30 Aralık 2014 Salı

ATATÜRK'ün Dil Devrimine dil uzatan Cumhuriyet yazarına yanıt/ Tarık Konal



      Saygın Arkadaşlarım
      Bugün Cumhuriyet'in spor sayfasında Orhan Can adlı yazar (!) Bilge Önder ATATÜRK'ün Dil Devrimi'ne dil uzattı.
      Dilde devrim olmaz, dilde evrim olur ” dedi Orhan Can. Onun bu gülünç tümcesini okuduğumda, şaşırmadım.
      Bu tümce Yazaç (harf) ile Dil Devrimi'nin başlatıldığı günden günümüze “karşıdevrimciler”ce sürekli yinelenmiş, sürekli gevelenmiştir; bu nedenle bu tümce dil devrimcilerine yabancı değildir...
      Ancak gerçek, Orhan Can'ın tanımlamasındakiyle ilintisizdir.
      Devrim, bir ulusun çağın gerisinde kalmasına neden olan kurumlarının yerine çağcıl kurumlar kurması, çağcıl girişimler başlatmasıdır.
      Bunun bilincine varamadığı anlaşılan Orhan Can -bir karşıdevrimci değilse- bir dardağarcıklı olduğunu sergilemiştir bu tümcesiyle...
      Devrim değil de evrim'miş... Türkçe, içine Osmanoğullarınca katılmış Arapça-Farsça sözcüklerin, bir evrimle (kimbilir kaç yüzyıl sürecek bir evrimle) yerlerini Türçeye bırakmasını mı bekleyecekti? Us yoksunu muydu bu ulus?
      Türkçe, Mehter Marşlı Yürüyüş benzeri bir evrimle (!) gelişmeyi mi bekleyecekti, yoksa bir Bilge Önder'in “koşaradım”lı, ardışık devrimlerini mi yeğleyecekti? 
                                                               * * *
       Orhan Can, dardağarcıklı olarak kalmak yerine, Dil Devrimleri konusunda bir araştırma yapsaydı, Dil Devrimlerinin, dünyada ulusal devletlerin kurulmasına neden olmuş çok anlamlı devinimler olduğunu görecekti.
       XV. yüzyılda Avrupa'da Hıristiyan ümmetliğinden kurtulma ile başlayan uluslaşma sürecinde toplumların, öncelikle ele aldıkları konu, ulusal dilleriydi.
       Uluslar, XII. yüzyılda -evrim'i beklemeden- öz kimliklerini kavramaya koyuldular...
       Fransa ile Almanya 1690 -1790 yılları arasında ulusal dillerini Hıristiyanların ortak dili olan Latince'den ayırıp ulusal dilleriyle eğitime geçtiler. Macarlar XIX. yüzyılda dillerinden 10 bin yabancı sözcüğü ayıkladılar, uzaklaştırdılar.
       İtalyanlar ise yazın alanında İtalyancayı -bunlardan çok daha önce- XIII. yüzyılda kullanmaya başladı. Dante, 1310'da İlahi Komedya'sını, Galileo (1564 -1642), gökyüzünde olup bitenleri İtalyan dilinin Padau lehçesiyle yazdı. Galileo, bununla da yetinmedi, Latincedeki tüm gökyüzü terimlerini İtalyancaya çevirdi.
       Dünyada uluslaşma süreci başlamışken, ulusal diller günyüzüne çıkmışken Türkçemizin başına gelenler ise tam bir karabasandı.
       Türkçemiz, Karahanlılar Döneminde (932-1212) İslamla birlikte Arap Abecesi de benimsenince, bir din dili olan Arapçanın saldırısına uğradı. Göktürk Yazıtlarında (700 - 735), Kutadgu Bilig'de (1069) yer alan olağanüstü güzellikteki sözcüklerimiz yerlerini Arapça, Farsçaya bırakır oldu.
       Saygın Ulusumuz, yalnızca din değiştirdiğini sanıyordu; oysa en önemli ulusal kültür öğesini, dilini yitirmeye başlamıştı.
