2 Ocak 2015 Cuma

(Belgelerle) ABD’NİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ



1945-1950 arasında temelleri atılan ve daha sonraki dönemlerde etkisi ve uygulama alanı genişleyerek sürdürülen ABD’ye bağımlılık, resmi politikaya o denli yerleşmiştir ki; ihtilaller, darbeler dahil hiçbir yönetim değişikliği bu politikayı değiştirememiştir. ABD için Ortadoğu, “siyasi, askeri ve ekonomik çıkarların birleştiği kavşaktır ve yaşamsal önemdedir”. Bu nedenle Amerikalılar, Türkiye’yi “hiçbir koşulda bırakılmayacak” bir ülke olarak görür. Yüzyıl başında askeri güçle elegeçirilmek istenen Türkiye, bugün siyasi ve ekonomik ilişkilerle elegeçirilmiş, emperyalizm içsel bir olgu durumuna gelerek ülke içine yerleşmiştir.

“Göz Kamaştıran Ülke”; ABD

ABD, İkinci Dünya Savaşından Batı Dünyasının önderi olarak çıktı. Savaşın gerçek galibi, ‘gelişmenin, barışın ve demokrasinin’ simgesi olarak ‘göz kamaştırıcı’ bir varsıllık içindeydi. Onunla iyi ilişkiler kurmak, dost olmak ve yardımına ‘hak kazanmak’, ‘hür dünyaya’ katılarak, ‘özgür ve uygar’ olmanın, kaçırılmaması gereken fırsatıydı. Dünyanın büyük bölümü böyle düşünüyordu. ABD ve Amerikan yaşam tarzı, tüm dünyayı saran bir modaydı.
Oysa bu ‘moda’nın arkasındaki gerçek, yoksul ve güçsüze yaşam şansı vermeyen genel, yaygın, örgütlü ve güce dayanan yeni bir dünya düzeniydi. Bu düzenin ekonomik ve politik amaçları içinde; azgelişmiş ülkelerin kendi geleceklerini belirleme, ulus çıkarlarına sahip çıkma ya da bağımsızlığını koruma gibi kavramlara yer yoktu. Yeni düzen bunları yok etmek üzere geliştirilmişti.
Türkiye, Yeni Dünya Düzeni’ne katılmada dünyadaki bütün azgelişmiş ülkeler içinde en özenili (hevesli) ülke olmuştur. Daha 20 yıl önce, emperyalizme karşı dünyadaki ilk başkaldırı devinimini başarmış olan bir ülkenin, bu durumu, gerçek anlamda bir üzünçlü (dramatik) durumdur. Kemalist kalıtın (mirasın) yadsınmasıdır.

Karşılama ve Söylenenler

Amerikan donanmasının Missouri Zırhlısı, 5 Nisan 1946 günü İstanbul’a geliyor ve büyük törenlerle karşılanıyordu. O günlerde TBMM’de inanılması güç konuşmalar yapılıyor, Atatürk’ün tüm yaşamını adayarak sağladığı tam bağımsızlık, ulusal onur gibi kavramlar adeta yok sayılıyordu. Başbakan Şükrü Saraçoğlu, o günlerde, Amerika’ya 4.5 milyon dolarlık borcun ödenmesi üzerine yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Hepimiz inanıyoruz ki, biz bu parayı vermekle borcumuzun yalnız maddi kısmını ödüyoruz. Amerika’ya, bir de manevi borcumuz vardır ki; onu da, hürriyet, adalet, istiklâl ve insanlık davalarında Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunmak suretiyle ödemeye çalışacağız.”1
Aynı günlerde, CHP İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver ve CHP Bursa Milletvekili Muhittin Baha Pars ise Meclis’te şunları söylüyorlardı: H.Suphi Tanrıöver; “Dünyaya ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var. Işık Amerika’dan geliyor. Ümit nereden geliyor, Amerikadan geliyor.”2 M.Baha Pars: “Bugün bu büyük milletin, Amerika’nın insanlığa yaptığı yardımı hatırlayıp teşekkür ederken, peygamber gibi temiz ve kusursuz Roosvelt’i ve onun halefi olan, kıymetli devlet ve millet adamı Truman’ı hürmetle selamlarım.”3

