19 Nisan 2014 Cumartesi

O YALAN ÇÜRÜDÜ


O YALAN ÇÜRÜDÜ
(Atatürk’ün “Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları” Sözünün Sırrı





Atatürk'ün 1 Kasım 1937 Meclis Açış Konuşması Nasıl Cımbızlandı
Öncelikle peşinen söyleyeyim ki: bu yazıda amacım bazılarının yaptığı gibi elime bir "iman ölçer!" alıp Atatürk'ün imanını ölçmek değildir. Ayrıca bu kimsenin haddine de değildir. Atatürk yapıp ettikleriyle her şeyden önce Türk insanının canını, namusunu, vatanını kurtarmıştır. Bu ona minnet duymak için yeter de artar bile. Benim bu yazıdaki amacım çokça çarpıtılan bir konuyu açıklığa kavuşturmaktır.
Son zamanlarda sözüm ona “Atatürk’ün dinsizliğine” en büyük kanıt olarak onun 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasının sonundaki “Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları!” sözü gösterilmektedir. Atatürk’ün sürekli istismar edilen ve çokça çarpıtılan bu sözünü açıklamanın zamanı geldi de geçiyor bile:

Öncelikle Atatürk’ün o sözünü –Atatürk’ü dinsiz göstermek isteyenlerin yaptığı gibi cımbızlamadan- öncesiyle sonrasıyla ortaya koyalım:
İşte Youtube’da yayınlanan “o videoda” yer almayan bölümleriyle Atatürk’ün 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasındaki o kısım:

“Aziz milletvekilleri,
Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.(Alkışlar)
Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.
Elimizdeki programın ruhu, bizi sadece bir kısım vatandaşlarla ilgilenmekten engeller, biz bütün Türk ulusuna hizmet ederiz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet kuruluşunu birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk. (Var ol sesleri) Bu olayın bizim, devlet yönetiminde kabul ettiğimiz, ‘Kuvvet birdir ve o ulusundur’ gerçeğine uygun olduğu ortadadır.(Alkışlar) Gücün tek kaynağı olan Türk Milletinin seçkin vekillerini, büyük mutlulukla, eğilerek selamlarım.(Bravo, yaşa sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar)” (
Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3, 1 Kasım 1937).
O Sözler, "CHP Prensiplerinin Hayattan Alındığı" Vurgusunu Güçlendirmek İçin Söylendi
Her şeyden önce Atatürk -tamamını buraya sığdıramayacağım için koymadığım- 1937’deki bu Meclis açış konuşmasında daha önceki Meclis açış konuşmalarında olduğu gibi Türk milletinin yükselmesi, ilerlemesi, refahı, mutluluğu için neler yapılacağını açıklamıştır. Ağır sanayinin kurulmasından, madenlerin işletilmesine, demiryollarından, kültür sanat politikalarına kadar Türk milletinin kalkınmasını sağlayacak birçok farklı alanda yapılanları ve yapılacakları sıralamıştır. Bütün bunları dönemin hükümetinin, CHP’nin yapacağını ifade etmiştir. Daha sonra “Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir.” demiş ve bu prensiplerin, yani CHP’nin ilkelerinin (6 ilke) zamana göre değişebilirliğini çok etkili bir şekilde vurgulamak için de “Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” demiştir. Böylece Atatürk CHP’nin prensiplerinin (ilkelerinin) dogma (donmuş, kalıplaşmış, değişmez) olmadığını, bu prensiplerin hayattan alındığı belirtmiştir. Yani Atatürk, “gökten indiği sanılan dogmalar” sözünü kutsal kitapları aşağılamak amacıyla değil, CHP’nin prensiplerinin hayattan alındığını, dolayısıyla dinamik/değişebilir/gelişebilir prensipler olduğunu çok güçlü bir şekilde ifade etmek için söylemiştir. Bu söylem tarzı (teşbih/benzetme) Atatürk’ün sıkça başvurduğu yöntemlerden biridir. Atatürk konuşmalarında özellikle öne çıkarmak, altını çizmek istediği noktaları böyle dikkat çekici, sarsıcı benzetmelerle, karşılaştırmalarla belirginleştirmiştir. Burada da CHP’nin prensiplerinin hayattan alındığını, bu prensiplerin değişebilirliğini, zamana uygunluğunu, dinamikliğini vurgulamak için çok radikal bir şekilde bu prensipleri kutsal kitaplardaki hükümlerle/dogamalarla karşılaştırmıştır. Ancak Atatürk bu karşılaştırmayı yaparken –hep iddia edildiği gibi- asla dinlere, kutsal kitaplara hakaret etmemiştir.Burada kutsal kitapları yanlış anlayan din bezirganlarına üstü kapalı bir gönderme yapmış, onların yanlış kutsal kitap algılarını "sanmak" diyerek eleştirmiştir. Çünkü Atatürk, kitapların gökten indiğini "sananlardan" değildir, O kitapların "gökten" inmediğini çok iyi bilmektedir!
Atatürk'ün "Vatan ve Türk Ulusu" Vurgusu Görmezden Geliniyor
Çok daha önemlisi Atatürk, Atatürk karşıtı psikolojik savaşçıların cımbızladıkları "o sözlerinden" hemen sonra çok çarpıcı bir şekilde, yolunu çizen şeyin vatanı, Türk milleti ve tarihten aldığı dersler olduğunu belirterek ayrım yapmadan bütün Türk ulusuna hizmet etecekelerini şöyle ifade etmiştir: "Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır. Elimizdeki programın ruhu, bizi sadece bir kısım vatandaşlarla ilgilenmekten engeller, biz bütün Türk ulusuna hizmet ederiz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet kuruluşunu birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk. (Var ol sesleri) Bu olayın bizim, devlet yönetiminde kabul ettiğimiz, ‘Kuvvet birdir ve o ulusundur’ gerçeğine uygun olduğu ortadadır.(Alkışlar) Gücün tek kaynağı olan Türk Milletinin seçkin vekillerini, büyük mutlulukla, eğilerek selamlarım." Görüldüğü gibi Atatürk, kendisini "din düşmanı" olarak göstermek isteyen "cımbızcıların" görmezden geldikleri bu sözleriyle "gücün tek yaknağının Türk milleti olduğunu ve Türk milletine hizmet ettiklerini" ifade etmiştir. Önemli olan da bu değil midir? Aslında 1937 Meclis konuşmasının en can alıcı noktası "gökten indiği sanılan kitapların dogmaları" sözü değil, ondan hemen sonra gelen "Bağrından çıktığımız yurt (VATAN) ve TÜRK ULUSU" vurgusur.
Atatürk'ün, "Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları" Sözünün Şifresi
Sırayla gidelim:
1. “Gökten indiği sanılan kitaplar” ifadesinde ilahi dinlere hakaret yoktur: Şöyle ki: Evet! Burada bir eleştiri vardır, ancak bu eleştiri kutsal kitaplara değil, kitapların "gökten indiği sanrısına" yönelik bir eleştiridir. Çünkü ilahi dinlerin (Tanrısal kaynaklı-kitaplı dinlerin) kutsal kitapları "gökten inmemiştir". Hele hele son İslam dininin “gökten indiğini iddia etmek” abesle iştigal olur. Çünkü Kuran’ın gökten indiğini iddia etmek her şeyden önce Allah’ı  gökte sanmak olur ki bu büyük bir yanılgıdır. İslam'da Allah mekan ve zaman üstüdür. Belli ki İslamın Semavi (göksel) din, Kuran’ın Semavi (göksel) kitap olduğu şeklindeki genel kabulden hareket edenler, yüzeysel bir bakışla, Kuran’ın gökten yere indiğini düşünmektedirler. Aslında gökteki bir tanrı inancı Hem İslama inananların hem de ona inanmayanların ortak bilinç altıdır. Oysa ki, İslama göre ne gökte bir tanrı vardır, ne İslam semavi bir dindir, ne de Kuran gökten inen bir kitaptır. Burada “inmek” sözüyle kastedilen “boyutsal” bir durumdur. İslami kaynaklara göre Kuran İslam peygamberi Hz. Muhammed’e vahiy şeklinde “ilham” edilmiştir, indirilmiştir, ama "gökten" indirilmemiştir. Kuran’da geçen “İnme” sözcüğünün Arapçası “Nüzul”dur ki, “Nüzul”(İnme) çok farklı anlamlarda kulanılmıştır, kullanılabilir. Bir kaç örnek vermek gerekirse: Örneğin “Nüzul” sözcüğünün kökü “NZL"dir. Buradan hareketle örneğin, “teNZiLat” indirimdir, ama “gökten indirim değil”, fiyatlarda indirimdir! “NeZLe” “sinüslerdeki akıntının akciğerlere inmesi” olayıdır. Burda "sinüs akıntısının gökten inmesi" değildir kuşkusuz! Hatta birde “inme” vardır, yani “felç”. Bilindiği gibi felç de gökten inmemiştir! Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Aslında bizzat İslam dininin ana kaynağı Kuran’da, Kuran’ın indiği ancak gökten inmediği açıkça ifade edilmiştir. Şöyle ki. Kuran’da (39-Zümer-1)’de “Tenzîlul kitâbi minallâhil azîzil hakîm(hakîmi)”. (نزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ ) yani “Bu kitabın indirilişi aziz ve hakim olan Allah’tandır”. Elmalılı Hamdi Yazır başta olmak üzere bütün Kuran tercümelerinde bu ayet burada verdiğim meale yakın bir şekilde çevrilmiştir. Hiçbir tercüme de “gökten indirildi” ifadesi yoktur. Daha doğrusu “gök”gökyüzü” ifadesi yoktur. Görüldüğü gibi Atatürk çok haklıdır. Gerçekten de kutsal kitapların, özellikle Kuran’ın gökten indirildiği hakikaten de bir “sanrıdır”. Demek ki, asıl dine hakaret “Kuran’ın gökten indirildiğini” sanmaktır. Demek ki neymiş! Atatürk Kuran’a, bugün ona dinsiz damgasını yapıştıranlardan çok daha fazla hakimmiş.
2. Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” cümlesindeki “dogmalar” ifadesi kutsal kitap sözlerine hakaret değildir: Şöyle ki: bütün sözlüklerde “Dogma” sözcüğü “Kat'i olarak ileri sürülen fikir.” anlamındadır. Sözcük Fransızca “Dogme” sözcüğüne dayanmaktadır. “Dogma” sözcüğü Türk Dil Kurumu’nun “Türkçe Sözlüğü”nde aynen şöyle tanımlanmıştır: “(Fr. Dogme. Yunan. Fel.)Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas. (TDK, Türkçe Sözlük, 9. bas. Ankara, 1998, s. 609). Dolayısıyla kutsal kitapların “dogma” olduğunu söylemek gerçeği ifade etmektir. Bilindiği gibi Kuran’daki ilkelerin değişmez, zaman ötesi ilkeler, Fransızca söylersek (dogme) olduğunu bizzat Kuran ifade etmiştir, Müslümanlar da bu ilkeye inanmıştır. Asıl Kuran'ın "dogma" (değişmez) olmadığını söylemek Kuran'a hakarettir! Bu nedenle Atatürk “kitapların dogmaları” derken kutsal kitaplara ve özellikle de Kuran'a hakaret etmemiş, gerçeği ifade etmiştir. Nitekim Atatürk, söz konusu konuşmasında, “Bizim prensiplerimizi dogmalarla bir tutmamalıdır” dedikten sonra, “Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” demiştir ki, burada da “dogma” sözcüğünün birebir sözlük anlamından, yani “Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas.” açıklamasından hareket etmiştir. Atatürk, “Bizim prensiplerimiz dogma değildir” derken, kendi prensiplerinin "gökten" veya "gaipten" yani "bilinmeyen bir kaynaktan/görünmez alemden" değil doğrudan doğruya bilinen, görülen yaşamdan alındığını, yani dogmaların aksine “doğruluğunun sınandığını” yani "bilimsel" olduğunu anlatmak istemiştir. Böylece devletin din kurallarıyla değil hayattan alınan dünyevi kurallarla yönetileceğini, doğrusunun bu olduğunu anlatmak istemiştir. Atatürk bu sözleriyle çok güçlü, "sarsıcı", bir laiklik vurgusu yapmıştır. Tabi ki devletin kutsal kitap kurallarıyla, din kurallarıyla yönetilmesini isteyenlerin bunu anlaması olanaksızdır. Atatürk bu sözleriyle, kutsal kitaplara/dinlere değil, sürekli değişken, dinamik bir yapısı olan devlet yönetiminin "dogmalara" yani değişmeyen" kitaplara/dinlere göre belirlenmesine ve bir de "kitapların gökten indiği sanrısına" dayanan kutsal kitap yorumuna/anlayışına, itiraz etmiştir.
Tabi buradaki yanlış anlaşılmada zaman içinde sözcüklerin içinin boşaltılması ve o sözcülere yeni anlamlar yüklenmesi de etkilidir. Örneğin Atatürk'ün kullandığı "Dogma" sözcüğü Fransızcadan dilimize yeni geçmiş bir sözcük olması bakımından "sözlük anlamıyla" kullanılıyordu, ancak zaman içinde içi boşaltılıp, adeta "dinlere hakaret" anlamında kullanılmaya başlanmıştır. "Dogma" sözcüğünü bugun dinlere hakaret olarak kullananların olması, 76 yıl önce Atatürk'ün o sözcüğü yukarıda verdiğimiz şekilde sözlük anlamıyla kullandığı gerçeğini değiştirmez. Ama günümüzün Atatürk karşıtı "psikolojik savaş uzamanları" bu tarz kurnazlıklarla gerçekleri çok ustaca çarpıtabilmektedir.
Atatürk'ün  Bütün Meclise Ayakta Fatiha Okuttuğu Meclis Konuşması
Atatürk'ün 1937 Meclis konuşmasındaki bir sözünü cımbızlayıp çarpıtarak "Atatürk'ü dinsiz" göstermeye çalışan din bezirganları, Atatürk'ün diğer Meclis konuşmalarındaki dinsel vurgularını, İslam dininden övgüyle söz etmelerini ve hatta bir keseresinde bütün Meclisi ayağa kaldırıp fatiha okuttuğunu toplumdan gizlerler veya bunun farkında bile değildirler.
Evet! Yanlış okumdanız, Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın hemen sonrasındaki 13 Ağustos 1923 tarihli Meclis konuşmasında Kurtuluş Savaşı'nın nasıl güçlüklerle kazanıldığını ifade edip, milletvekillerini şehitlerin ruhlarına Fatihalar okumaya çağırmıştır.
İşte bizim uyanık "cımbızcıların" hiç dikkatini çekmeyen Atatürk'ün o Meclis konuşması:
"Sayın arkadaşlar, Açıklamalarıma son vermeden önce hepinizi büyük bir göreve davet etmek istiyorum. Geçirdiğimiz buhranlı günlerin onurlu kahramanlarını hep birlikte kutsayalım. (Alkışlar)
Onlar arasında, savaş alanlarında düşman silahları ile göğüsleri delinmiş mutlu kişiler olduğu gibi, yangınlarda, ateşlerde yakılmış talihsiz çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar da vardır.
Onlar arasında namusları saldırıya uğramış sonsuza dek ağlayacak genç kızlar da vardır.
Onlar arasında yurtlarını kaybetmiş aileler, evlatlarını gömmüş analar vardır ve yine onlar arasında savaştaki namus görevini onurla yaparak bu gün memleketlerine dönmüş gaziler vardır.
Onlardan şehitlik mertebesine erişenlerin ruhlarına fatihalar armağan edelim.