       Dilimize yalnızca Arapça-Farsça sözcükler değil o dillerin dilkuralları da yerleşmeye başladı. Bu olumsuzluk sürdü, gitti. Osmanlı Dönemiyle birlikte öz dilimiz Türkçemiz, bir karmadil olan “16 yamalı bohça Osmanlıca”nın içinde bir azınlık durumuna düştü, düşürüldü...
       Karamanoğlu Mehmet Bey'in buyruğu (1277), Yunus'un (1240-1320), Karacaoğlan'ın (1606-1679) tadına doyulmaz güzellikteki şiirleri, sözcükleri, Türkçemizin tümden yitip gitmesini geciktirdiyse de dilimizdeki yabancı sözcük oranının giderek yükselmesini önleyemedi.
       Göktürk Yazıtlarında % 1, Kutadgu Bilig'de % 2, Yunus Emre'de % 13, Süleyman Çelebi'nin (1351-1422) Mevlit'inde % 24 olan yabancı sözcük oranı, Baki ile Nefi'de (XVI. XVII. yüzyıllarda) % 70'e yükselmişti. 
       Bu utanılası bir durumdu.
       Bu utanılası duruma, bir Bilge Önder “dur” diyecekti, kuşkusuz.
       Ulusuna ulusal bağımsızlığını armağan etmiş olan Bilge Önderimiz, saygın ulusumuzun iyemli dilini de yabancı dillere kölelikten kurtaracaktı kuşkusuz...
                                                   * * *
       1928 yılında “bu ulus, utanmak için yaratılmadı” diyerek Yazaç (harf) Devrimi'ni başlatan Bilge Önder ATATÜRK, 12 Temmuz 1932'de de Türk Dil Kurumu'nu kurarak Dil Devrimi'ni başlattı.
       Türk çocukları, kendilerine “bir müsellesin mesahayı sathiyesi kaidesiyle irtifaının hasılı zarbının nısfına müsavidir” biçiminde, gülünç Osmanlıcayla öğretilen uzambilim (geometri) kuralını “bir üçgenin yüzey alanı, tabanı ile yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir” biçimde, apak bir Türkçeyle okumaya, yazmaya, öğrenemeye Dil Devrimiyla başladılar...
       Bu konudaki çabalara ilişkin olarak binlerce betik / okunca (kitap) yazılmıştır.
       Burada bunları anmak olanaksız...
       (Yalnızca TDK'nin sayısı 400'e ulaşmış Türk Dili Dergilerini edinse, bunları okusa bir yurttaş, Dil Devriminin görkemiyle tanışır, dardağarcıklılıktan kurtulur...) 
       Sözün özü:
       Dil Devrimi, karşısına çıkarılan tüm engellere karşın ilerledi, gelişti, yüceldi...
       Dil Devrimi'nden önce 1930 yılında, gazete haber dilinde Türkçe sözcükler % 35 oranındayken, 1965 yılında bu oran % 61'e, 1970 yılında % 71'e yükseldi. Günümüzde bu oranın % 80'lere ulaştığı söylenebilir.    
                                                               * * *
       Anadolu Aydınlanma Devrimi'nin güncesi Cumhuriyet'in yazarlarına bu oranı artırmak düşer.
       Cumhuriyet yazarına, Dil Devrimini küçümseyen aymazlar* gibi davranmak düşmez...
       Orhan Can'a kendine gel! demek istiyorum.
       Orhan Can, sen sen ol, Cumhuriyet okuruna, karşıdevrimin tümceleriyle seslenme!
       Orhan Can, bilmiyor olsa da, günümüzde -şimdilik- öğrenmemiş olsa da Bilge Önder ATATÜRK'ün Devrimleri, aymazların küçümsemeleri, aymazların örselemeleriyle sarsılacak denli köksüz değildir...
       Cumhuriyet okuru, bunu ona öğretmek için erinmezse de bu konudaki görev, öncelikle Cumhuriyet yönetimine düşse gerektir!   29 Aralık 2014
                                                                            