Batıcılık Tutkusu

Pek çok kimse, Türkiye’nin Batıya bağlanmasına; Sovyetler Birliği’nin II.Dünya Savaşı sonrasında süresi biten 1925 Türk-Sovyet anlaşmasını yenilememesi ve Türkiye’den kabul edilemez toprak isteğinde bulunmasının neden olduğuna inanır.
Bunun etkisi olduğu açıktır. Ancak, gerçek ve belirleyici neden bu değildir. O günlerde Türkiye’yi yönetenler yetkilerini, ulusal tam bağımsızlık olan Kemalizmden yana değil, Batıya bağlanmaktan yana kullanmıştır. Bu durum, onların bilinç düzeyi ve bu düzeyin oluşturduğu dünya görüşünün doğal sonucuydu.
1939 Üçlü Bağlaşma Anlaşmasıyla başlayan Batıya bağlanma süreci, savaşın bitmesi ile olağanüstü hız kazandı. Türkiye, toplumsal düzeyi, siyasi alt yapısı yeterli düzeyde olmamasına karşın, ABD’nin dayatması ile önce çok particiliği kabul etti ve 24 Ekim 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler’e girdi.
BM’den sonra kurulan hemen tüm uluslararası örgütlere; inceleme yapmadan, araştırmadan ve bilgi sahibi olmadan üye oldu. 14 Şubat 1947’de Dünya Bankası, 11 Mart 1947 de IMF, 22 Nisan 1947’de Truman Doktrini, 4 Temmuz 1948’de Marshall Planı, 18 Şubat 1952’de NATO, ve 14 Aralık 1960’da OECD’ye katıldı.
Bunlardan başka sayısını ve niteliğini bile tam olarak bilinmeyen, çok sayıda ikili anlaşmaya imza attı. Gümrük Birliği Protokolü’yle kapılarını AB’ne açtı. Türkiye’nin katıldığı tüm uluslararası anlaşmaların ortak özelliği, Batıya bağımlılığın arttırılması ve hükümranlık haklarının törpülenmesidir. Törpülenmenin ulaştığı düzey bugün, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemini aratacak düzeydedir.

İkili Anlaşmalar

ABD ile yapılan ilk ikili anlaşma, daha savaş bitmeden yapılan ve 23 Şubat 1945 tarihinde imzalanan anlaşmadır. Borç verme ve kiralamalarla ilgili olan bu anlaşma, TBMM de 4780 sayıyla yasalaşmıştır. Anlaşmanın temel özelliği; adının Karşılıklı Yardım Anlaşması olmasına karşın, ABD isteklerinin Türkiye tarafından kabul edilmesi ve Türkiye’yi ağır yükümlülükler altına sokmasıdır.
Anlaşmada, koruyucu hükümler olarak yer alan başlamlarla (maddelerle), Türkiye’nin değil, hiçbir yükümlülük altına girmeyen ABD’nin hakları koruma altına alınmaktadır. Anlaşmanın 2.başlamı şöyledir: “T.C. Hükümeti, sağlamakla görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ne temin edecektir.”4 Böyle bir başlamın bağımsız iki ülke arasında yapılan bir anlaşmada yer alması elbette olanaklı değildir. T.C.Hükümeti, ABD’ne hizmet sunmakla görevli olacak ve bu görevin sınırı da belli olmayacaktı.

Borçlanma Anlaşması

İkinci anlaşma, 27 Şubat 1946 tarih ve 4882 sayılı yasayla kabul edilen bir kredi anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın özü dünyanın değişik yerlerinde ABD’nin elinde kalan ve ülkesine geri götürmesinin gideri yüksek olan, eskimiş savaş artığı gereci (malzemeyi) satın alması koşuluyla Türkiye’ye 10 milyon dolar borç verilmesidir. Bu anlaşma, Türkiye’yi her yönden bağımlı kılacak anlaşmalar dizisinin öncülerindendir ve ağır koşullar içermektedir. Anlaşmanın I.bölümü şöyledir:
“T.C. Hükümeti, ABD Dış Tasfiye Komisyonu’nun Türkiye dışında satışa çıkardığı, kullanım fazlası malzeme ve donatımlardan, ihtiyaçlarına denk düşenleri satın almak istediğinde, bu alımın 10 milyon dolarlık bölümü için, iki hükümet aşağıdaki maddeleri kabul etmişlerdir;
I. ABD, Türk Hükümetine bu alımlar için 10 milyon dolar kredi verecektir.
II. Türkiye Hükümeti kullanılan kredinin tamamını, on eşit taksitte, yıllık 2,3/8 oranı üzerinden hesap edilen faizle ve dolar olarak ödemeyi kabul eder.
III. Birleşik Devletler, faiz dahil olmak üzere bu taksidin resmi rayiç üzerinden Türk Lirası olarak ödenmesini de isteyebilecektir. Türk Lirası ödemeler, T.C.Merkez Bankası’nda özel bir hesaba yatırılacak ve Birleşik Devletlerin arzusuna göre;
-Kültürel, Eğitimsel ve İnsani amaçlara,
-Birleşik Devletler tarafından Türkiye’de kullanılan memurların harcamalarına tahsis edilecektir.”5
ABD bu anlaşmayla çok yönlü kazançlar elde etmektedir. Elindeki savaş artığı gereci satmakta, Türkiye’yi bu gereçlere ait yedek parça bağımlısı yapmakta ve Türkiye’de etkinlik gösterecek Amerikalı görevlilerin giderlerini karşılamaktadır. Bu işler için hiçbir harcama yapmamaktadır. Kültürel, insani ve eğitimsel etkinliğin ne anlama geldiği bugün daha iyi bilinmektedir. Kimlere ya da hangi örgütlere ne miktarda ve ne amaçla yapıldığını yalnızca Amerikalıların bildiği yardımlarla, ABD Türkiye’deki gücünü hızla arttırmış, toplumun her kesiminden kendisine bağlı insan yetiştirmiştir.