(Ayakta fatiha okundu)".  (
13 Ağustos 1923 Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, C. 1, Sayfa 36)
Meclis tutanağına yansıdığı şekliyle Atatürk şehitlerin ruhlarına fatihalar okunmasını isteyince milletvekilleri "ayakta fatiha okumuştur."
Atatürk'ün 1923 Meclis konuşmasının ve sonrasındaki davranışının arkasında bir şeyler arayanlar, "canım o strateji!" diyenler, nedense 1937 konuşmasındaki sözünün arkasındaki gerçekleri, bunun neden, hangi amaçla söylendiğini hiç araştırmadan, olduğu gibi anlama (yanlış anlama) yoluna gitmişleridr. Hatta yukarıda anlattığım gibi o sözleri gerçek zemininden koparıp, başını sonunu kesip (cımbızlayıp) çarpıtmışlardır
SONUÇ:
"...Fakat bu prensipleri (CHP ilkeleri), gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz. diyen Atatürk’ün aslında ne demek istediğini özetlersek:

1. Atatürk, bu sözü, CHP ilkelerinin değişebilir, zamana, hayata uygun ilkeler olduğunu daha iyi vurgulamak için “anlam güçlendirici” olarak kullanmıştır. Bu onun yöntemlerindendir.

2. Üstelik kutsal kitaplar, hele İslamın kutsal kitabı Kuran gökten inmemiş, Allah tarafından indirilmiş/ilham edilmiştir. Bu konuda “Zumer Süresi-1”de “Kuran’ın Allah tarafından indirildiği” ifadesi vardır, ancak Kuran’ın “gökten indirildiği” ifadesi, daha doğrusu “gök” ifadesi yoktur. Çünkü zaten İslam göre Allah gökte değildir. “Allah insana şah damarından daha yakındır, Allah her yerdedir.” Allah’ın gökte olduğu inancı eski pagan dönemlere (İslam öncesi zamanlara) ait bir kavramdır. Örneğin, eski Türklerde Tanrı’nın gökte olduğunun düşülmesi ve “Gök-Tanrı” ifadesinin kullanılması gibi. Yani Atatürk haklıdır, kutsal kitaplar, hele Kuran “gökten” inmemiştir. Bunu düşünmek Atatürk'ün dediği gibi "sanmaktır", "sanrıdır".

3.Kitapların dogmalarıifadesi de çok doğru bir kullanımdır. Çünkü “dogma” sözcüğü “değişmeyen kurallar” anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi Kuran da sonsuza kadar değişmeyen, değişmeyecek bir kitaptır. Atatürk, sadeleştirilmiş haliyle, "bizim prensiplerimizi değişmeyen kuralların yer aldığı kitaplarla asla bir tutmamaldır" derken, kendi prensiplerinin "değişkenliğine" vurgu yapmış, devletin değişmeyen değil, değişen, dünyevi kurallarla yönetileceğini anlatmak istemiştir. Yani din ve devleti ayırmış, laiklik vurgusu yapmıştır. Atatürk bu sözüyle dinleri, kutsal kitapları değil, "sanmak" diye adlandırdığı yanlış kutsal kitap algısını ve doğru ya da yanlış algılanmış "değişmez din kurallarının" (dogmaların) devlet yönetimine egemen olmasını eleştirmiştir. 
4. Atatürk, ölümünden yaklaşık bir yıl kadar önce bu kısa cümleye adeta o büyük DEHASINI saklamış gibidir. Nereden bilebilirdi cahil bırakılmış, dinle kandırılmış gelecek nesillerin onun bu kısa cümlesinde saklı dehayı görmek yerine bu cümleyi anlayamayacağını, hatta çarpıtacağını...

Görüldüğü gibi Atatürk, inansın, inanmasın, az inansın, çok inansın günümüzün dindar geçinen Atatürk düşmanlarından çok daha fazla İslam dinine ve o dinin kutsal Kitabı Kuran’a hakimdir. Atatürk düşmanları Müslüman Türk insanının algıda seçiciliğine, derin bilinç altına hitap ederek, Atatürk’ün 1937 Meclis konuşmasını cımbızlayıp, o konuşmada geçen bazı ifadelerini -bütün cehaletleriyle- çarpıtarak “Atatürk’ün dinsizliğine kanıt” olarak göstermişlerdir. Ancak ne demişler: Yalancının mumum yatsıya kadar yanar. Yatsı vakti beyler!...

Ah Atatürk’ümüz ah! Nelerle uğraşıyoruz! Bıraktığın eserin anlamının ve kıymetinin farkında olmayan cahil “din istismarcıları” senin sözlerini çarpıtıp, sana nasıl iftiralar atıyor!Ah!..
NOT: Atatürk ve din konusunda benim ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımı ve yine benim ATATÜRK'ÜN İSLAM DİNİNE HİZMETLERİ adlı yazımı öneririm (tıklayınız)