                                                                     Bilge Önder ATATÜRK'ün
                                                                     Dil Devrimi'ni doğru alımlamış
                                                                     bir öz Türkçe tutkunu,
                                                                     Cumhuriyet'in 60 yıllık okuru
                                                                     Tarık Konal


* Aymaz. Bu sözcük Dil devrimini küçümsemeye çalışanları tanımlamak ereğiyle, Bilge Önder ATATÜRK tarafından kullanılmıştır. Bu konuya ilişkin bilgiyi, “Bize öz Türkçe yaraşır” adlı betiğimde okurlara sundum.
,    .

27 Aralık 2014 Cumartesi

ÖZLÜ DEYİŞLERDE GEZİNMEK/Muammer Doğan Rahmetli Amcam, " Kadının orospu'sunu çekerim de, erkeğin orospu'sunu çekemem " derdi..!



" Ez zane, biyifza3 le mertu; vel harame, biyifza3 le rüsku..! "
Zina eden zani, karısına korkar; Harami, hırsız da, malına korkar..!
Harika vurgusu olan, özünü, yaşam gerçekliğinden alan bir Arap halk deyişidir.. Etrafımızda olan bitenlere baktığımız zaman, bunun vücut bulmuş örneklerini çokça gördüğümüz şu kesitte, bu deyişin, hayat ile isabetli bir imtihan oluşturduğunu düşünüyorum...
Bazı gevşek kadınları, kendi gibi gevşek gören, kimi ahlaksız erkekler; para-mal-makam ve benzer cazip olanaklar eşliğinde, kendileriyle beraber olan kadınlardan yola çıkarak, çoğunun, böyle olduğu sanısıyla, kendi karısından bile şüphelenir; onu sıkar, kapatır, mumya gibi örter, eve hapseder.. Ters bir orantıyla, her tür kadına, ve özellikle kendi deyimleriyle 'açık' kadına bakmaktan kendini alıkoymaz, dahası, beraber olma adına şirret hamleler de yapar..!
Rahmetli Amcam, " Kadının orospu'sunu çekerim de, erkeğin orospu'sunu çekemem " derdi..!
Feodal ataerkil erkek egemen anlayışın, dinsel bağnazlık ile tavan yaptığı son yıllarıyla ülkemiz toplum gerçeği, kadın cinayetlerinin, namus-ahlak bekçiliği ile aklı-evvel girişim ve yaptırımlarının, kendisiyle anılır hale geldi, getirildi.. Eh, ne de olsa, bu konuda, epey zengin bir mirasa sahibizdir; kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, İslamiyet öncesi mirası, İslamiyet adı altında, yeniden, ve daha zengin yoğurmasını bilmişiz, yetmez mi ?(!).. ..........
Hırsız refleksi de böyledir.. Hırsız bir karakter, herkesi, kendi hırsızlığına rakip görür, aniden tepki koyar.. Siyasal nitelikten yoksun tüm kavga ve kapışmalara bir bakınız; göreceğiniz tüm kavgalar, pastayı bölüşme kavgası, ve bu uğurda bitmez bir hırs ve kin kavgasıdır..!!
Makam ve mevki ile, her tür apoletin karıştığı bu kirli kavga, zararı, sahipleriyle sınırlı kalmayan, ülke değer ve dokusunu zedeleyen, itibarsızlaştıran, ve özünde, halkın emek ve birikimlerini gasp eden, kirli bir kavga; bir it dalaşıdır..!!! .......
Eskiler, hep söyler; kadına ve paraya zaafiyeti olandan adam olmaz..! Gelin görün ki, bu zaafiyetin, toplumun dokusunu oluşturmasına ramak kalmış iken; kavga hakkını onurla koruyan adam gibi adamlar da, yeteri kadar itibar görmez, görmüyor..!!! .......
Unutmadan; bir de emek hırsızlığı vardır.. Başkasının emeğini, alın terini, yazısını, şiirini, resmini, her türden sanat eserini; eser sahibinin adını zikretmeden, tırnak içine de almadan, kendi eseri gibi kullanan hırsızlar da vardır; onların yaptığı da onursuz bir emek hırsızlığı türüdür.. Sevdiğiniz bir özneye, iki satır karalamış iseniz, o, sizin öz ve iç yoğunluğunuzu anlatan duygu seliniz; bir başkasının, kendi eşine, sevgilisine, veya arkadaşına, rahatlıkla kopyalamaktan çekinmediği, kimi söz, ve emek hırsızlığına iyi bir örnektir..!! .......
Anlaşılmaz garabetler diyarında, daha çok halk deyişi, ve özlü soyutlamaları, bir kıyas olma adına gündemimize almamız gerekecektir. Söz ile eylemi, laf ile icraatı, başka türlü uyumlaştırmak mümkün olmayacaktır..!

YÜREĞİ ÖNDE GİDENLERE SELAM OLSUN..! M.DOĞAN/ 27 ARALIK 2014

24 Aralık 2014 Çarşamba

AB ORGANLARININ TÜRKİYE KARARLARI



Avrupa Birliği kurumlarının Türkiye için aldığı kararlarını olduğu gibi aktarmak, bilinç yetersizliğinin yaygın olduğu günümüz ortamında, kuramsal açıklamalardan ya da kapsamlı yorumlardan daha etkili olacaktır. “Biz söylemiyoruz, bakın onlar söylüyor” yaklaşımıyla yapılan aktarımlardan da sonuç çıkaramayanlar, gerçeği görmek istemeyen onmaz (iflah olmaz) çıkarcılar ya da onların hizmetindeki bilinçli bilinçsiz bağnazlardır. Gerçeği görüp anlamayı istemeyenlere bir şey anlatılamaz. Bunlar düşünme yeteneğini yitirmiş insanlardır.



