2 Ocak 2015 Cuma

AKP; ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kurdurulmuş bir proje partisidir



Cem Özer’in +1 TV’deki programına konuk olan Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, gündeme bomba gibi düşecek açıklamalarda bulundu.

Abdurrahim Karslı programda Cem Özer’in sorusu üzerine evinde geçen bir sohbetin detaylarına verdi. Karslı, evine gelen bir grup gazeteciyle yemek yedikten sonra partisinin Medya ve Tanıtımdan sorumlu olan ismi Şeyda Açıkkol’un “AK Parti ile ilgili düşünceniz nedir? Biz yeni bir parti kurduk, bu parti ile ilgili yaklaşımınız nasıl?” sorusunu misafirlere sorduğunu iletti.

Karslı’nın iddiasına göre, bu soruya konuklarından AKP’ye yakınlığıyla bilinen Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak çok çarpıcı bir cevap verdi. Karslı’nın iddiasına göre Abdurrahman Dilipak “AKP’nin bir proje partisi” olduğunu ve ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğiyle kurulduğunu söyledi. İddiaya göre; Dilipak ABD, İngiltere ve İsrail’in AKP’den talepleri olduğunu ve anlaşmanın şu maddeler üzerinde olduğunu da belirtti:

1. Biz sizi iktidara taşıyalım.

2. Sizi iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim

3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.

Abdurrahim Karslı, ABD, İngiltere ve İsrail’in isteklerini ise yine Abdurrahman Dilipak’ın şöyle anlattığını iddia etti:

1. İsrail'in güvenliğini arttıracaksınız önündeki engelleri kaldıracaksınız.

2. Büyük Ortadoğu projesi yani sınırların değişmesi.

3. İslam'ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız. 

Karslı, sosyal demokratların da bu işin içinde olduğunun söylendiğini iddia ederek, o konuşmada Dilipak’ın şu ifadeleri kullandığını ileri sürdü:

“Sosyal demokratlardan da bu projenin içinde olanlar vardı. O zaman CHP'nin başında olan Deniz Baykal, ona da Cumhurbaşkanlığını verecektik. Ama o sıra anlaşma gereği hiç çalışmadı, gitti sırt üstü yattı nasıl olduysa anlaştık diye. Proje bozuldu, Abdullah Bey'e teklif ettik.”

İŞTE  PROGRAMDAN O ANLAR VE ÇARPICI İDDİALARIN TAM METNİ:

“Cem Özer: Böyle kara kutuları var iktidarın. Onlardan biri, sizinde yukarda bahsettiğiniz evinize gelen o 5 konuktan biri. O sohbeti bir daha burada yineler misiniz? Sakınca yoksa ve sıkılmazsanız...

“AK PARTİ BİR PROJE PARTİSİDİR”

Abdurrahim Karslı: Yok yineleyeyim. Bir grup gazeteci arkadaş, bizim de kurucu arkadaşlarımız ile birlikte benim evimi ziyarete geldiler. Yemek yedik, sohbet ettik. Sohbet esnasında, bizim Medya Ve Tanıtımdan Sorumlu Genel Başkan Yardımcımız Şeyda Açıkkol, bir soru sordu. Dedi ki gazeteci ve hazırda olan arkadaşlara;

"1- Ak Parti ile ilgili düşünceniz nedir bu gelinen noktada?

2. Biz yeni bir parti kurduk Merkez Parti ile ilgili ne düşünüyorsunuz?" diye...

Orada muhtelif arkadaşlar vardı, demin yukarıda ismini söylediğim Ak Parti'ye çok hizmet eden, fikir babası, halen içinde olan, çok müdafaa eden gazeteci yazar, benimde eskiden beri tanıdığım, düşünce insanı olarak bildiğim Abdurrahman Dilipak da vardı. Hatta benden yaşça büyük olduğu için ben ona ağabey diye hitap ederim. O da orada vardı. Bu soruya mukabil işte insanlar fikrini söylerken o da fikrini söyledi. Dedi ki "Ak Parti bende bunu çokta yazdım” dedi, “saklamaya gerek yok her yerde de bu mevcut” dedi. “Ak Parti bir proje partisidir" dedi. “Ne projesi” dediler. "Bir tarihte, 90’lı yıllarının başından sonra küresel güçler, emperyalist güçler bunun içinde ABD İngiltere İsrail falan Türkiye'ye gidip gelmeye başladı. Bizlerle de görüşmeye başladı. ‘Niye gelip gidiyorlardı?’ dediler. Bundan sonra Türkiye'de siyasal İslamcılar ile birlikte çalışmak istiyoruz. Çünkü yükselen trend siyasal İslam. Çünkü, Erbakan hoca ve ekibi gittikçe yükselen trendde puan almaya başlamış. Biz sizinle çalışmak istiyoruz biz anlaşma yapalım” yani kendi anlattı.

Cem Özer: Neden Erbakan Hoca madem yükseliyor onunla anlaşma yapmıyorlar?

Abdurrahim Karslı: Erbakan hocaya teklif etmişler. Hatta bunu da söyledi. “O kabul etmedi” dedi. Yani nasıl bir anlaşma? Anlaşma şu:

1. Biz sizi iktidara taşıyalım.

2. Sizi iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim

3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.

Cem Özer: Yani o zaman kabul ediyor ameliyatı. Memleketi üzerinde kendine yana olursa ameliyatı kabul ediyor...

Abdurrahim Karslı: Tabi.

Cem Özer: Ben memleketin üzerinde ameliyat yaptırmam derken, o zaman yaptırıyor.

“ERBAKAN’A TEKLİF ETTİLER KABUL ETMEDİ”

Abdurrahim Karslı: Demiyor tabi. Yani Erbakan hoca bunları kabul etmiyor. Ama Erbakan hocanın ekibi şimdi Ak Parti'yi kuranlar bunu kabul ediyor. Bunun içinde de Tayyip Bey ve Abdullah Bey var. “Bende vardım” dedi o müzakere ekibinin içinde. Hatta insanlar orada garip garip bakınca orada huzurda olan Ali Bulaç Bey de vardı gazeteci yazar. “Ali Bey'in de haberi var o da biliyor bu ekibi.” dedi. Sonra biz bunları yapalım sizden de istediğimiz şu:

1. İsrail'in güvenliğini arttıracaksınız önündeki engelleri kaldıracaksınız.

2. Büyük Ortadoğu projesi yani sınırların değişmesi.

3. İslam'ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız. 

Hatta orada DSP'li bir Bakanımız vardı Aydın Tümen onunda ismini söyleyeyim kızmaz inşallah. Aydın Tümen dönüp bakınca ters ters dedi ki; “Kızmanıza gerek yok. Sosyal demokratlardan da bu projenin içinde olanlar vardı. O zaman CHP'nin başında olan Deniz Baykal, ona da  çünkü Cumhurbaşkanlığını verecektik” dedi. “Ama o sıra dedi anlaşma gereği hiç çalışmadı gitti sırt üstü yattı. ‘Nasıl olduysa anlaştık’ diye, proje bozuldu Abdullah Bey'e teklif ettik” dedi.

Cem Özer: Zaten Deniz Baykal, eğer evet demeseydi siyasi hayatımızda Recep Tayyip Erdoğan daha sonra olacaktı.

Abdurrahim Karslı: Tam olarak değil aslında. Daha değişiği, bu iktidar bir proje iktidarı olduğu için muhalefette bu proje gereği iktidarın destekçisi. Dediğiniz gibi meclise girmesi Tayyip Bey'in Deniz Bey sebeptir. Ama erken seçimi teklif eden de Devlet Bahçeli'dir.