Sinan MEYDAN - 9 OCAK 2013

Köy enstitüleri… AKLI HAKİM KILMANIN YOLU… Mehmet Halil Arık



                                                                                                             17 Nisan 2014

Yıl 1926: Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati. 4 Köy Muallim Okulu açılıyor.
Yıl 1936: Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan.  Eğitmen Kurslar’nın açılışı… Köy Muallim Okullarının ihyası
Yıl 1940: Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel. 17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluşu.
Yıl 1941: köylerde çalışacak sağlık memuru ve ebelerin bu okullarda yetiştirilmelerine karar verilmesi…
Yıl 1935: 16 milyon nüfusumuzun 12 milyonu köylerde yaşıyor.
İlkel bir şekilde tarımla uğraşıyor.
Köy ve toprak ağaların emrinde, onlara bağımlı şekilde yaşamlarını sürdürüyorlar.
40 bin köyün 35 000 inde okul ve öğretmen yok.
1 700 000 çocuktan sadece 300 000 i okula gidebiliyordu. Bunlardan sadece binde biri bir üst kademedeki okullara devam edebiliyor..
Yüzde olarak, erkeklerin % 76.7 si, kadınların % 91.8 zi okur yazar değildi.
Öğretmenlerin %78 zi kentlerde. % 22 si de okulu olan 4-5 bin köyde. çalışmakta.
(%80 nüfusa öğretmenlerin %22, %20’lik 4 milyon nüfusa, öğretmenlerin %80’i…)
Şehirlere alışkın olan öğretmenler, uyum sağlayamama nedeniyle köylere gitmiyor.
Çünkü mevcut öğretmenlerin tamamı şehir kökenli.                                                                          İlkel de olsa, üretim araçları ağaların elinde..                                                                        Köye, çiftliğe, mezraya doktor , hemşire, ebe gitmez...
Hastalar, üfürükçülerin, nuskacıların, ermişler gözü ile bakılan kişilerin eline bırakılmış...
Ülkenin bu durumu, Atatürk ilke ve inkilaplarına, Cumhuriyetin halkçılık felsefesine aykırıydı. Yurtseverler vardı o zaman işbaşında…sorunlara, bireysel çıkarsız çare arayan…             Zamanın MEB Saffet Arıkan ve İsmail Tonguç’un uğraş ve 3 yıllık denemeleri sonunda Köy Enstitüleri kuruldu                                                                                                                                  
*** Ne var ki; ta kuruluşunda belirgindi ilk kötü niyet.                                                                                   Uzun ömürlü parlayamayacaktı bu aydınlanmanın ışığı..                                                          Parlamentonın yapısı açıkça koyuyordu bunu ortaya.
426 milletvekili vardı parlamentoda. 178’i katılmadı o günkü oturuma.
Kalan 278’le (katılanların oybirliği) geçti kanun.  Bayar ve Menderes de dahildi oylamaya katılmayanlara…
Fazla uzun sürmedi zaten, oylamaya katılmayan 178’lerin istifaları ile DP’nin kuruluşu.
Kitaptı Köy Enstitüleri.. Işıktı. Bilinçti. Özgürlüktü. Hakça bölüşümdü. Emekti. Özgüvendi.
Kalkınmanın özüydü… Hedefi çağdaç uygarlığa ulaşmaktı, çalışmakla… üretmekle
Rehberi bilimdi…Fendi. Yaparak ve üreterek öğrenmekti… öğretmekti. 
Kitap, mermi gibidir demişti İsmet İnönü. Kitabın gücünü ortaya koyan bir ifadesiydi bu…
İşte bu güçten korkan yarasalar yıktı Köy Enstitülerini, ellerine geçirdikleri ilk fırsatta!..
“Biz ulusal varlığın temeliyiz köküyüz;
Biz yurdun öz sahibi efendisi köylüyüz’”den korktular…
“Milletin her kazancı, milletin kesesine”den korktular.
Yetişen gençler, babalarına benzemiyordu. Ağalık ve aşiret düzenine karşı baş kaldırıyorlardı. Şeyh ve şıhların eteklerini öpmüyorlar, ağaların önünde baş eğmiyorlardı. Bilime önem veriyorlar, ağalık sistemini ve köylünün fakirliğini sorguluyorlardı. Hak hukuk aramaya başlıyorlardı. Atatürk İlke ve devrimlerini, düşüncelerini en üst seviyede tutmaya başlıyorlardı. Bu gençlerin çoğalması, Birçok insanın menfaatlarına dokunacağı kaçınılmazdı.
*Büyük toprak ağası, Eskişehir Milletvekili Abidin Fotuoğlu, bir konuşmasında, henüz mezun dahi vermeyen Köy Enstitüler için 1943 de, “Bunlar yetiştiklerinde bizim kafamızı keserler” demişti. Yetiştiler ama kafa da kesmediler.*                                                                           Köy Enstitüleri;17 Nisan 1940’ta “iyi niyetlerle” kuruldu, 1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti, tarafından 27 Ocak 1954 de  (tamamen ve fiilen) “kötü niyetle” yıkıldı. Bu darbe; Türk Milli Eğitiminin aldığı ilk büyük darbedir. İkinci büyük darbeyi de 4+4+4 ihanet yasası ile almıştır.
Köy Enstitülerinde toplam olarak 17342 öğretmen yetişmiştir. Bunların 1398 i bayan 15943 ü erkektir. Yine bu okullarda 7300 sağlık memuru, 8756 eğitmen yetişmiştir. Bu gün aramızda ancak kelaynak nüfusuyla kıyaslanabilecek kadar kalmış olan o aydınlanma neferlerinin ellerinden öpüyoruz.
 Ne mi olurdu Köy Enstitüleri kapatılmasaydı!?...                                                                       Köyden kente göçler olmazdı… Yoksulluk ve yolsuzluk olmazdı….Okumayan çocuk kalmazdı… Doğu batı ayrımı kalmazdı Anadoluda… Ayrılıkçı aymazlar türemezdi…Çorak toprak kalmazdı… Kadın cinayetleri olmazdı… Çocuk gelinler olmazdı… Saman ithal etme soytarılığını yaşamazdı bu ülke… Ordusu üzerinde operasyon yapma cesaretini bulamazdı hiç kimse… Askerinin başına çuval geçirilme rezaleti yaşanmazdı… Ayakkabı kutularıyla “yeşiller geldi” haberleri ulaştırılmazdı arsızlara… Ne idüğü belirsizler, hırsızlıklarına rağmen, kişilik haklarının zedelendiği iddiası ile davalar açamazlardı… %50’şerlik iki dilim olmazdı bu ülke!.. Seçim şaibeleri ile çalkalanmazdı ülke, her seçim sonrası…
Ağızlar bu denli kirlenmezdi… Arlanma, utanma olurdu siyasetin özünde. Hesap verebilirlik erdem sayılıtdı siyasette!... Olmayan demokrasi, “ileri” adıyla yutturulmaya kalkılmazdı… Hukuk olurdu hukuk!.. Hırsıza hakim seçme hakkı tanınıp da terazisi kabaktan, dirhemi b.ktan olmazdı hukukun.
Ne peşkeş olurdu… ne de özelleştirme adı altında yaşanan kepazelikler…”Milletin her kazancı, milletin kesesine” tam buydu işte!... Heykeller ucube olmazdı, öfke hitabette sanat diye yutturulmazdı… Sokaklara salmak için dolu dolu %50 “dindar-kindar” ehli erzak torbalarıyla beslenmezdi…
“Çalıyo-çalışıyo” zihniyetinin hakimiyeti, ülke üzerine bir kabus gibi çökemezdi…Bir hediyeyi beyan etmediği için “gavur ellerinde” istifa eden erk sahiplerini bizlerde ülkemizde görür olurduk; şayet Köy Enstitüleri kapatılmasaydı!...
Kısaca, onur-şeref-dürüstlük adına; her ne var etmekteyse demokrasinin gereklerini, eksiksiz tamam olurdu erdem. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış mutsuzlukları aşmış, sevgi ve saygının hakimiyetinde gerçek demokrasinin özlemini çekmeyen, kula kulluğu yenmiş bir ülke olurduk!..
Adam olurduk!...

Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci – DENİZLİ
mehmethalilarik@gmail.com




18 Nisan 2014 Cuma

Kemalizmi Yadsıma ve Yokoluş/Metin Aydoğan



Yaklaşık birbuçuk yıl içinde yapılacak üç önemli seçimden, yerel yönetimlerle ilgili olanı 30 Mart'da yapıldı. Halkın önemli bir bölümü, son dönemde siyasi ve insani ahlakla bağdaşmayan olayların yaşanması nedeniyle, yönetim erkini elinde bulunduranların güç yitireceğini bekliyordu. Bu beklenti gerçekleşmedi. CHP ve MHP ancak AKP kadar oy alabildi. Acaba daha iyi bir sonuç elde edebilirler miydi? Bu soruya yanıt vermek gerekir. Bunun için bu iki partinin, özellikle de CHP'nin; bugünkü yapısını, halkla ilişkilerini ve tarihsel köklerini incelemek gerekir. Cumhuriyeti kuran, devrimleri gerçekleştiren ve Türkiye'yi çağa taşıyan bir parti nasıl oluyor da karşı devrimci bir parti karşısında bir varlık gösteremiyor? CHP'nin kuruluşu ve günümüze dek geçirdiği süreç incelendiğinde bu soruya bir yanıt bulunabileceği kanısındayız. Dört bölüm halinde hazırladığımız yazıları bu amaçla yayınlıyoruz.
HALK BU DEĞİŞİMİ YUTTU MU ?

YIL 1950 ÜYE SAYISI :1 898 394
YIL 2013 ÜYE SAYISI: 973 bin 363 dür

Atatürk’ü Kullanma

Cumhuriyet Halk Partisi, 1950 seçimlerine Atatürk’ün adını kullanarak; “Vatandaş, oyunu Atatürk’ün kurduğu, İnönü’nün başında bulunduğu CHP adaylarına ver” çarpıcısözüyle (sloganıyla) girdi.

Bu davranış, Atatürk’ü siyasi amaçla kullanma girişiminden başka bir şey değildi. Atatürk’ün yaşamı boyunca gerçekleştirdiği ilkelerin tümü uygulamadan kaldırılıyor, onun kurduğu bir parti olduğu söylenerek halktan oy isteniyordu.

Üstelik seçim bildirgelerinde, mitinglerde ve hükümet kararlarında hala, Demokrat Parti’yi bile şaşırtan ödünler veriliyor, sözler söyleniyordu:

“Devlet yalnızca özel sektörün kârlı bulmadığı alanlara yatırım yapacak, kâr amacıyla girişimde bulunmayacaktır.

Denizyolu ve eşya taşımacılığı özel girişime bırakılacaktır. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun 17.maddesi tümüyle kaldırılacaktır.

Devlet, şirket ortağı kişilere yeni olanaklar sağlayacaktır.
İmam hatip kursları açılacak, hacca gitmek isteyenlere devlet döviz verecektir. İlkokullara din dersi konacak, 1925’ten beri kapalı olan türbeler yeniden açılacaktır.”11 Halka, Atatürk’ün adı kullanılarak bunlar söyleniyordu.

Şemsettin Günaltay’ın 14 Ocak 1949’da başbakan yapılmasıyla din bağlantılı siyasi ödünler yoğunlaşacaktır.

Günaltay, medrese eğitimli ilk başbakandır ve Cumhuriyet gelenekleriyle çelişen uygulamaları gecikmeyecektir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 4 Şubat 1949’da Arapça ezan okunacak; 4 Mayıs’ta Vatana İhanet Yasası, 1 Mart 1950’de Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına İlişkin Yasa, yürürlükten kaldırılacaktır.

Seçimlerden iki ay önce, 23 Mart 1950’de İsmet İnönü, “Anayasa’nın değiştirilerek ‘altıok’un Anayasa’dan çıkarılacağına” yönelik halka söz verecektir.12

Parti yönetimi, bu tür sözler verip açıktan yürütülen bir karşı-devrim hareketine girişirken; CHP, büyük çoğunluğu Müdafaa-i Hukuk geleneğine bağlı yaygın bir örgüt ağına sahipti.

63 il, 490 ilçe, 1084 bucak şubesi, 19 667 köy ocağı, 2056 mahalle ocağı, 1584 semt ocağı ve 1 898 394 üyesi vardı.13 Üye sayısı, 1950’de 20,9 milyon olan Türkiye nüfusunun yüzde 9’una denk geliyordu, bu oran günümüz nüfusu için 6 milyondan çok üye demekti.

ŞİMDİ İSE

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının siyasi partilere ilişkin verilerine göre, 10 Ekim 2013 tarihi itibariyle CHP'nin üye sayısı 973 bin 363 dür.

Metin Aydogan
Kemalizmi Yadsıma ve Yokoluş

10-11 Mayıs 1946’daki 2. Olağanüstü ve 17 Kasım-3 Aralık 1947’deki 7.Olağan Kurultaylar, ülke dışındaki gelişmelere uyum için yapılan ve yapılmakta olan değişikliklere hukuki zemin hazırlamak için toplandı. Sonradan yasalaştırılan tüzük ve program değişiklikleri, belirgin biçimde dışardan gelen istekleri karşılamaya; yabancılara, özellikle de Amerikalılara hoş görünmeye dayanıyordu.
Parti programının seçim biçimini belirleyen 4.maddesi kaldırılmış, 1876’dan beri, yetmiş yıldır yürürlükte olan iki dereceli seçim biçimi, hiçbir ön çalışma yapılmadan birden bire değiştirilmişti. Sınıf esasına göre dernek kurmayı yasaklayan 22.madde kaldırılmış, kağıt üzerinde kalan göstermelik bir serbestlik getirilmişti. “Değişmez genel başkanlık”, yine kağıt üzerinde, değişebilire dönüştürülmüş, parti içindeki “bağımsız küme” kaldırılmıştı.1
Sıradışı ivedilikle bir yıl içinde yapılan değişiklikler, en büyük zararı devletçilik ilkesine vermişti. Devlet yatırımları sınırlanmış, devletçilik anlayışı bırakılmıştı. Toprak reformu amacıyla çıkarılan, Çiftçiyi Topraklandırma Yasası uygulanmadan bir kenara itilmiş, köy enstitüleri önce amacından saptırılmış ve ortadan kaldırılacak duruma sokulmuştur. İmam hatip okulları, Kuran kursları açılmış, ilkokullara din dersi konulmuştu.2