Savaş Artığı Malzeme

Anlaşmanın ikinci bölümünde de Türkiye için kabul edilemez nitelikte hükümler vardır. İkinci bölümün birinci başlamı şöyledir; “ABD Dış Tasfiye komisyonu, Türk Hükümetine satacağı malzemelerin fiyatlarının envanterini ve listelerini verecektir. Satış fiyatı ilgili mümessiller tarafından görüşülecektir. Türk Hükümeti tarafından malzemenin bulunduğu yerden ve bulunduğu gibi alınacaktır. Alınan malzemenin mülkiyeti Türkiye’ye geçmeyecek, ABD hükümeti alınan malzeme için herhangi bir teminat vermeyecektir.”6
Anlaşmaya göre Türkiye, satın almak istediği gereci yerinde nasılsa, kırık, bozuk, işlemez ya da onarımı gerekse de alacak, ABD bozukluklar için herhangi bir yükümlülüğe girmeyecektir. Ayrıca satın alınan gerecin iyelik (mülkiyet) hakkı Amerikalılarda kalacaktır. Çünkü, 23 Şubat 1945 tarihli ilk anlaşmanın 5.başlamına göre, Türkiye ABD Başkanı gerek görürse, bu malzemeleri, parası ödenmiş bile olsa geri vermeyi kabul etmiştir.
Bu anlaşmanın, bağımsız ülkeler arası ilişkilerde değil, sıradan ticari ilişkilerde bile yeri olamayacağı açıktır. Anlaşmanın imzalandığı 1947 yılında Atatürk’ün “en yakın çalışma arkadaşı” İsmet İnönü Cumhurbaşkanıdır. O günlerde devlet hazinesinde 245 milyon dolarlık altın ve döviz stoğu vardır. Kurtuluş savaşının kazanılmasının ardından 25, Atatürk’ün ölümünden ise yalnızca 9 yıl geçmiştir.

Anlaşmalar Seti

Türkiye 1950’ye dek, ABD ile; 7 Mayıs 1946 tarihli Borçların Tasfiyesi ile İlgili Anlaşma, 6 Aralık 1946 tarihli Kahire Anlaşmasına Ek Anlaşma, 12 Temmuz 1947 tarihli Askeri Yardım Anlaşması ve 27 Aralık 1949 tarihli Eğitim İle İlgili Anlaşmalar imzalamıştır. Bu anlaşmalar, Türkiye’nin bağımsızlığını büyük oranda ortadan kaldırarak ABD’ni içsel bir olgu durumuna getiren elli yıllık sürecin temelini oluşturur. Diğer tüm anlaşmalar, bu temel üzerinde çeşitlendirilmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Bunlardan Askeri Yardım ve Eğitim İle İlgili olanlarının koşulları özellikle dikkat çekicidir.