Cem Özer: Yani bozalım iktidarı

BU PROJE TÜRKİYE’Yİ BÖLER

Abdurrahim Karslı: Bozalım ve yani o ekonomik bunalımdan siyasi bir bunalım çıkardılar. Ak Parti iktidarı gerçekten projedir.

Cem Özer: Tam da çözülmüştü ekonomi…

Abdurrahim Karslı: Tam da çözülmüştü ekonomi…

Cem Özer: Kemal Derviş geldi, falan filan…

Abdurrahim Karslı: Birde işler tersine döndü. Bunu millet yaşadı. Yani bunu Abdurrahman Bey bunu ısrarla söyledi. “Ya ben bunu kaç defa yazdım. Zaten Türkiye bunu yaşadı.” Beni de göstererek dedi ki "O zaman ben bu arkadaşa gittim geldim bir hafta anlattım böyle böyle çalışalım diye bu kabul etmedi. Reddetti beni.” Doğru. Bana göre öyle bir teklif Türkiye'nin bölünmesi, İslam’ın tahrip edilmesiydi. Sırf Türkiye'nin değil, Büyük Ortadoğu projesi bütün Ortadoğu’daki ülkelerin sınırlarının değiştirilmesi, ekonomik imkanların küresel güçlere bağlanması demektir.

Cem Özer: Peki şöyle bir şey yapmıştır iktidar tamam bunlar bizim oyunumuza gelsin bunlar önümüzü açsınlar sonra biz bunları dediğini yapmayıveririz biter gider...

Abdurrahim Karslı: Belki öyle düşünmüş olabilirler. Ben ne düşündüklerini bilmiyorum ama şunu söyledi Abdurrahman Bey, dedi ki "Bu projeyi diğerleri kabul etmedi, biz ve bu projenin içinde ‘evet’ diyen Abdullah Bey'le Tayyip Bey ‘evet’ dedi. Bu bir projedir. Merkez Partinin başarı şansını şimdilik görmüyorum. Çünkü proje henüz tamamlanmadı" dedi.

İSRAİL’İN ÖNÜNDEKİ ENGELLERİ AKP KALDIRDI

Cem Özer: Peki bir şey söyleyeceğim. Ama şimdi İsrail’in güvenliğini önünü açmak diyorsunuz. İsrail'e en çok kafa tutan ekip. Takır takır kafa tutuyor.

Abdurrahim Karslı: Kafa tutuyor dediğiniz zahiren hal böyle. Ama Numan Kurtulmuş'un da anlattığı bir şey var. Bende hukukçuyum sizde hukukçusunuz. Biz İsrail'e kafa tuttuk. Ama bütün uluslararası kurum ve kuruluşlarda engelleri önlerinden kaldırdık. Bugün kaldırdık. Bir sürü kuruluşlarda mesela ortak olamayacağı birçok kuruluşlarda biz veto hakkımızı kullanmadık geldi ortak oldu. İsrail’deki yasak olan silahların üretimi var mıdır yok mudur filan diye biz tekini istemedik Türkiye olarak. Ondan da öte biz fiilen de İsrail önündeki engelleri kaldırdık.

AKP’NİN SAYESİNDE İSRAİL ELİNİ KOLUNU SALLAYARAK GEZİYOR

Cem Özer: Nasıl kaldırdık

Abdurrahim Karslı: Hamas en büyük engeldi biz tahrik ettik ettik İsrail Hamas'ı dümdüz etti.

Cem Özer: Yani Hamas şimdi…

Abdurrahim Karslı: Efendim akıllı insan ne düşünür. Şimdi İsrail'e karşı iki tane kuvvet var. 1. Filistin Kurtuluş Örgütü 2. Hamas.

Filistin Kurtuluş Örgütü uluslararası camiada meşru organ kabul ediliyor. Bir de Hamas var. Bütün uluslararası camia da şunu terör olarak kabul ediyor. Biz bunu tahrik etmek yerine madem bizim sözümüzü dinliyor bizde kuvvetliyiz ağabeyiz, ne der insan siyaseten, siz kendinizi fes edin nasıl olsa uluslararası illegal bir örgüt olarak kabul ediyorsunuz, şu Filistin Kurtuluş Örgütünü iştirak edin. Zaten emn sonunda birleştiler. Dolayısıyla buna kuvvet verip bununla iştirak etse biz meşru bir organı müdafaa edecektik. Biz öyle yapmadık. Verdik gazı Hamas'a Gazze’ye gidiyoruz diye, gidebildik mi? 3 kişi öldürdüler diye binlerce kişiyi İsrail’e öldürttük. Bunu beraber yaşadık. Yani ağaç meyvesini verdi diyorum. Biz gidecektik oraya ambargoyu kaldıracaktık, Mavi Marmara Gemisi’ni gönderdik insanlar öldü. Ne oldu? Sonuca bakmamız lazım. One Munite demekle bu işler hallolmuyor. Numan Kurtulmuş'un da ifadesiyle, hukuken önlerini açtık bütün kurum ve kuruluşlarda. Önlerindeki engelleri kaldırdık.

Hamas'ı mahvettik.

Mısır'ı darma duman ettik.

En çok kafa tutan Suriye'yi yerle yeksan ettik.

Bunu dışında da Ürdün Libya hepsi yok şu anda.

Yani İsrail artık elini kolunu sallayarak geziyor. Güvenliğini arttırdık. Lütfen Ak Parti'nin getirdiği neticeyi dinleyin. İçerde PKK’yı makbul ve mübarek yaptı. Dışarıda da İsrail’in önünü açtı. İslam adına da bir sürü terör örgütü icat etti.”

Odatv.com http://www.odatv.com/n.php?n=akp-aslinda-nasil-kuruldu-1612141200




(Belgelerle) ABD’NİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ



1945-1950 arasında temelleri atılan ve daha sonraki dönemlerde etkisi ve uygulama alanı genişleyerek sürdürülen ABD’ye bağımlılık, resmi politikaya o denli yerleşmiştir ki; ihtilaller, darbeler dahil hiçbir yönetim değişikliği bu politikayı değiştirememiştir. ABD için Ortadoğu, “siyasi, askeri ve ekonomik çıkarların birleştiği kavşaktır ve yaşamsal önemdedir”. Bu nedenle Amerikalılar, Türkiye’yi “hiçbir koşulda bırakılmayacak” bir ülke olarak görür. Yüzyıl başında askeri güçle elegeçirilmek istenen Türkiye, bugün siyasi ve ekonomik ilişkilerle elegeçirilmiş, emperyalizm içsel bir olgu durumuna gelerek ülke içine yerleşmiştir.

“Göz Kamaştıran Ülke”; ABD

ABD, İkinci Dünya Savaşından Batı Dünyasının önderi olarak çıktı. Savaşın gerçek galibi, ‘gelişmenin, barışın ve demokrasinin’ simgesi olarak ‘göz kamaştırıcı’ bir varsıllık içindeydi. Onunla iyi ilişkiler kurmak, dost olmak ve yardımına ‘hak kazanmak’, ‘hür dünyaya’ katılarak, ‘özgür ve uygar’ olmanın, kaçırılmaması gereken fırsatıydı. Dünyanın büyük bölümü böyle düşünüyordu. ABD ve Amerikan yaşam tarzı, tüm dünyayı saran bir modaydı.
Oysa bu ‘moda’nın arkasındaki gerçek, yoksul ve güçsüze yaşam şansı vermeyen genel, yaygın, örgütlü ve güce dayanan yeni bir dünya düzeniydi. Bu düzenin ekonomik ve politik amaçları içinde; azgelişmiş ülkelerin kendi geleceklerini belirleme, ulus çıkarlarına sahip çıkma ya da bağımsızlığını koruma gibi kavramlara yer yoktu. Yeni düzen bunları yok etmek üzere geliştirilmişti.
Türkiye, Yeni Dünya Düzeni’ne katılmada dünyadaki bütün azgelişmiş ülkeler içinde en özenili (hevesli) ülke olmuştur. Daha 20 yıl önce, emperyalizme karşı dünyadaki ilk başkaldırı devinimini başarmış olan bir ülkenin, bu durumu, gerçek anlamda bir üzünçlü (dramatik) durumdur. Kemalist kalıtın (mirasın) yadsınmasıdır.