Yedinci Kurultay: Mc Carthycilik Türkiye’de

7.Kurultay’da, o dönemde Amerika’da çok yaygın olan anti-komünist yükselişe uygun, öyle uygulamalar yapıldı ki bunlar, ABD’de aydın düşmanı olarak ünlenen tutucu senatör Mc Carthy’nin görüşlerinin hemen aynısıydı. CHP Kurultay’ında yapılan önerilerde, komünistlerin bütün kamu ve özel kuruluşlardan, özellikle de devlet kuruluşlarından atılması isteniyordu.3
Parti Kurultayında yeni baskı kararları alınırken, CHP milletvekilleri Meclis’te ABD’ye övgülerle dolu akıl dışı söylevler veriyordu. Başbakan Şükrü Saraçoğlu, o günlerde, Amerika’ya 4.5 milyon dolarlık borcun ödenmesi üzerine yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Hepimiz inanıyoruz ki, biz bu parayı vermekle borcumuzun yalnız maddi kısmını ödüyoruz. Amerika’ya, bir de manevi borcumuz vardır ki; onu da, hürriyet, adalet, istiklâl ve insanlık davalarında Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunmak suretiyle ödemeye çalışacağız.” 4
CHP İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver ve CHP Bursa Milletvekili Muhittin Baha Pars ise Meclis’te şunları söylüyorlardı: H.Suphi Tanrıöver; “Dünyaya ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var. Işık Amerika’dan geliyor. Ümit nereden geliyor, Amerikadan geliyor.” 5 M.Baha Pars: “Bugün bu büyük milletin, Amerika’nın insanlığa yaptığı yardımı hatırlayıp teşekkür ederken, peygamber gibi temiz ve kusursuz Roosvelt’i ve onun halefi olan, kıymetli devlet ve millet adamı Truman’ı hürmetle selamlarım.” 6

Eğitimde Geri Dönüş

Köy enstitülerinin kurulmasını istekle desteklemiş olan İsmet İnönü’nün, bu okulların ortadan kaldırılmasına neden göz yumduğu ve imam-hatip okul ve kurslarının açılmasına bu denli kolay nasıl izin verdiği, şimdiye dek çok tartışılmış bir konudur. Politika değişikliğinin nedeni kuşkusuz ABD ile girilen ilişkiler ve yapılan ikili anlaşmalardır.
Bunun kanıtı İsmet İnönü’nün sözleridir. İnönü, günlük notlarından oluşan Defterler adlı kitapta, yabancıların imam hatip açtırmada çok ısrarcı olduklarını ve okulları bitirenlerin harp okullarına alınmasını istediklerini açıklar. İlişkilerin ve isteklerin niteliği konusunda aydınlatıcı olan bu açıklamada İnönü aynısıyla şunları yazar: “Yabancılar (Amerikalılar diye okumalısınız y.n.), imam hatip mezunlarını Harbiye’ye almamızı söylediler. Bunu Sultan Abdülhamit ordusuna dönüş sayarım... Oldubitti yaptırmayacağız.” 7
İsmet İnönü, imam hatip çıkışlıları Harpokullarına aldırmadı ancak Cumhurbaşkanlığı döneminde birçok imam hatip okulu ve kursu açtırdı. Ondan sonraki CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, yabancıların bu isteğini yerine getirdi ve imam hatip mezunlarının Harpokullarına alınmasını Meclis’ten geçirdi ancak dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün vetosu nedeniyle bu girişim yasalaşmadı.


Ödün Verme Yarışı

Cumhuriyet Halk Partisi, 1945-1950 arasında yaptığı 2.Olağanüstü ve 7.Olağan Büyük Kurultay’la, kurulmasına izin vermek zorunda kaldığı Demokrat Parti’yle, Devrimler’den ödün verme yarışına giren bir parti durumuna geldi. Verdiği ödünler birçok konuda, karşıtı DP’nin isteklerini bile aşıyordu. Dayandığı kitlesel tabanda sınıfsal ayrım bulunmayan bu iki parti, ideolojik ve örgütsel olarak birbirine çok yakındı.8
Şevket Süreyya Aydemir “Menderes’in Dramı” adlı yapıtında CHP programı ile DP programı arasındaki benzeşmeyi şu sözlerle açıklar: “Demokrat Parti programındaki görüş, Halk Partisi’nin devletçilik görüşüyle karşılaştırılınca, Demokrat Parti’nin daha devletçi sayılması pekala mümkündür. Altıok’un diğer beş ilkesini de aynı biçimde karşılaştırabiliriz. Ve görürüz ki, Demokrat Parti, Halk Partisi’nden yalnız kadrosunu değil, programını da aktarmıştır.” 9


14 Mayıs 1950; Yönetimi Yitiriş

CHP, 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimleri yitirdi ve bir daha tek başına yönetime gelemedi. 1950-1980 arasındaki otuz yıllık süreç, halktan koparak topluma yabancılaşmanın, Atatürk’ün adını kullanarak Devrim İlkeleri’nden geri dönüşün ve dışarıya bağlanmanın tarihi gibidir.
12 Eylül 1980’de eylemsel olarak kapatıldığında, Kurtuluş Savaşı’nı veren Müdafaa-i Hukuk hareketinin devrimci mirası üzerine kurulmuş olan Halk Fırkası anlayışı, duygu ve düşünce olarak zaten yok olmuştu. Atatürk’ün ölümünden 1980’e dek 19 Olağan, 8 Olağanüstü Kurultay yapıldı, tüzükler programlar değiştirildi ve birçok yeni karar alındı. Ancak, bunların tümü söylendiği gibi değişim, gelişim ve ilerleme değil, gerileme ve Atatürkçülüğün karşıtına dönüşme sürecini oluşturdu.


Atatürk’ü Kullanma

Cumhuriyet Halk Partisi, 1950 seçimlerine Atatürk’ün adını kullanarak; “Vatandaş, oyunu Atatürk’ün kurduğu, İnönü’nün başında bulunduğu CHP adaylarına ver” 10 çarpıcısözüyle (sloganıyla) girdi. Bu davranış, Atatürk’ü siyasi amaçla kullanma girişiminden başka bir şey değildi. Atatürk’ün yaşamı boyunca gerçekleştirdiği ilkelerin tümü uygulamadan kaldırılıyor, onun kurduğu bir parti olduğu söylenerek halktan oy isteniyordu.
Üstelik seçim bildirgelerinde, mitinglerde ve hükümet kararlarında hala, Demokrat Parti’yi bile şaşırtan ödünler veriliyor, sözler söyleniyordu: “Devlet yalnızca özel sektörün kârlı bulmadığı alanlara yatırım yapacak, kâr amacıyla girişimde bulunmayacaktır. Denizyolu ve eşya taşımacılığı özel girişime bırakılacaktır. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun 17.maddesi tümüyle kaldırılacaktır. Devlet, şirket ortağı kişilere yeni olanaklar sağlayacaktır. İmam hatip kursları açılacak, hacca gitmek isteyenlere devlet döviz verecektir. İlkokullara din dersi konacak, 1925’ten beri kapalı olan türbeler yeniden açılacaktır.”11 Halka, Atatürk’ün adı kullanılarak bunlar söyleniyordu.


Geçmişinden Kopmak

Şemsettin Günaltay’ın 14 Ocak 1949’da başbakan yapılmasıyla din bağlantılı siyasi ödünler yoğunlaşacaktır. Günaltay, medrese eğitimli ilk başbakandır ve Cumhuriyet gelenekleriyle çelişen uygulamaları gecikmeyecektir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 4 Şubat 1949’da Arapça ezan okunacak; 4 Mayıs’ta Vatana İhanet Yasası, 1 Mart 1950’de Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına İlişkin Yasa, yürürlükten kaldırılacaktır. Seçimlerden iki ay önce, 23 Mart 1950’de İsmet İnönü, “Anayasa’nın değiştirilerek ‘altıok’un Anayasa’dan çıkarılacağına” yönelik halka söz verecektir.12
Parti yönetimi, bu tür sözler verip açıktan yürütülen bir karşı-devrim hareketine girişirken; CHP, büyük çoğunluğu Müdafaa-i Hukuk geleneğine bağlı yaygın bir örgüt ağına sahipti. 63 il, 490 ilçe, 1084 bucak şubesi, 19 667 köy ocağı, 2056 mahalle ocağı, 1584 semt ocağı ve 1 898 394 üyesi vardı.13 Üye sayısı, 1950’de 20,9 milyon olan Türkiye nüfusunun yüzde 9’una denk geliyordu, bu oran günümüz nüfusu için 6 milyondan çok üye demekti.