Satın Aldığı Malı Kullanamama

Askeri Yardım Anlaşması, 1952’de yapılacak NATO ile ilgili ikili ve çok yanlı anlaşmaların ön hazırlığı niteliğindedir. Belirgin özelliği, önceki anlaşmalarda olduğu gibi, ABD’nin belirleyici olmasıdır. Bu anlaşmanın 2.başlamı şöyledir: Türkiye Hükümeti yapılacak yardımı, tahsis edilmiş bulunduğu amaç doğrultusunda kullanabilecektir. Birleşik Devletler Başkanı tarafından atanan... Misyon şefi ve temsilcilerinin görevlerini serbestçe yapabilmesi için, Türkiye Hükümeti her türlü tedbiri alacak, yardımın kullanılışı ve ilerleyişi hakkında istenecek olan her türlü bilgi ve gözlemi, her türlü kolaylık ve yardımı sağlayacaktır.”7
Bu anlaşmanın olumsuz sonucunun ne anlama geldiğini Türkiye 17 yıl sonra karşısına çıkan somut ve acı bir gerçekle öğrenecektir. 1964 Kıbrıs bunalımında, Kıbrıslı Türkleri korumak için son umar (çare) olarak yapılması düşünülen askeri eylem, ABD tarafından bu anlaşmanın 2.ve 4.başlamı gerekçe gösterilerek önlenmiştir.
ABD Başkanı Johnson, o zaman başbakan olan İsmet İnönü’ye ünlü mektubunu göndermiş ve bu mektupta şunları yazmıştı: Bay Başkan, askeri yardım alanında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında yürürlükte olan iki taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda var olan, askeri yardımın veriliş hedeflerinden başka amaçlarla kullanılması için, Hükümetinizin Birleşik Devletlerin iznini alması gerekmektedir. Hükümetiniz bu koşulu tamamen anlamış olduğunu, çeşitli kereler, Birleşik Devletler’e bildirmiştir. Var olan koşullar altında, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından verilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına, Amerika Birleşik Devletleri’nin izin vermeyeceğini, size bütün samimiyetimle ifade etmek isterim.”8
Sömürgecilik döneminin biçemiyle (üslubuyla) yazılan mektup, içerik olarak da çok ağırdır ancak ne ilginçtir ki İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde imzalanan bir anlaşmaya dayanmaktadır. Johnson Mektubu’nun, ulusal bağımsızlığın 1964’de geldiği noktayı gösteren somut bir belge olması açısından tarihsel bir önemi vardır. Mektubun doğrudan tarafı olan İsmet İnönü, imzalattığı anlaşmanın ne anlama geldiğini bilmiyor olacak ki, söylemde sert tepki gösterecek ve “Yeni bir dünya kurulur Türkiye oradaki yerini alır” diyecektir.
Aynı İnönü, Bu mektubun yazılmasına yasal zemin oluşturan 12 Temmuz 1947 tarihli ikili anlaşmanın imzalandığı gün, Cumhurbaşkanı olarak yayınladığı iletide (mesajda) ise şunları söylemişti; “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin, memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlamaktadır... Bu yardımı yapan Birleşik Amerika’nın, dünya barışının devamı ve güçlendirilmesi uğruna kendisine düşen büyük rolü tamamıyle benimsediğini gösteren parlak ümitlerle dolu bir işarettir.”9