Karşılama ve Söylenenler

Amerikan donanmasının Missouri Zırhlısı, 5 Nisan 1946 günü İstanbul’a geliyor ve büyük törenlerle karşılanıyordu. O günlerde TBMM’de inanılması güç konuşmalar yapılıyor, Atatürk’ün tüm yaşamını adayarak sağladığı tam bağımsızlık, ulusal onur gibi kavramlar adeta yok sayılıyordu. Başbakan Şükrü Saraçoğlu, o günlerde, Amerika’ya 4.5 milyon dolarlık borcun ödenmesi üzerine yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Hepimiz inanıyoruz ki, biz bu parayı vermekle borcumuzun yalnız maddi kısmını ödüyoruz. Amerika’ya, bir de manevi borcumuz vardır ki; onu da, hürriyet, adalet, istiklâl ve insanlık davalarında Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunmak suretiyle ödemeye çalışacağız.”1
Aynı günlerde, CHP İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver ve CHP Bursa Milletvekili Muhittin Baha Pars ise Meclis’te şunları söylüyorlardı: H.Suphi Tanrıöver; “Dünyaya ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var. Işık Amerika’dan geliyor. Ümit nereden geliyor, Amerikadan geliyor.”2 M.Baha Pars: “Bugün bu büyük milletin, Amerika’nın insanlığa yaptığı yardımı hatırlayıp teşekkür ederken, peygamber gibi temiz ve kusursuz Roosvelt’i ve onun halefi olan, kıymetli devlet ve millet adamı Truman’ı hürmetle selamlarım.”3

Batıcılık Tutkusu

Pek çok kimse, Türkiye’nin Batıya bağlanmasına; Sovyetler Birliği’nin II.Dünya Savaşı sonrasında süresi biten 1925 Türk-Sovyet anlaşmasını yenilememesi ve Türkiye’den kabul edilemez toprak isteğinde bulunmasının neden olduğuna inanır.
Bunun etkisi olduğu açıktır. Ancak, gerçek ve belirleyici neden bu değildir. O günlerde Türkiye’yi yönetenler yetkilerini, ulusal tam bağımsızlık olan Kemalizmden yana değil, Batıya bağlanmaktan yana kullanmıştır. Bu durum, onların bilinç düzeyi ve bu düzeyin oluşturduğu dünya görüşünün doğal sonucuydu.
1939 Üçlü Bağlaşma Anlaşmasıyla başlayan Batıya bağlanma süreci, savaşın bitmesi ile olağanüstü hız kazandı. Türkiye, toplumsal düzeyi, siyasi alt yapısı yeterli düzeyde olmamasına karşın, ABD’nin dayatması ile önce çok particiliği kabul etti ve 24 Ekim 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler’e girdi.
BM’den sonra kurulan hemen tüm uluslararası örgütlere; inceleme yapmadan, araştırmadan ve bilgi sahibi olmadan üye oldu. 14 Şubat 1947’de Dünya Bankası, 11 Mart 1947 de IMF, 22 Nisan 1947’de Truman Doktrini, 4 Temmuz 1948’de Marshall Planı, 18 Şubat 1952’de NATO, ve 14 Aralık 1960’da OECD’ye katıldı.
Bunlardan başka sayısını ve niteliğini bile tam olarak bilinmeyen, çok sayıda ikili anlaşmaya imza attı. Gümrük Birliği Protokolü’yle kapılarını AB’ne açtı. Türkiye’nin katıldığı tüm uluslararası anlaşmaların ortak özelliği, Batıya bağımlılığın arttırılması ve hükümranlık haklarının törpülenmesidir. Törpülenmenin ulaştığı düzey bugün, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemini aratacak düzeydedir.

İkili Anlaşmalar

ABD ile yapılan ilk ikili anlaşma, daha savaş bitmeden yapılan ve 23 Şubat 1945 tarihinde imzalanan anlaşmadır. Borç verme ve kiralamalarla ilgili olan bu anlaşma, TBMM de 4780 sayıyla yasalaşmıştır. Anlaşmanın temel özelliği; adının Karşılıklı Yardım Anlaşması olmasına karşın, ABD isteklerinin Türkiye tarafından kabul edilmesi ve Türkiye’yi ağır yükümlülükler altına sokmasıdır.
Anlaşmada, koruyucu hükümler olarak yer alan başlamlarla (maddelerle), Türkiye’nin değil, hiçbir yükümlülük altına girmeyen ABD’nin hakları koruma altına alınmaktadır. Anlaşmanın 2.başlamı şöyledir: “T.C. Hükümeti, sağlamakla görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ne temin edecektir.”4 Böyle bir başlamın bağımsız iki ülke arasında yapılan bir anlaşmada yer alması elbette olanaklı değildir. T.C.Hükümeti, ABD’ne hizmet sunmakla görevli olacak ve bu görevin sınırı da belli olmayacaktı.

Borçlanma Anlaşması

İkinci anlaşma, 27 Şubat 1946 tarih ve 4882 sayılı yasayla kabul edilen bir kredi anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın özü dünyanın değişik yerlerinde ABD’nin elinde kalan ve ülkesine geri götürmesinin gideri yüksek olan, eskimiş savaş artığı gereci (malzemeyi) satın alması koşuluyla Türkiye’ye 10 milyon dolar borç verilmesidir. Bu anlaşma, Türkiye’yi her yönden bağımlı kılacak anlaşmalar dizisinin öncülerindendir ve ağır koşullar içermektedir. Anlaşmanın I.bölümü şöyledir:
“T.C. Hükümeti, ABD Dış Tasfiye Komisyonu’nun Türkiye dışında satışa çıkardığı, kullanım fazlası malzeme ve donatımlardan, ihtiyaçlarına denk düşenleri satın almak istediğinde, bu alımın 10 milyon dolarlık bölümü için, iki hükümet aşağıdaki maddeleri kabul etmişlerdir;
I. ABD, Türk Hükümetine bu alımlar için 10 milyon dolar kredi verecektir.
II. Türkiye Hükümeti kullanılan kredinin tamamını, on eşit taksitte, yıllık 2,3/8 oranı üzerinden hesap edilen faizle ve dolar olarak ödemeyi kabul eder.
III. Birleşik Devletler, faiz dahil olmak üzere bu taksidin resmi rayiç üzerinden Türk Lirası olarak ödenmesini de isteyebilecektir. Türk Lirası ödemeler, T.C.Merkez Bankası’nda özel bir hesaba yatırılacak ve Birleşik Devletlerin arzusuna göre;
-Kültürel, Eğitimsel ve İnsani amaçlara,
-Birleşik Devletler tarafından Türkiye’de kullanılan memurların harcamalarına tahsis edilecektir.”5
ABD bu anlaşmayla çok yönlü kazançlar elde etmektedir. Elindeki savaş artığı gereci satmakta, Türkiye’yi bu gereçlere ait yedek parça bağımlısı yapmakta ve Türkiye’de etkinlik gösterecek Amerikalı görevlilerin giderlerini karşılamaktadır. Bu işler için hiçbir harcama yapmamaktadır. Kültürel, insani ve eğitimsel etkinliğin ne anlama geldiği bugün daha iyi bilinmektedir. Kimlere ya da hangi örgütlere ne miktarda ve ne amaçla yapıldığını yalnızca Amerikalıların bildiği yardımlarla, ABD Türkiye’deki gücünü hızla arttırmış, toplumun her kesiminden kendisine bağlı insan yetiştirmiştir.