1950-60 Dönemi

22-27 Haziran 1953’de yapılan 10.Olağan Kurultay’da Kemalizm programdan çıkarıldı, yerine Atatürk yolu diye ne anlama geldiği belli olmayan bir kavram getirildi.14 21-24 Mayıs 1956’da yapılan 12.Kurultayda, biçimini on yıl önce kendilerinin belirlediği “demokrasi işleyişi”nden yakınılmaya başlandı. “Demokrasinin gerekli yasal güvenceden yoksun” olduğu, “rejimin selametini sağlamak için” yasal güvencelerin arttırılması gerektiği söyleniyor, bir an önce “nisbi seçim sisteminin uygulanması” isteniyordu.15 Dış isteğe bağlı olarak telaşlı bir acelecilikle “demokrasi” getirenler, getirdikleri “demokrasi”yi beğenmez duruma gelmişlerdi.
16.Kurultay (14-16 Aralık 1962)’da, Avrupa Birliği’ne (o zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu) üyelik başvurusu nedeniyle olacak, Batıya yöneltilen övgü sözlerinde belirgin bir artış vardı.
Kurultay bildirisinde; Avrupa’yla bütünleşme, NATO’ya bağlılık ve demokrasinin tüm dünyada korunmasından söz ediliyordu. Türkiye’nin, “Demokrasiyi karşılaştığı tehlikelerden dünya çapında korumak için kurulmuş olan Batı ittifak sistemine ve onun temel direği olan Atlantik Paktı'na (NATO y.n.) sarsılmaz bir sadakatle bağlı” olduğu söyleniyor, bu bağlılığın aynı zamanda “Türkiye’nin yerine getirmesi gereken kaçınılmaz bir ödev” sayıldığı dile getiriliyordu.16


Ecevit ve Ortanın Solu

18-21 Ekim 1966’da yapılan 18.Kurultay’da nereden ve neden çıktığı tam olarak anlaşılamayan ortanın solu diye bir kavram yoğun olarak tartışıldı. Sol, sosyal demokrasi, demokratik sol gibi tanımlar, Türk Devrimi’nin söylemlerinde yer almayan kavramlardı. Sosyalist Enternasyonel’in üyelik önerisi, 1927 Kongresi’nde kabul edilmemişti. CHP o güne dek bu tür tanımlardan uzak durmuştu. 18.Kurultay’da Genel Sekreter olan Bülent Ecevit, ortanın solu kavramına ısrarla sahip çıktı. Bu kavramı, 1974’de Demokratik Sol haline getirdi; 1976’da CHP’yi Sosyalist Enternasyonale üye yaptı ve sert söylemlerle düzen karşıtı eleştirilere başladı.
Ecevit, Atatürk devrimlerini “halka ulaşmadığı” ve yeterince “radikal (köklü y.n.) olmadığı” için eleştiriyordu. Bireylerin inançlarını açıkça uygulamaya sokabilmesi gerektiğini söylüyor, “laiklik uygulamalarına” katı oldukları için karşı çıkıyordu.17 Parti içindeki karşıtlarına çok sert davranıyor, bunların, daha önce “yeterince radikal” bulmadığı Kurtuluş Savaşı yöntemleriyle “ezileceğini” söylüyordu: “Biz halkı ezilmekten ve sömürülmekten kurtarmaya çalışıyoruz. Milli mücadelede de (Kurtuluş Savaşı y.n.), içerden kurtuluşu engellemek isteyenler olmuştur. Onlar nasıl yenildiyse, bugün sosyal ve ekonomik kurtuluş hareketine gösterilen engellemeler de öyle ezilecektir.” 18


Söylemler

28-29 Nisan 1967’de yapılan 4.Olağanüstü Kurultay’da “Sosyalizmi aşama olarak kabul eden komünistlerle hiçbir ilgimiz yoktur... Partimize yönelik olarak yapılan Marksist suçlamalarını nefretle karşılıyoruz... CHP sosyalist değildir ve olmayacaktır” biçiminde açıklamalar yapıldı.19
Ancak, Bülent Ecevit’in Türkiye’nin her yanına yaydığı söylemler, Ceza Yasası’nın 141. ve 142.maddeleri nedeniyle, soysalistlerin bile söylemekten çekineceği kadar sertti: “Toprak işleyenin su kullananın”, “Ne ezilen ne ezen, insanca hakça bir düzen”, “Bu düzeni değiştireceğiz”, “Toprak ve su ağalığına son”, “Köylünün olmayan toprakta, demokrasi olmaz”, “Toprak işgalleri devrimci eylemlerdir” gibi sözler söylüyordu.20
Söylenenler içinde devlete karşı özenle seçilmiş söz ve eleştiriler de vardı. “Sağda servet, aşırı solda devlet, ortanın solunda halk egemendir”, “Halk devletin değil, devlet halkın hizmetinde”, “Devlet ve servet köleliğine karşıyız”, “Yerel yönetimler gerçek demokrasinin gereği olan yetkilerle donatılacaktır”21 biçiminde sloganlaştırılmış sözler sıkça yineleniyordu.


Söz Var Eylem Yok

Bülent Ecevit uzun siyasal yaşamı boyunca; toprak, devrim, su kullanımı; tefeciden, ağadan ya da işbirlikçiden alıp, işçiye, köylüye vermek gibi konularda, söyledikleri yönde hemen hiçbir girişimde bulunmadı. 1970-1980 yılları arasında milyonlarca insanı peşinden sürüklemeyi başardı, iki seçim kazandı, iki kez hükümet kurdu ancak miting meydanlarında halka söz verdiği konularda, bir şey yapmadı. Gösterişli bir yükselişle elde ettiği siyasi gücünü sessizce yitirdi. 1999’da yeniden Başbakan olduğunda Türk halkı bambaşka bir Ecevit’le karşılaştı. “Toprak işgali”, “su kullanımı” ve “devrim”in yerini artık, “küreselleşme”, “global liberalizm” ya da “özelleştirme” söylemleri almıştı.


Ecevit’in Özgörevi (Misyonu)

Bülent Ecevit, verdiği sözleri yerine getirmedi ama önemli bir siyasi işlevi yerine getirdi. Altmışlı yılların sonuyla yetmişli yıllarda yayılan ve giderek toplumsal karşıtçılığa (muhalefete) dönüşen ulusçu ve bağımsızlıkçı halk deviniminin, denetim altına alınması ve giderek sönümlenmesine büyük katkısı oldu.
O dönemde işçi eylemleri gelişip örgütleniyor, köylüler toprak işgalleri yapıyor, üniversite gençliği anti-emperyalist nitelikli eylemlere girişiyordu. Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi hükümetleri bu eylemlere baskı uygularken, Ecevit devrimci söylemlerle ortaya çıkıyor ve toplumsal karşıtçılık, baskı yöntemlerinden çok daha etkili bir biçimde yön değiştiriyordu.