Nesnellik

Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinin niteliğini görmek ve gerçek boyutunu kavramak için, konuya kişisel yönelişlerden, özlemlerden ya da çıkar kaygılarından uzak nesnel bir gözle bakmak gerekir. Bunu yapmak önyargılardan kurtulmak demektir. Ancak herkesin bir önyargısı vardır. Bunu aşarak gerçeği görmek, eleştirel düşünceye sahip olmakla yani bilimsellikle ilgili bir sorundur. Eğitimsizlik nedeniyle bu sorunun aşılması güçleşiyorsa en uygun yol, yorum ve incelemelerden çok olayları izlemek ve yaşanmakta olanları görmektir.
Avrupa Birliği kurumlarının aldığı kararları ve yetkililerinin yaptığı açıklamaları olduğu gibi aktarmak, bilinç yetersizliğinin yaygın olduğu günümüz ortamında, kuramsal açıklamalardan ya da kapsamlı yorumlardan daha etkili olacaktır.
Biz söylemiyoruz, bakın onlar söylüyor” yaklaşımıyla yapılan aktarımlardan da sonuç çıkaramayanlar, gerçeği görmek istemeyen onmaz (iflah olmaz) çıkarcılar ya da onların hizmetinde olan bilinçli bilinçsiz bağnazlardır. Gerçeği görüp anlamayı istemeyenlere bir şey anlatılamaz. Bunlar düşünme yeteneğini yitirmiş insanlardır.

Gümrük Birliği Başlarken

Avrupa Parlamentosu, Gümrük Birliği Protokolü’nün onaylanmasından 34 gün önce, 9 Kasım 1995’de şu kararı almıştı: “Gümrük Birliği Protokolü, Avrupa Birliği’ne büyük yararlar sağlayacaktır. Türkiye’ye dışsatım artacaktır. Tekstil gibi Avrupa Birliği’nin duyarlı olduğu sektörlerde Avrupa Birliği’nin elinde gerekli önlemler vardır. Gümrük Birliği protokolü bu olanağı AB’ne vermektedir. Gümrük Birliği’ne sokulmuş bir Türkiye ile Kıbrıs sorunu daha kolay çözülür.”1
Gümrük Birliği Protokolü’nün kabul edildiği 13 Aralık 1995 günü Avrupa Parlamentosu, Türkiye ile ilgili olarak kimi siyasi kararlar da aldı. PKK ile savaşımın yoğun olarak sürdüğü o günlerde, oy birliği ile alınan kararda şunlar söyleniyordu: “Türk Hükümeti, Kürt sorununu şiddete başvurmadan siyasi yolla çözmeli, Kürt asıllı Türk yurttaşlarına kültürel kimliklerini ifade etme yolları aramalıdır... Türk Hükümeti ve TBMM; DEP milletvekillerinin durumlarını yeniden gözden geçirmeli; insan haklarına eksiksiz saygı göstermeli, demokrasiyi güçlendirmelidir. Türk Hükümeti ve TBMM Kıbrıs’ın bölünmüşlüğüne son vermek için somut adımlar atmalı ve işgal altında tuttuğu Kıbrıs topraklarından çekilmelidir.”2

Kıbrıs İşgal Altında”

Avrupa Parlamentosu; 4 Ekim 2000 günü Kıbrıs ile ilgili şu kararı aldı: Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (Rum kesimi) Ada’yı bir bütün olarak temsil etme hakkına sahip tek devlet oluğu kabul edilmiştir. Kıbrıs’ın en önemli toprakları 26 yıldır Türkiye tarafından işgal edilmiştir. Kıbrıs, Kopenhag kriterlerini tam olarak yerine getirdiği için AB üyeliğine alınacaktır. Bu konuda Türkiye’nin yapacağı her türlü itiraz, politik ve manevi açıdan geçersizdir. Kıbrıs’ın AB’ye kabul görüşmelerinin mümkün olduğunca çabuk sonuçlandırılması için ısrar edilecektir. Kıbrıs’ın üyeliği AB’nin Doğu Akdeniz’deki etkisini güçlendirecektir. Kıbrıs Türk kesimi ve Türkiye’nin bu konudaki iyi niyet eksikliği üzüntü vericidir.”3

Azınlıklar ve Ordu

Avrupa Birliği Komisyonu, 8 Kasım 2000 günü, 2000 Yılı Düzenleme Raporu adıyla bir yazanak (rapor) açıkladı. Bu yazanakta, Türkiye ile ilgili olarak şu değerlendirmeler yer alıyordu: “Türkiye Lozan Anlaşması’nda tanınan haklar dışında azınlık tanımamaktadır. Kürt kökenliler başta olmak üzere tüm azınlık yurttaşların anadilde yayın ve eğitim hakları garanti altına alınmamış, bu yönde son bir yılda hiçbir ilerleme kaydedilmemiştir. Ordu üzerinde sivil denetim bulunmadığı ve MGK’nın kararlarının hükümetin rolünü ciddi bir biçimde sınırladığı gözlenmektedir. YÖK’de Genelkurmay Başkanı’nca atanan bir üyenin bulunması dikkat çekicidir. Müslüman olmayan topluluklara karşı olumlu bir yaklaşım benimsenmeye başlanmıştır ama bu yaklaşım Aleviler için geliştirilmemiştir. Henüz işleyen bir piyasa ekonomisine ulaşılamadı. Bazı özeleştirmelere karşın çok fazla sektör hala devlet mülkiyetindeki şirketlerin hakimiyetindedir.”4