Savaş Artığı Malzeme

Anlaşmanın ikinci bölümünde de Türkiye için kabul edilemez nitelikte hükümler vardır. İkinci bölümün birinci başlamı şöyledir; “ABD Dış Tasfiye komisyonu, Türk Hükümetine satacağı malzemelerin fiyatlarının envanterini ve listelerini verecektir. Satış fiyatı ilgili mümessiller tarafından görüşülecektir. Türk Hükümeti tarafından malzemenin bulunduğu yerden ve bulunduğu gibi alınacaktır. Alınan malzemenin mülkiyeti Türkiye’ye geçmeyecek, ABD hükümeti alınan malzeme için herhangi bir teminat vermeyecektir.”6
Anlaşmaya göre Türkiye, satın almak istediği gereci yerinde nasılsa, kırık, bozuk, işlemez ya da onarımı gerekse de alacak, ABD bozukluklar için herhangi bir yükümlülüğe girmeyecektir. Ayrıca satın alınan gerecin iyelik (mülkiyet) hakkı Amerikalılarda kalacaktır. Çünkü, 23 Şubat 1945 tarihli ilk anlaşmanın 5.başlamına göre, Türkiye ABD Başkanı gerek görürse, bu malzemeleri, parası ödenmiş bile olsa geri vermeyi kabul etmiştir.
Bu anlaşmanın, bağımsız ülkeler arası ilişkilerde değil, sıradan ticari ilişkilerde bile yeri olamayacağı açıktır. Anlaşmanın imzalandığı 1947 yılında Atatürk’ün “en yakın çalışma arkadaşı” İsmet İnönü Cumhurbaşkanıdır. O günlerde devlet hazinesinde 245 milyon dolarlık altın ve döviz stoğu vardır. Kurtuluş savaşının kazanılmasının ardından 25, Atatürk’ün ölümünden ise yalnızca 9 yıl geçmiştir.

Anlaşmalar Seti

Türkiye 1950’ye dek, ABD ile; 7 Mayıs 1946 tarihli Borçların Tasfiyesi ile İlgili Anlaşma, 6 Aralık 1946 tarihli Kahire Anlaşmasına Ek Anlaşma, 12 Temmuz 1947 tarihli Askeri Yardım Anlaşması ve 27 Aralık 1949 tarihli Eğitim İle İlgili Anlaşmalar imzalamıştır. Bu anlaşmalar, Türkiye’nin bağımsızlığını büyük oranda ortadan kaldırarak ABD’ni içsel bir olgu durumuna getiren elli yıllık sürecin temelini oluşturur. Diğer tüm anlaşmalar, bu temel üzerinde çeşitlendirilmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Bunlardan Askeri Yardım ve Eğitim İle İlgili olanlarının koşulları özellikle dikkat çekicidir.

Satın Aldığı Malı Kullanamama

Askeri Yardım Anlaşması, 1952’de yapılacak NATO ile ilgili ikili ve çok yanlı anlaşmaların ön hazırlığı niteliğindedir. Belirgin özelliği, önceki anlaşmalarda olduğu gibi, ABD’nin belirleyici olmasıdır. Bu anlaşmanın 2.başlamı şöyledir: Türkiye Hükümeti yapılacak yardımı, tahsis edilmiş bulunduğu amaç doğrultusunda kullanabilecektir. Birleşik Devletler Başkanı tarafından atanan... Misyon şefi ve temsilcilerinin görevlerini serbestçe yapabilmesi için, Türkiye Hükümeti her türlü tedbiri alacak, yardımın kullanılışı ve ilerleyişi hakkında istenecek olan her türlü bilgi ve gözlemi, her türlü kolaylık ve yardımı sağlayacaktır.”7
Bu anlaşmanın olumsuz sonucunun ne anlama geldiğini Türkiye 17 yıl sonra karşısına çıkan somut ve acı bir gerçekle öğrenecektir. 1964 Kıbrıs bunalımında, Kıbrıslı Türkleri korumak için son umar (çare) olarak yapılması düşünülen askeri eylem, ABD tarafından bu anlaşmanın 2.ve 4.başlamı gerekçe gösterilerek önlenmiştir.
ABD Başkanı Johnson, o zaman başbakan olan İsmet İnönü’ye ünlü mektubunu göndermiş ve bu mektupta şunları yazmıştı: Bay Başkan, askeri yardım alanında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında yürürlükte olan iki taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda var olan, askeri yardımın veriliş hedeflerinden başka amaçlarla kullanılması için, Hükümetinizin Birleşik Devletlerin iznini alması gerekmektedir. Hükümetiniz bu koşulu tamamen anlamış olduğunu, çeşitli kereler, Birleşik Devletler’e bildirmiştir. Var olan koşullar altında, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından verilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına, Amerika Birleşik Devletleri’nin izin vermeyeceğini, size bütün samimiyetimle ifade etmek isterim.”8
Sömürgecilik döneminin biçemiyle (üslubuyla) yazılan mektup, içerik olarak da çok ağırdır ancak ne ilginçtir ki İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde imzalanan bir anlaşmaya dayanmaktadır. Johnson Mektubu’nun, ulusal bağımsızlığın 1964’de geldiği noktayı gösteren somut bir belge olması açısından tarihsel bir önemi vardır. Mektubun doğrudan tarafı olan İsmet İnönü, imzalattığı anlaşmanın ne anlama geldiğini bilmiyor olacak ki, söylemde sert tepki gösterecek ve “Yeni bir dünya kurulur Türkiye oradaki yerini alır” diyecektir.
Aynı İnönü, Bu mektubun yazılmasına yasal zemin oluşturan 12 Temmuz 1947 tarihli ikili anlaşmanın imzalandığı gün, Cumhurbaşkanı olarak yayınladığı iletide (mesajda) ise şunları söylemişti; “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin, memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlamaktadır... Bu yardımı yapan Birleşik Amerika’nın, dünya barışının devamı ve güçlendirilmesi uğruna kendisine düşen büyük rolü tamamıyle benimsediğini gösteren parlak ümitlerle dolu bir işarettir.”9