Eğitim Anlaşması

27 Aralık 1949’da imzalanan Eğitim İle İlgili Anlaşma; Türk milli eğitimine yön vermede, ABD’nin önce ortak edilmesi daha sonra belirleyici olmasını sağlayacak koşulları yaratan bir anlaşmadır. Anlaşmanın sonuçları en ağır biçimiyle bugün yaşanmaktadır. Türk milli eğitimi, bugün her yönden milli olmaktan uzaktır ve bir yetersizlik içindedir. Ulusal eğitimin çözüm bekleyen sorunları özel kişi ve kümelere bırakılmış paralı eğitim yaygınlaştırılmıştır.
27 Aralık 1949 tarihli Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın en önemli özelliği, Türkiye’de kazanılacak Amerikan yanlısı kişilerin eğitilme biçiminin saptanması ve giderinin karşılama yönteminin belirlenmesidir. Belirlemeler aynı zamanda, Amerika’nın Türkiye’ye göndereceği ‘uzman’, ‘araştırmacı’, ‘öğretim üyesi’ adı altındaki görevliler için de yapılmaktadır. Türkiye’de ABD’ye yardım edecek, işbirliği yapacak, geleceğin yöneticilerini yetiştirmek üzere Amerika’ya götürülecek olan Türk öğrenci’, ‘öğretim üyesi’ ve ‘kamu görevlilerinin’ konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir.
Bu anlaşmayla başlayan süreç, ABD açısından o denli başarılı olmuştur ki, bugün Türkiye’de Amerikan eğitimi almamış üst düzey yönetici kalmamış gibidir. Sözü edilen Anlaşmanın birinci başlamı şöyledir: “Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası T.C.Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınacaktır.”
Kurulacak komisyonun yetki, işleyiş ve oluşumu ile ilgili olarak 1.1 ve 2.1 alt başlamlarında şunlar vardır; “Türkiye’deki okul ve yüksek öğrenim kurumlarında ABD vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi eğitim faaliyetleri ile Birleşik Devletler’deki okul ve yüksek öğrenim kuruluşlarında Türkiye vatandaşlarının yapacağı eğitim araştırma, öğretim gibi faaliyetlerini; yolculuk, tahsil ücreti, geçim masrafları ve öğretimle ilgili diğer harcamaların karşılanması da dahil olmak üzere finanse etmek... Komisyon harcamalarını yapacak veznedar veya bu işi yapacak şahsın ataması ABD Dışişleri tarafından uygun görülecek ve ayrılan paralar, ABD Dışleri Bakanı tarafından tesbit edilecek bir depoziter veya depoziterler nezdinde bankaya yatırılacaktır.”
Kullanma yer ve miktarına ABD Dışişleri Bakanı’nın karar vereceği harcamaların nereden sağlanacağı ise, Anlaşma’nın giriş bölümünde belirtilmektedir; “T.C. Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında 27 Şubat 1946 tarihinde imzalanan Anlaşma’nın birinci bölümünde belirtilen” kaynakla.
Bu kaynak, ABD’in Türkiye’ye verdiği borcun faizlerinin yatırılacağı T.C.Merkez Bankası’na, Türk Hükümet’ince ödenen paralardan oluşan bir kaynaktır. T.C. Hükümeti bu anlaşmalarla, kendi parasıyla kendini bağımlı duruma getiren bir açmaza düşmektedir. ABD ile yapılan ikili anlaşmaların tümünde ortak olan bir özellik vardır; Bu anlaşmalar planlı bir bütünsellik taşır ve birbirleriyle tamamlayıcı bağlantılar içindedir. Burada görüldüğü gibi, Eğitimle İlgili Anlaşma’nın kaynağı, Borç Verme Anlaşması’nın bir başlamıyla karşılanır.
Anlaşma’nın 5.başlamı en dikkat çekici başlamlardan biridir. Bu başlam, yukarıda açıklanan işleri yapma yetkisinde olan ve Türkiye’nin bağımsızlığını dolaysız ilgilendiren kararlar alabilen bir komisyonun kurulmasını öngörmektedir. ‘Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu’ adını taşıyan kurulun oluşumu için şunlar yazılıdır: “Komisyon dördü T.C. Vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir.”10

“Uzmanlar” ve Yaptıkları

27 Aralık 1949 tarihli ikili anlaşmayla, Türkiye’ye ABD’nden gelen uzmanların niteliği ile ilgili olarak 1960 Milli Birlik Komitesi üyesi ve tabii senatör E.Albay Haydar Tunçkanat şu görüşleri ileri sürüyor: Amerikalılar Türkiye’ye genellikle Türk düşmanı konumundaki personelini gönderir. Bunlar Türkiye ve Türkler hakkında geniş bilgilerle donatılırlar. Bu kişiler şirket müdürü, uzman, danışman, ticaret yetkilisi, er, subay ve turist olarak ABD pasaportuyla gelip, ikili anlaşmaların sağladığı geniş imkanlara dayanarak, Türkiye’deki özel görevlerini büyük bir serbesti içinde, kimsenin müdahalesi olmadan yaparlar. Türkiye’yi karıştırmak, parçalamak için, yerli işbirlikçilerle birlikte yerel örgütler kurarlar, hükümetleri düşürdükleri bile söylenir... Türkiye’deki devrimci ve anti-amperyalist, Atatürkçü her hareket komünistlikle damgalanarak sol tehlike büyütülürken her türlü sağ ve gerici hareketlere milliyetçi nitelik verilip örtülerek, Türkiye için asıl büyük tehlike, sinsi bir biçimde yerli ve yabancı para ve ideolojilerle beslenip kuvvetlendirilir.”11

DİPNOTLAR

1         “CHP 1919–1999” Hikmet Bila, Doğan Kitapçılık, sf.118
2         a.g.e. sf.118
3         a.g.e. sf.118
4         “İkili Anlaşmaların İç Yüzü” Haydar Tunçkanat, Ekim Yay., sf.23
5         a.g.e. sf.26-27
6         a.g.e. sf.31
7         a.g.e. sf.190
8         a.g.e. sf.196-197
9         Siyasal Bilgiler Fak. Dış İlişkiler Enstitüsü Op. Cilt sf. 192 ak. Haydar Tunçkanat “İkili Anlaşmaların İç Yüzü” Ekim Yay., sf.196
10       “İkili Anlaşmaların İç Yüzü” H.Tunçkanat Ekim Yay., sf.44-45-48

11       “İkili Anlaşmaların İç Yüzü” Haydar Tunçkanat Ekim Yay., sf.56

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder