın… Yasa dışı, hukuk dışı, laiklik dışı, insanlık dışı bir öğrenci yurdunda, bir tarikat yurdunda 12 kişi cayır cayır yandı… Cin hastanesi adı altında bir şarlatanlık merkezi çıktı ortaya… Hemen ardından çeşitli kentlerden hacamat tedavisi, sülük tedavisi, cin çıkarma adı altında bir takım umut pazarlama merkezlerinin açıldığı haberleri geldi... Diyanet’in kuracağı afet ve acil müdahale merkezlerinde çadır, battaniye, ısıtıcının yanı sıra sarık, cübbe, tesbih ve ilmihal de olacağını öğrendik!  
İzmir’in hastanelerinde “Hastalık bir definedir. Hastalık bir sabun gibi günahlarınızı temizler” diyen broşürler dağıtılıyor. Tarikatların sağlık alanındaki vahşi talanını ve saldırısını örtmek, gizlemek için “propaganda” adı altında düpedüz baskı yapıyorlar…
Fal kahveleri pıtrak gibi çoğalıyor… Gazeteler, televizyonlar, internet, sosyal medya, kitaplar, dergiler fal, muska, büyü, cinler, dualar, parapsikoloji, ruhçuluk, medyumluk, telekinezi gibi safsataların mecrası haline getirildi…
Toplumsal bir cinnet bu, uçsuz bucaksız bir çıldırı hali!
Böyle bir ucubeliği yaratan, bu cinneti hazırlayan bir partiden, laiklik dilenilir mi, aydınlanma beklenir mi, bilimsel düşünce istenir mi?
Aklın sınırlarını zorlayan bu gelişmelerle ilgili kimi milletvekilleri “soru önergesi” verip bakanlara soruyorlar: Bu laikliğe aykırı değil mi, şu bilimselliğe aykırı değil mi…
Karşımızda laikliğe düşman, bilimsel düşünceyle savaşan, kamusal insanı yok eden bir zihniyet var zaten. Böyle bir zihniyetten laiklik, bilimsellik, kamusallık talep edilebilir mi?
İnsan aklının aydınlığını söndürmek isteyen AKP’den akılcılık beklenebilir mi?
“Ben çobanım siz sürü” diyen bir anlayıştan yurttaşlık, cumhuriyet, erdem istenebilir mi?
Anadolu’da “Ananı belleyen kadı, kimi kime şikayet edeceksin” diye bir laf vardır… Tarihsel olarak laikliğe, ilericiliğe, aydınlanmacılığa düşman kadrolardan laiklik, ilericilik, aydınlanmacılık beklemek de ne ola ki!
Ve bu karanlık dönemi, emperyalizmden ayırmak olası ve olanaklı değil.
Karanlık dönemde, insan aklının aydınlığı söndürülmek istenir. Yapan, eyleyen, düşünen, yaratan, değiştiren, dönüştüren insan yok edilmek istenir.
Mistifiye edilmiş, itaat eden, boyun eğen, sorgulamayan, itiraz etmeyen, şükreden, boyun eğen insan modeli üretilir ve yüceltilir.
İşte bu nedenle…
Emperyalizm ile dinsellik iç içedir. Dinsellik, emperyalizmin kolaylıkla yöneteceği insanı yaratır; emperyalizm de yeniden ve yeniden dinselliği yaratır. Bu sarmal döngü, birbirinden beslenerek böylece sürüp gider.
Emperyalizm, insanı sürekli güçsüzleştirmek zorunda olduğu için dinseldir. Emperyalizm, insanı sürekli edilgenleştirmek istediği için dinseldir. Emperyalizm, insanın yaratıcı ve eyleyici potansiyelini yok etmek istediği için dinseldir.
Özgüvenin, sorumluluğun, eylemselliğin, iradenin, özgür aklın olmadığı bir düzen, kaçınılmaz olarak dinseldir.
Çünkü emperyalizm, dinselliği, genişletilmiş ve derinleştirilmiş bir biçimde sürekli ve yeniden üretmektedir.
İşte “Emperyalizm özsel olarak dinseldir” derken, kastettiğimiz budur.
Emperyalizmin olduğu yerde tarikatlar, tarikatların olduğu yerde acı, vahşet, kan ve gözyaşı vardır.
"Ya tarikat düzeni ya sosyalizm" diyoruz ya hani... Tam da şunu diyoruz aslında: Ya Küba'daki gibi bebek ölümlerini sıfırlarsın ya da Türkiye'deki gibi "Ölen bebeğiniz sizi cennete götürecek" diye hastanelerde broşür dağıtırsın! 
Dolayısıyla AKP’den dileneceğimiz, AKP’den bekleyeceğimiz, AKP’den isteyeceğimiz bir laiklik yok. AKP’yle ve AKP’nin temsil ettiği gerici değerlerle savaşarak, mücadele ederek kazanacağımız bir laiklik var.
08/12/2016 Perşembe Ahmet Çınar
twitter.com/_ahmetcinar_