Eğitim Anlaşması

27 Aralık 1949’da imzalanan Eğitim İle İlgili Anlaşma; Türk milli eğitimine yön vermede, ABD’nin önce ortak edilmesi daha sonra belirleyici olmasını sağlayacak koşulları yaratan bir anlaşmadır. Anlaşmanın sonuçları en ağır biçimiyle bugün yaşanmaktadır. Türk milli eğitimi, bugün her yönden milli olmaktan uzaktır ve bir yetersizlik içindedir. Ulusal eğitimin çözüm bekleyen sorunları özel kişi ve kümelere bırakılmış paralı eğitim yaygınlaştırılmıştır.
27 Aralık 1949 tarihli Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın en önemli özelliği, Türkiye’de kazanılacak Amerikan yanlısı kişilerin eğitilme biçiminin saptanması ve giderinin karşılama yönteminin belirlenmesidir. Belirlemeler aynı zamanda, Amerika’nın Türkiye’ye göndereceği ‘uzman’, ‘araştırmacı’, ‘öğretim üyesi’ adı altındaki görevliler için de yapılmaktadır. Türkiye’de ABD’ye yardım edecek, işbirliği yapacak, geleceğin yöneticilerini yetiştirmek üzere Amerika’ya götürülecek olan Türk öğrenci’, ‘öğretim üyesi’ ve ‘kamu görevlilerinin’ konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir.
Bu anlaşmayla başlayan süreç, ABD açısından o denli başarılı olmuştur ki, bugün Türkiye’de Amerikan eğitimi almamış üst düzey yönetici kalmamış gibidir. Sözü edilen Anlaşmanın birinci başlamı şöyledir: “Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası T.C.Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınacaktır.”
Kurulacak komisyonun yetki, işleyiş ve oluşumu ile ilgili olarak 1.1 ve 2.1 alt başlamlarında şunlar vardır; “Türkiye’deki okul ve yüksek öğrenim kurumlarında ABD vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi eğitim faaliyetleri ile Birleşik Devletler’deki okul ve yüksek öğrenim kuruluşlarında Türkiye vatandaşlarının yapacağı eğitim araştırma, öğretim gibi faaliyetlerini; yolculuk, tahsil ücreti, geçim masrafları ve öğretimle ilgili diğer harcamaların karşılanması da dahil olmak üzere finanse etmek... Komisyon harcamalarını yapacak veznedar veya bu işi yapacak şahsın ataması ABD Dışişleri tarafından uygun görülecek ve ayrılan paralar, ABD Dışleri Bakanı tarafından tesbit edilecek bir depoziter veya depoziterler nezdinde bankaya yatırılacaktır.”
Kullanma yer ve miktarına ABD Dışişleri Bakanı’nın karar vereceği harcamaların nereden sağlanacağı ise, Anlaşma’nın giriş bölümünde belirtilmektedir; “T.C. Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında 27 Şubat 1946 tarihinde imzalanan Anlaşma’nın birinci bölümünde belirtilen” kaynakla.
Bu kaynak, ABD’in Türkiye’ye verdiği borcun faizlerinin yatırılacağı T.C.Merkez Bankası’na, Türk Hükümet’ince ödenen paralardan oluşan bir kaynaktır. T.C. Hükümeti bu anlaşmalarla, kendi parasıyla kendini bağımlı duruma getiren bir açmaza düşmektedir. ABD ile yapılan ikili anlaşmaların tümünde ortak olan bir özellik vardır; Bu anlaşmalar planlı bir bütünsellik taşır ve birbirleriyle tamamlayıcı bağlantılar içindedir. Burada görüldüğü gibi, Eğitimle İlgili Anlaşma’nın kaynağı, Borç Verme Anlaşması’nın bir başlamıyla karşılanır.
Anlaşma’nın 5.başlamı en dikkat çekici başlamlardan biridir. Bu başlam, yukarıda açıklanan işleri yapma yetkisinde olan ve Türkiye’nin bağımsızlığını dolaysız ilgilendiren kararlar alabilen bir komisyonun kurulmasını öngörmektedir. ‘Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu’ adını taşıyan kurulun oluşumu için şunlar yazılıdır: “Komisyon dördü T.C. Vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir.”10

“Uzmanlar” ve Yaptıkları

27 Aralık 1949 tarihli ikili anlaşmayla, Türkiye’ye ABD’nden gelen uzmanların niteliği ile ilgili olarak 1960 Milli Birlik Komitesi üyesi ve tabii senatör E.Albay Haydar Tunçkanat şu görüşleri ileri sürüyor: Amerikalılar Türkiye’ye genellikle Türk düşmanı konumundaki personelini gönderir. Bunlar Türkiye ve Türkler hakkında geniş bilgilerle donatılırlar. Bu kişiler şirket müdürü, uzman, danışman, ticaret yetkilisi, er, subay ve turist olarak ABD pasaportuyla gelip, ikili anlaşmaların sağladığı geniş imkanlara dayanarak, Türkiye’deki özel görevlerini büyük bir serbesti içinde, kimsenin müdahalesi olmadan yaparlar. Türkiye’yi karıştırmak, parçalamak için, yerli işbirlikçilerle birlikte yerel örgütler kurarlar, hükümetleri düşürdükleri bile söylenir... Türkiye’deki devrimci ve anti-amperyalist, Atatürkçü her hareket komünistlikle damgalanarak sol tehlike büyütülürken her türlü sağ ve gerici hareketlere milliyetçi nitelik verilip örtülerek, Türkiye için asıl büyük tehlike, sinsi bir biçimde yerli ve yabancı para ve ideolojilerle beslenip kuvvetlendirilir.”11

DİPNOTLAR

1         “CHP 1919–1999” Hikmet Bila, Doğan Kitapçılık, sf.118
2         a.g.e. sf.118
3         a.g.e. sf.118
4         “İkili Anlaşmaların İç Yüzü” Haydar Tunçkanat, Ekim Yay., sf.23
5         a.g.e. sf.26-27
6         a.g.e. sf.31
7         a.g.e. sf.190
8         a.g.e. sf.196-197
9         Siyasal Bilgiler Fak. Dış İlişkiler Enstitüsü Op. Cilt sf. 192 ak. Haydar Tunçkanat “İkili Anlaşmaların İç Yüzü” Ekim Yay., sf.196
10       “İkili Anlaşmaların İç Yüzü” H.Tunçkanat Ekim Yay., sf.44-45-48

11       “İkili Anlaşmaların İç Yüzü” Haydar Tunçkanat Ekim Yay., sf.56

(Belgelerle) ABD’NİN TÜRKİYE’YE YERLEŞMESİ / Metin AYDOĞAN



1945-1950 arasında temelleri atılan ve daha sonraki dönemlerde etkisi ve uygulama alanı genişleyerek sürdürülen ABD’ye bağımlılık, resmi politikaya o denli yerleşmiştir ki; ihtilaller, darbeler dahil hiçbir yönetim değişikliği bu politikayı değiştirememiştir. ABD için Ortadoğu, “siyasi, askeri ve ekonomik çıkarların birleştiği kavşaktır ve yaşamsal önemdedir”. Bu nedenle Amerikalılar, Türkiye’yi “hiçbir koşulda bırakılmayacak” bir ülke olarak görür. Yüzyıl başında askeri güçle elegeçirilmek istenen Türkiye, bugün siyasi ve ekonomik ilişkilerle elegeçirilmiş, emperyalizm içsel bir olgu durumuna gelerek ülke içine yerleşmiştir.
1950 Sonrası; Hızlanan Süreç
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle Demokrat Parti yüzde 53,3 oranında oy alıp 408 milletvekili kazanarak (tüm milletvekili sayısı 487) yönetime geldi. Demokrat Parti’ye öncülük edenler, benzerleri o günkü CHP içinde de bolca bulunan, büyük toprak iyeleri (sahipleri), üst bürokratlar ve savaş varsılları, oy verenler ise cemaatlerden yoksul köylülere dek milli şef dönemine tepki duyan kitlelerdi. Türkiye, dış kaynaklı istemler ve milli şefin kararıyla birdenbire ‘demokrasiye’ geçmişti. Ancak, “bu iş” o denli kolay değildi kuşkusuz. Demokrasi gel deyince gelen bir nesne değildi.
Türkiye’ye tepeden indirilen ‘demokrasi’, Batıda görülen ve oluşumunu, sanayi devrimiyle gelişen kapitalizmin yarattığı aydınlanmaya dayanan bir demokrasi değildi. Geriliğin ve ilkelliğin yaygın olduğu, sanayisi bulunmayan ve uluslaşma sürecini henüz tamamlamamış yoksul bir tarım ülkesine, dış güdümlü birçok partili düzen getiriliyordu. 1939’da başlayan ödün verme süreci sürüyordu.