Ermeni Soykırım Kararları

Avrupa Parlamentosu, 18 Nisan 1987’de; Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığını, Türkiye’nin soykırımı kabul etmesini, bunu yapmadığı sürece Avrupa Birliği’ne üye olamayacağını bildiren bir karar aldı. Karar şöyleydi: “Avrupa Parlamentosu 1915-1917 yıllarındaki Ermeni olaylarını, Birleşmiş Milletler’in 9 Aralık 1948 tarihli kararındaki ‘soykırım’ tanımına uygun bulur ve ilan eder. Türk hükümetinin de bunu kabul etmesini ister. Türkiye’nin bu olguyu reddetmesinin Avrupa Birliği üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklar.”5
Avrupa Parlamentosu, benzer kararları 15 Kasım 2000 ve 28 Şubat 2002’de, hemen aynı sözcüklerle iki kez daha aldı. 15 Kasım 2000 kararında şunlar söyleniyordu: “Avrupa Parlamentosu, Türk Hükümeti’ne ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, özellikle modern Türkiye devletinin kurulması öncesinde, Ermeni azınlığın uğradığı soykırımı kamuoyu önünde kabul etmesi ve Türk toplumun önemli bir parçasını oluşturan Ermeni azınlığa taze bir destek vermesi çağrısında bulunur.”6

Kürt Halkının Hakları”, Komutanlara Soruşturma

Avrupa Parlamentosu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK ile savaşımı yoğun biçimde sürdürdüğü 1992 yılında, “Kürtlerin Türkiye’deki Durumu” ve “Kürt Halkının Hakları” başlıklı iki karar tasarısını kabul etti.
9 Nisan ve 7 Haziran tarihli kararlarda, Türk Ordusu’nun sivil Kürt halkına karşı cinayet işlediği ileri sürülerek sorumlular hakkında soruşturma açılması isteniyor ve şöyle söyleniyordu: “Türkiye’nin güneydoğusundaki savaş hali sürmektedir. Nevruz kutlamalarında aşırı güç kullanıp masum vatandaşların temel insan haklarını çiğneyen Türk Silahlı Kuvvetleri, Irak Kürdistanı’nda en az 60 sivilin ölümüne neden olmuştur. Sorumluların ortaya çıkarılması için uluslararası bir soruşturma açılmalıdır. Avrupa Topluluğu (o dönemde Birlik adı henüz alınmamıştı) organları, Kürt Sorununa nihayi bir çözüm bulmalıdır... İran, Suriye ve Türkiye’de Kürtlerin insan hakları bulunmamaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri sivil halka karşı cinayet işlemektedir (To cause to the death of-ölüme sebebiyet değil, doğrudan ‘murder’- cinayet tanımı kullanılıyor). Türkiye’de ölüm mangaları, özel birlikler ve kontgerilla örgütleri insan kaçırmakta, öldürmekte ve yok etmektedir. Türk Hava Kuvvetleri, Türkiye’nin güneydoğusunda ve Kuzey Irak’ta Kürt köylerini bombalamaktadır.7
Avrupa Parlamentosu, “Türkiye’deki Kürt sorunu” üzerine başka birçok karar daha aldı. Avrupa Birliği’nin Türkiye üzerindeki etkisi arttıkça kararlarda kullanılan söylem biçimi sertleşiyor; kararlar görüş açıklamaktan isteme, istemden buyruğa doğru gidiyordu. Buyruklaşan istemler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin PKK’yla görüşmeler yapmasına dek yükselmişti. Avrupa Parlamentosu’nun, 15 Kasım 2000’de aldığı karar şöyleydi: “Avrupa parlamentosu Türk yetkililerine, Kürt toplumunun siyasi temsilcileriyle (PKK y.n.) ve özellikle de ülkenin güneydoğusundaki kentlerin belediye başkanlarıyla diyaloğa girmeleri çağrısında bulunur. Avrupa Parlamentosu Sakharov ödülü sahibi Leyla Zana’nın ve düşünceleri nedeniyle hapse atılmış olan Kürt kökenli eski milletvekillerinin serbest bırakılmasını talep eder.”8