Ecevit-İnönü Çekişmesi

6 Mayıs 1972’de yapılan 5.Olağanüstü Kurultay, siyasi ahlak açısından doyumsuzluğun, vefasızlığın ve geçmişe saygısızlığın kaba örneklerinin yaşandığı bir kurultay oldu. Çok uzun bir süre CHP’nin hemen her şeyi olan İsmet İnönü, kalp kasılması (spazm) geçirmiş ve kurultay bu nedenle ertelenerek 6 Mayıs’a alınmıştı. İnönü, Bülent Ecevit’le çalışmak istemiyor ve “Parti meclisi değişmezse CHP yok olur. CHP’nin geleceği tehlike içindedir. Anlaşmazlık, benim ve Bülent’in birlikte görev almasıyla giderilemez. Karşı karşıya olmamız dostluğumuzu bozmaz. Ecevit’le çalışmam, ya ben ya da Ecevit seçilmelidir” diyordu.22
Ecevit’in bu çağrıya verdiği yanıt, o dönemdeki açıklamaların tümünde olduğu gibi son derece sertti. İnönü’ye, “Demokratik bir partinin yasalara saygılı üyeleri mi olacağız, kapı kulları mı olacağız. CHP’de hukuk mu yürüyecek, buyruk mu?” diyerek yanıt verecektir.23 Ecevitçi olarak tanınan Ahmet Üstün, “İnönü, İnönü, İnönü; keramet mi yani” diyecektir.24
Delegeler arasında İnönü’ye karşı saygısız bir muhalefet örgütlenmiştir. Yapılan oylamada 709 delege Ecevit’ten, 507 delege İnönü’den yana oy verir. İsmet İnönü, 8 Mayıs 1972’de 88 yaşındayken, önce genel başkanlıktan, daha sonra CHP üyeliğinden ayrılır. Oysa İnönü, 1947’de yapılan ve “değişmez genel başkanlığı” kaldıran Kurultayda, “yurdun siyasal yapısında yapıcı ve yaratıcı işlevine kesin olarak inandığım CHP’nin daima üyesi olarak kalacağım” demişti.25


12 Eylül ve CHP

Cumhuriyet Halk Partisi, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra herhangi bir mahkeme kararına dayanmadan, 16 Ekim 1981’de kapatıldı. Gerçekleştirilen eylem, sıradan bir parti kapatma olayı değil, olumlu-olumsuz etkileriyle altmış yıldır Türk siyasi tarihine yön veren temel bir kurumun ortadan kaldırılmasıydı.
Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk’ün kurduğu parti olarak, onun ilkelerinden ne denli uzaklaşmış olursa olsun, Türk siyasetinin ana unsuru, Cumhuriyet’in siyasi alandaki dokunulmazlarından biriydi. Yeni devlet ve yeni toplumun kuruluşuna öncülük etmiş, halk içinde kök salmış, Türk parti düzenine biçim vermişti. Tek parti ya da iki partili dönemlerde, siyasi dengenin temel unsurlarından biriydi. O denli etkiliydi ki, ondan ayrılan kişi ya da kümelerin siyasi yaşamı sona erer, Demokrat ya da Adalet Parti’sinden başka herhangi bir parti, ona rakip olabilecek denli güçlenemezdi.


1980’den Bu Güne

Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1981 yılında kapatılmasından sonra ortaya çıkan; Halkçı Parti (HP), Sosyal Demokrat Parti (SODEP), onların birleşmeleriyle oluşan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) ve yeni Cumhuriyet Halk Partisi girişimleri, bugün bambaşka bir CHP yaratmıştır.
Atatürk, 1935 yılında, “sonuna dek benim olarak kalacağını nereden bileyim” demekte haklı çıkmıştır. Günümüzdeki CHP’nin Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi’yle bir ilişkisi yoktur; bambaşka bir örgüttür. Bu ayırımı, en özlü biçimde, Deniz Baykal’ın sözlerinde buluyoruz. Baykal, 22 Ağustos 2002’de, Atatürk’ten kopuşun ilanı anlamına gelen şu sözleri söylemiştir: “Türkiye’de kutsal devlet anlayışından, insan odaklı devlete geçilecek. İçine kapalı Türkiye, küresel Türkiye haline getirilecek. Karma ekonomi yerine çağdaş piyasa ekonomisi yerleştirilecek.” 26
CHP’nin bu günkü yönetimi 11 Kasım 1938’de başlayan geri dönüş sürecinin doğal sonucudur. CHP artık CHP değildir. Köklerini yadsıyan, siyasi bozulmanın merkezinde yer alan ve dünya egemenlerinin dümen suyunda varlığını sürdüren bir başka partidir. 1950’lerde Demokrat Parti ile ödün verme yarışına giren CHP bugün AKP ile yarışmaya çalışmaktadır. Bu partinin Cumhuriyet değerleri ve Kemalist ilkeler açısından artık bir değeri yoktur. Ülkenin sorunlarına yanıt veremediği için küçülüp yok olması kaçınılmazdır.
Metin Aydoğan

DİPNOTLAR

1 “Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya, Arba Y., 2.Bas., sf.575
2 Büyük Larousse, Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2507
3 “CHP’nin Soyağacı” Rahmi Kumaş, Çağdaş Yay., 1999, sf.51
4 “CHP 1919–1999” Hikmet Bila, Doğan Kitapçılık sf.118
5 a.g.e. sf.118
6 a.g.e. sf.118
7 “ABD Ziyareti ve İnönü” Prof. Türkkaya Ataöv, Cumhuriyet, 30.12.2003
8 Büyük Larousse, Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2507
9 “Menderes’in Dramı” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., İst. 1969, sf.165
10 “CHP 1919 – 1999” Hikmet Bila, Doğan Kit. A.Ş. 2.Bas.1999, sf.116
11 a.g.e. sf.127 ve 128
12 a.g.e. sf.133
13 “Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.T., Arba Y., 2.B., sf.577–578
14 Büyük Larousse, Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2507
15 “CHP’nin Soyağacı” Rahmi Kumaş, Çağdaş Yay., 1999, sf.83-84
16 a.g.e sf.126
17 “CHP, Örgüt ve İdeoloji” Doç.Dr. Ayşe Güneş Ayata, Gündoğan Yay. – 1992, sf.84
18 “CHP’nin Soyağacı” Rahmi Kumaş, Çağdaş Y., 1999, sf.176-177
19 a.g.e. sf.177 ve 181
20 a.g.e. sf.204, 206 ve 208
21 a.g.e. sf.189, 201, 206 ve 256
22 “CHP’nin Soyağacı” Rahmi Kumaş, Çağdaş Yay., 1999, sf.222
23 a.g.e. sf.223 ve 52
24 “CHP 1919 – 1999” Hikmet Bila, Doğan Kit. A.Ş. 2.Bas. 1999, sf.221
25 “CHP’nin Soyağacı” Rahmi Kumaş, Çağdaş Y., 1999, sf.223 ve 52
26 “Baykal – Derviş Sentezi” Hürriyet, 22.08.2002