Kemalizm’den Ödün Verme Yarışı
1950-1960 arasındaki CHP-DP çekişmesi Kemalizm’den ödün vermenin aracı olarak kullanılmıştır. Toplumsal ve kültürel düzeyi ayrımlı olmayan, benzer politik düşüncelere sahip ve ulusal bilinci yetersiz insanlar, karşıt iki topluluk oluşturarak, siyasi savaşım adına yapay düşmanlıklar içine sokulmuştur. Karşıtlığın ilkelliği, bu ilkelliğe uyum gösteren insanların kolayca devlet yönetimine taşınmasına yol açmış ve bunlar günlük çıkarlar için ulusal haklardan ödün vermeye yatkın “yöneticiler” durumuna gelmiştir.
DP yönetime geldiğinde, Türkiye’yi Batıya bağlayan anlaşmalar büyük oranda bitirilmişti. BM, Dünya Bankası, IMF, Truman Doktrini, GATT’a girilmiş, ABD ile ikili anlaşmalar imzalanmıştı. DP yöneticileri de bu anlaşmaları en az CHP’liler kadar istekle imzalayacak nitelikte insanlardı ancak öyle olmasalar bile yapabilecekleri bir şey yoktu. Türkiye, ‘dönüşü olmayan bir nehirde’ yolculuğa çıkmıştı.
DP yönetime gelince, bugüne dek bütün partilerin yaptığı gibi, söylediklerini değil söylemediklerini yaptı. Menderes, hükümeti kurar kurmaz önce yönetimini güvenceye alma düşüncesiyle ordunun üst kademelerinde değişiklikler yaptı. Hemen arkasından 16 Haziran 1950’de Arapça ezan yasağını kaldırdı. Radyoda dini yayınlar yapılmasına izin verdi. Köy okullarına din dersi koydu. Anayasa’nın adı yeniden Teşkilatı Esasiye Kanunu yapıldı. Dil devrimine karşı, dizgeli (sistemli) bir politika uyguladı.
Dış siyasetteki ilk uygulama Kore’ye asker göndermek oldu. (25 Haziran 1950) Kore Savaşı’na katılmayı eleştirenlere ağır hapis cezaları getirildi. NATO’ya girildi ve bir bayram coşkusuyla kutlandı. Atatürkçü dış politikayla bağdaşmayan Bağdat ve Balkan Paktlarına katılındı. Ulusal Kurtuluş Savaşı veren Kuzey Afrika ülkelerine (Tunus, Fas, Cezayir) karşı, sömürgeci devletler desteklendi. Süveyş Kanalı’nı ulusallaştıran Nasır’a karşı, İngiltere’nin yanında yer alındı.
Yabancı Sermayenin özendirilmesi için, kapitülasyon koşullarına benzeyen, Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol Kanunu çıkarıldı. Yoğun bir biçimde dış borç alındı. 1958 yılında dış borçlar ödenemez duruma geldi ve o yıl yüzde 320 oranında bir devalüasyon yapıldı.
Küçük Amerika Olacağız”
Celal Bayar, 1954 yılında abartılmış törenler ve gösterişli uğurlamalarla resmi bir gezi için ABD’e gitti. 25 Ocak’ta Washington’ta düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi: “Türk milletinin satın alma gücünün artması ve hayat standartının yükselmesiyle, ülkemiz mamul maddeler ve tüketim malları için büyük bir pazar durumuna gelecektir. Türkiye’ye harcanacak her dolar, verimli bir toprağa ekilmiş refah ve bereket filizleri verecek bir tohum gibidir.”1
Celal Bayar, 20 Ekim 1957 günü, seçim çalışmaları sırasında kendisini dinlemek için Taksim’de toplanan kitleye şunları söylüyordu: “Otuz yıl sonra Türkiye, küçük bir Amerika olacaktır.”2 (Otuz yıl sonra Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanlığı koltuğunda Turgut Özal’ın oturduğu düşünülürse, Bayar’ın yanılmadığı söylenebilir.)
NATO Ve Askeri Bağımlılık
Türkiye 18 Şubat 1952’de NATO’ya girdi. NATO olayının, Sovyetler Birliği’nden yardım alarak Batıya karşı bağımsızlık savaşı veren bir ülke olan Türkiye için üzünçlü (dramatik) bir öyküsü vardır.
Türkiye, İngiltere ve Fransa’ya karşı ulusal kurtuluş savaşı vermiş ve Atatürk döneminde kendine güvenmeyi temel alan tam bağımsızlık politikası izlemiş bir ülkeydi. Hiçbir büyük devletle bağlayıcı askeri anlaşma yapmamış ve komşu devletlerin tümüyle güvene dayalı dostluk ilişkileri geliştirilmişti. Emperyalist kuşatılma altında yaşayan Sovyetler Birliği ile dış politikada karşılıklı güvene dayalı sıkı bir işbirliği yapmıştı. Balkanları, yansız bir barış ve özgürlük bölgesi yapmak için her çabayı göstermişti.3
NATO’nun temel ereği, Sovyetler Birliği ve dünyaya yerleştirilecek olan yeni düzenin askeri gücünü oluşturmaktı. Türkiye’nin böyle bir örgüte girmesinin Atatürkçü dış politika açısından ne anlama geldiği, uzun süre dile getirilmemiş, daha sonra bu konuyu ele alanlar ise baskıyla karşılaşmıştır.
Askeri Kolaylıklar Anlaşması”
NATO’nun anayasası; Kuzey Atlantik Antlaşmasına Taraf Devletler Arasında Kuvvetlerin Statüsüne Ait Antlaşma adlı ana sözleşmedir. Türkiye ana sözleşmeden ayrı olarak, 23 Haziran 1954 tarihinde Askeri Kolaylıklar Anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmaya dayanarak ABD ile Türkiye arasında yüzden çok uygulama anlaşması yapılmıştır. Başka NATO ülkelerinde uygulanmayan bu anlaşmalar, ABD’nin Türkiye’deki çalışmalarına büyük kolaylıklar getirmektedir. Türkiye üzerinde kurulan üs ve tesislerin Amerikalılar tarafından yönetilmesi, buralara general dahil hiçbir Türk subayının girememesi bu tür ‘kolaylık’ lardandır.
ABD, anlaşmalarda kendince eksik gördüğü konuları, Türk Hükümetine verdiği notalarla çözmüştür. Örneğin; Askeri Kolaylıklar Anlaşması’nın imzalandığı gün, ABD bir nota vermiş ve bu nota Türk Hükümetince hemen kabul edilmiştir. Amerikalılara başka NATO ülkelerinde olmayan ayrıcalıklar tanıyan bu nota, TBMM’nin gündemine bile getirilmemiştir. Notanın 2.başlamına (maddesine) göre, Türkiye’ye giren ve çıkan Amerikan askerlerinin giriş ve çıkışlarını Türk Hükümeti denetleyemeyecektir. O yıllarda Türkiye’de değişik yerlerde 30 binden fazla Amerikan Askeri olduğu ve uygulamanın Türkiye’de iş yapacak olan Amerikalı müteahhit ve çalışanlarına dek genişletildiği gözönüne alındığında, konunun önemi daha iyi anlaşılacaktır. Amerikalıların ülkelerine dönerken kullandıkları ev eşyalarını gümrüksüz satabilmeleri bile bu anlaşmada yer almıştı.4
NATO’ya girmek istemenin, ‘Rus tehdidine’ dayanan zorunlu bir kabullenme değil, kökleri Hürriyet ve İtilaf ile İttihat ve Terakki’ye dek uzanan, Terakkiperver ve Serbest Fırkalarla süren Batı uyduculuğuna dayandığını kabul etmek gerekiyor.
Atatürk’ün ölümünden sonra CHP’ne egemen olan, 1950’den sonra varlığını DP ile sürdürerek günümüze dek uzanan anlayış, bu temel üzerinde yükselmiştir. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığının son günlerinde bir Amerikalı gazeteciye söylediği şu sözler, Atatürk sonrasında Türkiye’yi yöneten politik istencin (iradenin); ne olduğunu açık bir biçimde ortaya koyar: “Eğer Rusya gelip de aradaki anlaşmazlıkları olumlu bir biçimde çözme teklifinde bulunsa bile ben Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el ele gitmeye devam etmesi taraftarıyım.”5
Kore Serüveni
Üç yıl süren Kore Savaşı sırasında Türk Birliği 721 şehit, 2147 yaralı, 175 kayıp verdi.6 Meclis kararı bile alınmadan girişilen Kore serüveni, birçok Türk ailesine giderilmez acılar verdi. Ancak, belki de ondan daha önemlisi, emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan bir ulusun, para ve kazançtan başka bir şey düşünmeyen bir ülkenin çıkarlarına alet olmasıydı.
ABD Temsilciler Meclisi Başkanı J. Martin, 30 Haziran 1953 günü Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Bir Amerikalı askerinin bakımı yılda 11 bin dolara mal olmaktadır. Dünyanın en iyi savaşçılarından biri olan bir Türk askerini donatmak için yılda yalnızca 570 dolar gerekir.”7
Bu sözlerden 4,5 yıl sonra, 12 Ocak 1958’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ABD Büyükelçisi Suat Hayri Ürgüplü, New York Ticaret odasında yaptığı konuşmada, rakamları değişse de Amerikalılarla aynı dilden konuşuyor ve şunları söylüyordu: “Türk askeri 136 dolara, Amerikan askeri ise 5500 dolara mal olmaktadır.”8
Vergi Bağışıklığı (Muafiyeti) Anlaşması