Kararların Anlamı

Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin duyarlı olduğu; ‘azınlıklar’, ‘Kürt sorunu’, ‘Patrikhane ve ruhban okulu’, ‘Ermeni soykırımı’ ve ‘Kıbrıs’ gibi duyarlı konuları kapsayan birçok karar aldı; AB yetkilileri bu konularda çok sayıda açıklama yaptı. Karar ve açıklamalarda Kıbrıs’a özel önem veriliyordu. Kıbrıs’a karşı takınılan genel tutum; Ada’daki Türk varlığının yok sayılması, uluslararası anlaşmaların (Londra ve Zürih) yadsınarak Türkiye’nin garantörlük haklarının çiğnenmesi ve Rum kesiminin Kıbrıs’ın meşru temsilcisi kabul edilmesiydi.
Uluslararası anlaşmalardan doğan haklar kullanılarak Ada’ya çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin adı, Avrupa Birliği belgelerinde “işgal gücü” olmuştu. Avrupa Parlamentosu; 20 Mayıs 1988, 13 Aralık 1995, 19 Eylül 1996, 17 Eylül 1998, 10 Şubat 2000, 5 Ekim 2000’de aldığı kararlarda hep aynı tanımı kullanmıştı. Avrupa Parlamentosu’nun, 13 Aralık 1995’teki kararı, “Türk hükümeti ve TBMM, Kıbrıs’ın bölünmüşlüğüne son vermek için somut adımlar atmalı ve işgal altında tuttuğu Kıbrıs topraklarından çekilmelidir” biçimindeyken9; 9 Eylül 1996 kararı “Avrupa Parlamentosu Türk hükümetinden işgalci askeri güçlerini geri çekmesini ve Kıbrıs sorununa adil ve uygulanabilir bir çözüm çağrısında bulunan Birleşmiş Milletler kararını kabul etmesini ve uygulamasını ister” biçimindeydi.10

Yine Kıbrıs

AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verhaugen, Rum Kesimi’nin AB’ye üye yapılacağı günlerde, “Kıbrıs sorunu çözülmezse, Türkiye Kıbrıs’ta değil, Avrupa Birliği toprağında işgalci güç olur”11, “Türkiye ile Avrupa Birliği arasında büyük kriz yaşanır” diyordu.12 Parlamentonun 5 Ekim 2000’de aldığı karar ise şöyleydi: “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (Rum Kesimi y.n.) Ada’yı bir bütün olarak temsil etme hakkına sahip tek devlet olduğu kabul edilmiştir. Kıbrıs’ın en önemli toprakları 26 yıldır Türkiye tarafından işgal edilmiştir... Kıbrıs’ın (Rum Kesimi y.n.) üyeliği Avrupa Birliği’nin Doğu Akdeniz’deki etkisini güçlendirecektir. Kıbrıs Türk Kesimi ve Türkiye’nin bu konudaki iyi niyet eksikliği üzüntü vericidir.”13