23 Haziran 1954 tarihli anlaşmalar zincirinin sondan bir önceki anlaşması, Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki Vergi Muafiyetleri Anlaşmasıdır. Yalnızca Amerikalıların yararlandığı bu özel anlaşma, Türkiye’deki ABD varlığını, adeta devlet içinde devlet durumuna getirmekte; vergisiz, gümrüksüz, denetimsiz ve yargı organlarından uzak yasa üstü bir konuma getirmektedir.9
Anlaşmanın 2.başlamı bütün Türk vatandaşlarının ödemekle zorunlu olduğu ve ödediği; dışalım (ithalat) vergisi, resim ve ücretler, işlem vergisi, taşıma resmi, harçlar ve damga resmi, elektrik ve havagazı tüketimi üzerinden devlet ve belediyelerce alınan resimler, içerde elde edilen akaryakıt üzerinden alınan vergiler, telgraf ve telefon üzerinden alınan milli savunma vergisi, gemi ve uçaklar dolayısıyla liman ve hava meydanlarından alınan resim ve ücretler, belediyece alınan ilan ve tellaliye resimleri, şeker tüketim vergisi, tütün ve içkilerden alınan tekel resmi, savunma ve özel tüketim vergileri Amerikalılardan alınmayacaktı.
Anlaşmanın 3.başlamına göre vergi bağışıklıkları (muafiyetleri), ABD’ne ait şirket ve bireyler ya da bunlar tarafından görevlendirilen ABD uyruklu kişileri de kapsayacak, bunlar yukarıdaki vergilere ek olarak gelir ve kurumlar vergileri de ödemeyecekti. Vergi bağışıklıkları ayrıca uyruğuna bakılmaksızın; ABD tarafından finanse edilen yatırımlara ait yükleniciler (müteahhitler) ya da onlarla çalışan taşeronlar tarafından yapılan giderleri de kapsayacaktı. (5.başlam)10
Askeri İşgal Yetkisi
İsmet İnönü’nün başlattığı ikili anlaşmalar, kapsamı ve uygulama alanları genişletilerek sürdürüldü. Sayısı ve niteliği bugün bile bilinmeyen bu anlaşmalardan en önemlisi, tam metni açıklanmamış olan 5 Mart 1959 anlaşmasıdır. Anlaşmanın basına sızan bölümlerinde, göründüğü kadarıyla, anlam bozukluğu içeren karışık tümceler ve yoruma bağlı net olmayan anlatımlarla çok çekinceli yükümlülükler altına giriliyor, ABD’ye Türkiye’ye askeri karışma (müdahale) yetkisi veriliyordu.
Ana sözleşmenin giriş bölümünde Amerika Birleşik Devletleri’ne, “Türkiye’nin siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı yapılacak her türlü tehdidi çok ciddi bir biçimde tetkik etmek... gibi bir görev veriliyor, sonraki altı başlamda ise ABD’nin “doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak; tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı, dolaylı saldırı hallerinde...” Türkiye’ye karışması kabul ediliyordu.11 “Dolaysız saldırı”, “dolaylı saldırı”, “tecavüz” ve özellikle “sivil saldırı” gibi kavramların ne anlama geldiği açıkça tanımlanmamış, bunlar Amerikalılar’ın yorumuna bırakılmıştı. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 4 Nisan 1960’da bu gerçeği kabul edecek ve yaptığı açıklamada “bu konulardaki takdir hakkının Amerikalılara ait olduğunu” söyleyecektir.12
Anlaşmalar Karmaşası
Türk hükümet yetkilileri, ikili anlaşmaların Türkiye için taşıdığı olumsuzlukları ve anlaşmalar arası bağlantıların doğurduğu karmaşık sorunları çözmek bir yana kavrayabilecek düzeyde bile değildi. Yapılan anlaşmaların kaç tane olduğu, hangi bakanlığı ya da bakanlıkları ilgilendirdiği, ne zaman yapıldığı, süresinin ve uygulama sorunlarının neler olduğunu bilen bir devlet kuruluşu yoktu. Amerikalılar bu durumdan yararlanıyor ve zaman zaman, anlaşmalarda olmayan uygulamaları da varmış gibi öne sürüyordu.
27 Mayıs 1960’dan sonra Amerikalılarla yapılan gizli anlaşmaların neler olduğunun incelenmek üzere anlaşmaların bir araya toplanması, Dışişleri Bakanlığı’ndan isteniyor. Yapılan uzun araştırmalardan sonra anlaşmalar bir araya getiriliyor ve Amerikalıların ellerinde olduğunu söylediği kimi, ikili anlaşmaların, ilgili Türk orununun (makamlarının) dosya ve belgeliklerinde (arşivlerinde) olmadığı ortaya çıkıyor.13
1966 yılında emekli olan Cevdet Sunay’ın yerine Genelkurmay Başkanı olan Cemal Tural ikili anlaşmalar sorununa önem vermişti. Türkiye, özellikle Johnson Mektubu’ndan sonra 23 Haziran 1954 tarihli Askeri Kolaylıklar Anlaşmasının yenilenmesini istiyordu. ABD bunu kabul etti ancak uzun süre toplantılara katılmadı. Genelkurmay bu iş için bir çalışma ekibi kurmuş, Dışişleri Bakanlığından bilgili ve genç elemanlar da alarak konuya iyi hazırlanmıştı. Bu arada Genelkurmay Başkanı ABD’ye davet edildi. Daveti kabul eden Cemal Tural, Cumhurbaşkanı protokolü ile karşılandı. Tural döndüğünde ikili anlaşmalar konusunda ayrımlı düşünmeye başlamıştı. ABD, toplantılara 9 ay sonra oturduğunda, artık Genelkurmay değişiklik komisyonuna katılmıyordu. Konuyla ilgili karargah subayları ya yerlerinden alınmış ya da emekli olmuştu.14
İkili anlaşmalar, Türkiye’nin geldiği durumun belirleyici öğeleridir. Toplum yaşamındaki yerleri, hiçbir hükümetin karşı çıkmadığı ya da çıkamadığı düzeyde yerleşik durumdadır. Bağımsız ulusal politika belirleme ve uygulama, düşünsel düzeyde bile artık gündemde değildir. Devleti küçültüp güçsüzleştirmeyi amaç edinen politikacılar, her dönemde değişik parti adlarıyla belirleyici devlet yetkilileri durumuna gelmektedir. Bunlar, ulusal çözülmeye yönelen ve toplumsal gerilimlerin kaynağı olan sorunların nedeni olarak, uluslararası küresel politikalarla Türkiye’nin bütünleşmiş olmasını değil, tam tersi yeterince bütünleşmemiş olmasını görmektedir. Hükümet etme yetkilerini sonuna dek bu yönde, çoğu kez yetkilerini de aşan biçimde kullanmaktadır.
Köklü Yerleşim
1945-1950 arasında temelleri atılan ve daha sonraki, dönemde etkisi ve uygulama alanları genişletilerek sürdürülen dışa bağımlı politika o denli yerleşik duruma gelmiştir ki, ihtilaller ve darbeler dahil hiçbir yönetim değişikliği bu politikayı değiştirmemiştir. En köktenci ve en Atatürkçü gözüken 27 Mayıs devrimi bile ’devrimi’ Türk halkına; “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” diyerek duyurmuştur. Dış kaynaklı politik ve ekonomik uygulamalar bugün de sürmektedir ve Türkiye’yi kendi başına ayakta duramaz duruma getirmiştir. Ulus-devlet varlığını sona erdirecek düzeyde çekinceli (tehlikeli) olan bu politikalara karşı, Türkiye’de yaygın bir ulusçu karşıtçılık da ortaya çıkmaya başlamıştır.
Ekonomik Karışmalar
1950’den sonraki kimi önemli politik-ekonomik gelişmeler şunlardır; 1954 yılında, yabancı petrol şirketlerinin adamı olduğu söylenen Max Ball’e bir petrol yasası taslağı hazırlatıldı ve bu taslak aynı yıl yasalaştı. Yasanın sonradan değiştirilen 136.başlamı şöyleydi: “Bu yasa yabancı şirketlerin izni olmadan değiştirilemez.” Ana karşıtçılığın önderi İsmet İnönü Petrol Yasası için Bu bir kapitülasyon kanunudur” demiş ancak ileride başbakan olduğunda bu yasa için hiçbir girişimde bulunmamıştır.15
1959 Ocağında millileştirme işlemlerinde, ABD hükümetine karar ve karışma yetkisi veren; İstimlak ve Müsadere Garantisi Anlaşması yasalaştırıldı. Bu yasaya, DP Erzurum milletvekili Sabri Dilek tepki gösterdi ve mecliste; “Bu anlaşmanın kabulüyle kapitülasyonlar geri getirilmektedir. Bu anlaşma ile Amerikalılara açıkça imtiyaz verilmektedir” diye tepki gösterdi.16
1965 yılında ABD Kongresinde konuşan Macomber; “Devletçilik, Türkiye’de eski ve saygı gören bir görüştür. Biz ise, Türkiye’nin sorunlarının çoğunun devletçilikten ileri geldiğini düşünüyoruz. Orada özel kesime daha çok rol verilmesini görmenin sabırsızlığı içindeyiz. Seçimle işbaşına gelen iktidarda (AP iktidarı) aynı şeyden yakınmaktadır.”17 dedi.
Demirel Hükümeti bu görüşlere uygun olarak, kaynağı dış krediler olan çok yönlü devlet destekleriyle işbirlikçi niteliğinde bir sermaye kesimi yarattı.