Katılım Ortaklığı Belgesi”; Sınır Konmamış İstekler

Avrupa Birliği Komisyonu, Haziran 2000’de, Türkiye’den yerine getirmesini istediği koşulları belirleyen bir yazanak (rapor) hazırlattı. “Katılım Ortaklığı Belgesi” adını taşıyan ve uygulanması durumunda Türkiye’ye büyük zarar verecek olan yazanak taslağını Günter Verheugen, 17 Temmuz’da Ankara’ya getirdi ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem’e verdi. Belge, Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal yapısıyla uyumsuz o denli çok ve kapsamlı değişim istiyordu ki; Başbakan Bülent Ecevit, Yardımcıları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz; yaratacağı tepkiyi önlemek ve “isteklerdeki uslubun yumuşatılarak kamuoyunun hazırlanmasını sağlamak için” hemen açıklanmamasına karar verdi. Belge veriliş tarihinden yaklaşık 4 ay sonra, 8 Kasım 2000’de açıklandı.
Katılım Ortaklığı Belgesi; yönetim biçiminden ekonomik ilişkilere, dış siyasetten toplum yaşamına dek hemen her konuyu içine alıyor, geniş bir alana yayılan değişim ‘önerileri’ yoğun bir hukuksal ‘dönüşümü’ gerekli kılıyordu. Cumhuriyet’le kurulan yönetim yapısı, bu yapıyı oluşturan değerler ve Türk toplumunun gerçekleriyle temelden çelişen istekler, ulusal varlık üzerinde kalıcı bozulmalar yaratacak nitelikteydi ve bunu amaçlıyordu. Altı ay önce yapılan Helsinki Doruğu’nda “ön koşul” olmadığı söylenerek AB gündemine sokulan “Kıbrıs”, “Ege”, “Kıta Sahanlığı” ve “azınlık hakları” gibi siyasi konular, tartışmasız biçimde “ön koşul” haline getirilmişti. “Din ve düşünce özgürlüğü” adına inanç dizgesine (sistem), “demokrasi ve insan hakları adına” ulusal güvenlik işleyişine karışılıyordu.
Hakim ve savcı eğitimi, Milli Güvenlik Kurulu, polis ve belediyeler, ekonomik düzen, özelleştirmeler, devletin küçültülmesi, tarım, sosyal güvenlik, vergilendirme, bankacılık gibi toplumsal düzene biçim veren konuların tümü, Belge’de yer alıyordu. Katılım Ortaklığı Belgesi’nde yer alan konular özetle şöyleydi: “Etnik kökeni ne olursa olsun tüm T.C. vatandaşlarının kültürel farklılıkları ve kültürel hakları, eğitim alanı da dahil olmak üzere garanti altına alınması; Güneydoğu’daki vatandaşların durumu, ekonomik, sosyal ve kültürel fırsatlar gözetilerek iyileştirilmesi, tüm yurttaşların anadilde radyo ve televizyon yayını yapmasını engelleyen yasaların kaldırılması; Kıbrıs sorununun zaman yitirmeden çözülmesi; Ege sorununda uzlaşmaya varılması, olmazsa Lahey Adalet Divanı’na gidilmesi; Devlet Güvenlik Mahkemelerinin uluslararası standartlara kavuşturulması, hakim ve savcıların AB mevzuatı yönünde eğitilmesi; din, inanç ve düşünce özgürlüğünün geliştirilmesi, cezaevi koşullarının Birleşmiş Milletler’in ileri sürdüğü asgari koşullara uygun hale getirilmesi; Milli Güvenlik Kurul’nun (MGK) hükümet için danışma organı biçiminde tanımlanan rolünün AB’yle uyumlu hale getirilmesi; AB kanunlarıyla içişleri ve adalet işleyişinin öğretilmesi için eğitim programları uygulanması, özellikle polislerin bu yönde eğitilmesi; bölgesel düzeyde yeni yönetim yapıları oluşturulması, bölge ve belediyecilik kavramının geliştirilerek yönetimin yerelleştirilmesi; IMF ve Dünya Bankası’nın onayladığı yapısal reform programlarının sürdürülmesi; tarım reformlarına hız verilerek tamamlanması, köy nüfusunun azaltılması; yabancı yatırımlara yönelik sınırlamaların kaldırılması, ulusal vergi sisteminin AB’ye uyumlu hale getirilmesi; Merkez Bankası yapısının değiştirilmesi ve bankasının hükümetlerden bağımsız kılınması; küresel işleyiş ilkelerinin üslenilmesini sağlayacak yasal dönüşümlerin hızlandırılması, küresel işleyişe uyumlu bir idari alt yapının oluşturulması; sosyal güvenlik reformlarının tamamlanması; serbest bölgeler ve çift kullanımlı mallar ile teknoloji, patent ve know-how hakları AB’ye uygun duruma getirilmesi...”14

2004 Brüksel Doruğu

Ekim 2004’te hazırlanan ve 17 Aralıkta Brüksel Doruğu’nda kabul edilip resmiyet kazandırılacak olan “İlerleme Raporu”, “Türkiye’yi tam üye yapmak için görüşmelere başlamayı öngören bir belge değil, Türkiye’yi üye yapmamak için görüşmelere başlamayı öneren bir belge” niteliğindeydi.15
17 Aralık 2004 Brüksel Doruğu’nda onaylanan “İlerleme Raporu” adlı belge, Türkiye’nin bir şey almadan çok şey veren ödünler sürecinin yeni ve tehlikeli bir aşamasıydı. Belge’de; Kıbrıs, azınlıklar, patrikhane, insan hakları gibi bilinen ve sürekli yinelenen konular dışında, açık ya da örtülü olarak dile getirilen, “tuzaklarla dolu”16 maddeler ve yeni ödünler vardı.
Türkiye, Avrupa Birliği’ne karşı boyuneğici tutumunu sürdürüyor, üye olamayacağını açıklayan bir belgeye üye olmak için imza atıyordu. Açmazlar ve yitikler sürecini yoğunlaştıran bu girişim, üstelik şölenler ve gösterişli açıklamalarla kutlanıyor, ulusal bir utku (zafer) gibi karşılanıyordu. Türkiye için gerçek tehlike, yalnızca Avrupa’ya verilen karşılıksız ödünler değil; ondan daha çok; yenilgiyi yengi, yitiği kazanç, başarısızlığı başarı gibi gösteren ve bunu utku gibi kutlayan kişiler tarafından yönetiliyor olmasıydı.