Thornburg Yazanağı (Raporu)


Amerikalı Ekonomist Max V.Thornburg’a, 1946 yılında Türk ekonomisinin geleceği ile ilgili bir yazanak hazırlatılır. Rapor, Atatürk dönemindeki devletçilik uygulamalarının eleştirisi ile başlar ve ağır sanayi yatırımlarının durdurulmasını, Karabük Demir-Çelik işletmelerinin kapatılmasını ister. 125 lokomotif üretecek fabrikanın kurulmasını uygun görmez. Türkiye’nin; makine, uçak ve motor yapım tasarımlarına (projelerine) karşı çıkar, durdurulmasını ister; “böyle düşünenleri Amerikalılar iyi çalışma arkadaşları saymazlar” der. Thornburg Rapor’unda ayrıca; traktör fabrikası, gübre fabrikası, gemi yapım ve alımı için yapılan kredi istemleri reddedilir. Yabancı sermayeye ayrıcalık hakları istenir. Ekonomide tasarlı kalkınmaya karşı çıkılır.18
Thornburg Rapor’u kabul edilir ve büyük oranda uygulanır. CHP’nin izlencesine (programına) aldığı yeni demir çelik-kombinası, genel makine fabrikası, bakır kombinası gibi ağır sanayi yatırımları izlenceden çıkarılır; kalkınma tasarı (planı) rafa kaldırılır.19

12 Eylül ve Sonrası

12 Eylül 1980’in, önceki yönetimlere göre ayrı bir yeri vardır. 1980’li yıllar Yeni Dünya Düzeni politikalarının yoğunlaşarak yayıldığı yıllardır. Ulus devlet karşıtlığı artık açıkça dile getirilmektedir.
Küresel boyutta gündeme getirilen ulus devlet karşıtı politikaların Türkiye’de uygulama görevi, darbecilerin desteğiyle, CIA çalışan yaşamcasına (biyografisine) göre gelmiş geçmiş en Amerikancı başbakan” olan Özal tarafından yerine getirilmiştir. 1980 sonrası dönem, 1945’den beri büyük bir dayanç (sabır) ve dikkatle uygulanan ABD kaynaklı politikaların sonuçlarının ‘özgürce’ alındığı yıllardır.
1980 Darbesiyle Atatürk döneminde yaratılmış olan kamusal ve kültürel değerler birer birer ortadan kaldırıldı. Küreselleşmenin Türkiye’nin kapılarını kırması olan 24 Ocak 1980 kararlarıyla, Türkiye açık pazar durumuna getirildi. KİT’ler satıldı. Yabancılara toprak satışı yapıldı. Türkiye üretim yapamaz duruma getirildi.
CHP, Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları kapatıldı. Türk parasını ve ulusal ekonomiyi koruma ve tarımı koruma uygulamalarına büyük oranda son verildi. Devlet işleyişinin yasal kuralları çiğnendi, yasadışılık yaygınlaştırıldı. Kamu varlıkları satıldı. Dinsel örgütlenmeler desteklendi, 163.madde ceza yasasından çıkarıldı.
12 Eylül darbesinin yarattığı özel ortam bu tür politika uygulayıcılarına ölçüsüz bir özgürlük sağladı. Sonuçta Türkiye 21.yüzyıla, 20.yüzyıl başlarında içinde bulunduğu koşulara benzer koşullarla giren bir ülke durumuna getirildi. ABD ile girişilen ilişkilerle, ekonomi yarım yüzyılda çökertildi. Türkiye “Küçük Amerika olmak” yerine, Amerikan uydusu oldu.

DİPNOTLAR

1 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt sf. 1680
2 a.g.e. sf.1677
3 “Hatırladıklarım” Zekeriya Sertel, sf. 217, ak; D.Avcıoğlu, “Milli Kurtuluş Tarihi” İstanbul, 1974 3.cilt sf.1587-1588
4 “İkili Anlaşmaların İçyüzü” Haydar Tunçkanat Ekim Yay. sf.255
5 “Çok Partili Hayata Geçiş” Prof. Taner Timur, İletişim Yay.
6 Büyük Larousse Gelişim Yay., sf.6984
7 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt sf.1614
8 a.g.e. sf.1614
9 “İkili Anlaşmaların İçyüzü” Haydar Tunçkanat Ekim Yay., sf.278
10 a.g.e. sf.303
11 a.g.e. sf. 331
12 a.g.e. sf. 331
13 a.g.e. sf.306-307
14 a.g.e. sf.334-337
15 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, sf.1680
16 a.g.e sf.1682
17 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt, sf.1683
18 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt sf.1678
19 a.g.e sf.1678