Yeni Bağımlılıklar

AB Komisyonu, 2004 İlerleme Raporu’nu 4 Ekim 2004’te, hemen hiç değiştirmeden ve “Müzakere Çerçeve Belgesi” adını vererek yayınlamış ve imzalanmak üzere Türk Hükümeti’ne iletmişti. Belge’de yer alan istekler çok ağırdı ve Türkiye’nin ulusal varlığına yönelen maddelerle doluydu.
Önceden hazırlanan ve benzeri her yıl uygulanmış olan senaryo, uygulamaya sokuldu ve olumsuzluklarla dolu bu girişim ‘coşkulu’ açıklamalarla karşılandı. Hükümet, kimi maddelere karşı çıkıyor görünerek birkaç sözcük değişikliği yaparak Belge’yi imzaladı ve Türkiye, varlığıyla çelişen, girişimgücünden (inisiyatif) yoksun yeni bir bağımlılıklar sürecine girdi.
İmzalanması kutlamalarla karşılanan “Müzakere Çerçeve Belgesi”; “Müzakere Kuralları”, “Müzakere Niteliği” ve “Müzakere Yöntemi” başlıklı üç bölümden oluşuyordu. Belge’nin en önemli özelliği, Avrupa Birliği’nin “hiçbir siyasi yükümlülük altına girmeden”17 Türkiye’den ulusal egemenlik dahil birçok yeni ödün istemesi ve Türkiye’nin AB’ye tam üye yapılmayacağının resmi bir belgede, dolaylı da olsa yer almasıydı.

Ucu Açık Süreç”

Müzakere Kuralları” başlıklı Birinci Bölüm’ün 2.Maddesi’nde, “müzakereler ucu açık bir süreç olup, sonucu garanti edilemez. Kopenhag kriterlerinin tam olarak değerlendirilmesi, Avrupa Birliği’nin hazmetme kapasitesiyle birlikte göz önüne alındığında, Türkiye’nin tam üyelik yükümlülüklerini bütünüyle üstlenecek konumda olmadığını ortaya koyarsa, Türkiye ’nin mümkün olan en güçlü bağ ile Avrupa yapılarına bağlanması sağlanmalıdır” diyordu.
3.Madde, Türkiye’nin ulusal kimliğini yitirerek Avrupalılık içinde eritilmesi konusunu kapsıyor, bu konu; “Avrupa’ya uyumlulaştırma”, “sürekli entegrasyon (kaynaşma, bütünleşme), hazmetme kapasitesi gibi tanımlar kullanılarak irdeleniyordu. Bu maddede, “genişleme sürecini güçlendirmek için... Bir yandan Türkiye’yi Avrupa’ya uyumlaştırma sürecinin sürdürülmesi, öte yandan Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi hazmetme kapasitesinin göz önünde bulundurulması” gerektiği belirtiliyor, Komisyon’un, “hazmetme kapasitesini Ekim 2004 kararlarına uygun olarak ve müzakereler süresince” düzenli olarak izleyeceği açıklanıyordu.18
Metin AYDOĞAN
DİPNOTLAR

  1. Prof.Dr. Erol Manisalı, Cumhuriyet 31.10.1997
  2. Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye” Metin Aydoğan, Otopsi Yay., 2.Baskı, 2.Cilt, sf.946
  3. Aydınlık, 08.10.2000
  4. Cumhuriyet, 09.11.2000
  5. Grosser, L.Le Crime et la Memoire, Flammarion, Paris 1989; ak. Taner Timur, “1915 ve Sonrası, Türkler ve Ermeniler” 2.Baskı, İmge Yay., Ank.-2001, sf.20
  6. European Parliament, European Parlament resolution on the 1999 Regular Report from the Commission on Turkey’s progress towerds accession (COM-1999); ak.T-İş Yay., “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” sf.5
  7. Tunç Bilgin’in Parlamento Konuşması”, TBMM Tut.Der., 11.11.1992, sf.274-280; ak. H.Yalçınsoy-A.Aşırım, “Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı” SUDE AJANS, Ekim 2000, sf.198-199
  8. Europen Partiament, Resolution on the 1999 Regular Report from the Commission on Turkey’s progrress towards accession (COM-1999) 513-CS-0036/2000 2000/2014 (COS), 15.11.2000; ak. Türk-İş Yay., “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” sf.11
  9. Gümrük Birliği’ne Ağır Bedel” Cumhuriyet, 14.12.1995
  10. Europeean Parliament, Resulution on the politikal situation in Turkey, 19.09.1996; ak.T.-İş Yay., “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” sf.4
  11. Hürriyet, 19.02.2003
  12. Saklanmanın Ceremesi” Orhan Erinç, Cumhuriyet, 03.12.2001
  13. Aydınlık, 08.10.2000
  14. Dışişleri Bakanlığı Resmi Sitesi www. mfa. gov.tr ve Cumhuriyet 09.12.2000
  15. İlerleme Raporu mu? Ömür Boyu Hapis mi?” Erol Manisalı, Cumhuriyet 08.10.2004
  16. Rapor Tuzaklarla Dolu” Onur Öymen, Yeniçağ, 18.10.2004
  17. İlerleme Raporu mu? Ömür Boyu Hapis mi?” Erol Manisalı, Cumhuriyet 08.10.2004
  18. Müzakere Çerçeve Belgesi” Mahmut Gürer, Cumhuriyet 05.10.2005